8 Mart, Türkiye’de de “Dünya
Kadınlar Günü” olarak kutlanıyor. Kimi kuruluşlar halkın ilgisini çekmeyen
etkinlikler düzenliyor. “Kadına
şiddetten”, “emekçi kadınlardan”
ya da “kadının kurtuluşundan” bolca
sözediliyor ancak yabancıların “tarihte
eşi olmayan olay” diye tanımladığı Türkiye’deki “kadın Devrimi’nden” ve yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ten sözedilmiyor. “Osmanlı’da Kadın” ve ardından yayınlayacağımız “Atatürk ve Kadın Hakları” yazılarını,
Cumhuriyet’in kadını nerden alıp nereye getirdiğini göstermek ve bu konuda
gerçeği örtmeye çalışan kasıtlı girişimleri etkisizleştirmek amacıyla
yayınlıyoruz.
Osmanlı’da kadının miras hakkı sınırlıydı. İki kadının
şahitliği, bir erkeğin şehitliğine denk sayılırdı. Erkeğin birden fazla kadınla
aynı anda “evli” olma hakkı vardı. Bu
“hakkın” kullanımı, sarayda ve kimi
varsıl kesimlerde, büyük sayılara varıyor; bir erkek, onlarca, hatta yüzlerce
kadınla birlikte yaşıyordu. Abdülmecid’in
(1823-1861) sarayında 800, Abdülaziz’in
sarayında (1830-1876) ise 400 kadın vardı. 18.Yüzyılda, “kadının belirlenen günler dışında sokağa çıkması yasaktı”. “Ahlak ırza, ırz kadına indirgenmişti”.
1910’da, kadının kocasıyla bile olsa otelde kalması yasaktı. Kız okullarında
edebiyat öğretmenliğini, kadın öğretmen olmadığı için “harem ağaları” yapıyordu. Kadınların, özellikle bakirelerin, erkek
doktora muayene olması yasaktı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda,
“kadının tıptan yararlanamaması”
demekti. Polisin; Müslüman kadınların sokaktaki giysi biçimine karışma, peçesi
olmayan ya da saçının bir parçası görünenleri karakola götürme yetkisi vardı.
Osmanlı’da Kadın
Osmanlı İmparatorluğu’nun, özellikle son
dönemlerinde, kadının sosyal konumu, günümüzden çok ayrımlıydı. Toplumsal
düzenin ekonomik çözülmeye bağlı olarak sarsılması, yaşamın her alanında,
yaygın ve etkili bir tutuculuğun yayılmasına neden olmuştu. Kadının durumu,
genel bozulma içinde, baskı ve yasaklamalarla, neredeyse bir tutsaklığa
dönüştürülmüştü.
Osmanlı yönetimi, 16. ve 17.yüzyıllardan sonra “kadını toplum yaşamının dışında tutmak için” bir dizi karar
almıştı. 18.Yüzyılda, “kadının belirlenen
günler dışında sokağa çıkmasını yasaklayan”, padişah fermanları vardı. 1
“Ahlak Irza, Irzı Kadına”
Kadınlar sokağa çıktığında, kocalarıyla
yan yana yürüyemez, arabada yan yana oturamazlardı. Erkek önde yürür, kadınlar
arkadan gelirlerdi. Kadın konusu, namus kavramıyla bütünleştirilmiş, topluma
yerleştirilen bu tutucu anlayış, “ahlakı
ırza, ırzı kadına indirgemişti”. 2
İstanbul başta olmak üzere kentlerde, “kadınların ırzından” yalnız kocaları, ana babaları ya da erkek
kardeşleri sorumlu değildi. Tüm mahalle halkı, kişisel yaşamı denetlerdi.
Örneğin, “bir eve kadın alındığı haberi
duyulduğunda”; imam başta olmak üzere, bekçi, belli başlı mahalle eşrafı o
evi basar, “çatıdan kümese kadar, her
yeri arardı”. 3
İlkel Giysi
20.Yüzyıl başında kadın giysisi, “saçları tümüyle örten çarşaf ve onun
ayrılmaz parçası, yüzü göstermeyen peçeydi”. 4 “Süs değil, örtü olan” peçe 5,
kalın olmalıydı; bu nedenle, “ince peçe kullanan
kadınların”, “iffetinden kuşku
duyulurdu”. 6
“Büyük bir torba”
biçimdeki çarşafla 7 “yüzler,
eller, kollar ve bacaklar, vücut teninin hiçbir parçası görülmeyecek biçimde
iyice kapanmalı, çarşaflar vücut biçimini belli etmeyecek kadar bol olmalıydı.”
Polisin; Müslüman kadınların sokaktaki giysi biçimine karışma, peçesi olmayan
ya da saçının bir parçası görünenleri karakola götürme yetkisi vardı. 8
Perde Ya da Kafes
Vapur, tramvay gibi toplu taşım
araçlarında, kadınların oturabileceği yerler, perde ya da kafesle ayrıldığı
için, koca karısıyla birlikte, aynı yerde oturamazdı. “Mesire yerlerinden muhallebici dükkanlarına dek” kadının
gidebileceği her yerde, erkeklerin alınmadığı “bir kadın bölümü” olurdu.
1910’da, kadının kocasıyla bile olsa
otelde kalması yasaktı. Birlikte arabaya binen kadın ve erkekten, polis “evlilik belgesi” sorardı. 1908’de “hürriyet adına” gerçekleştirilen
Meşrutiyet’ten sonra bile, kız okullarında edebiyat öğretmenliğini, kadın
öğretmen olmadığı için “harem ağaları”
yapıyordu. 9
Eve gelen erkek konuklar, yakın akraba bile olsa, “dile düşmemek için” yalnızca erkeklerin girebileceği odaya
(selamlık) alınırdı. 10
Komşu Ya da Hamam
Kadının, çarşı ve pazara gitmesi,
alışveriş yapması, hoş karşılanmayan bir davranış olduğu için, yalnızca varsıl
değil, orta sınıftan aileler bile; Ermeni, Rum ya da Bulgar hizmetçi
kullanırdı. Bu nedenle, “Müslüman
ailelerin ev harcaması, Hıristiyan ailelerden daha çok olurdu”.
Aynı durum, gezi ve yolculuklar için de
geçerliydi. Evin reisi, özel yaşamda gizlilik (mahremiyet) kurallarına uymak ve
“karısı ve kızlarını sakınmak için”
daha fazla masraf yapmak, örneğin “kentler
arası toplu taşım aracının bir bölümünü”
özel olarak kapatmak zorundaydı. 11
Kadının, evi dışında sosyal yaşamla
ilişkisi yoktu. Yüksek eğitim alamaz, çalışamaz, tiyatro, konser, pastane gibi
yerlere gidemezdi. Toplumsal ilişkileri, hemen tümüyle; komşu kadınları konuk
etmek, konuk olmak, düğünlerde, erkeksiz ortamlarda eğlenmek ya da “kadınlar gününde” hamama gitmekten
oluşuyordu. Son derece sınırlı olan bu etkinliklere katılmak için, kocasından
izin almak ya da en azından ona haber vermek zorundaydı.
1911’de, İstanbul’da açılan Gülhane
Parkı’na, haftada dört gün erkekler, 3 gün kadınlar giriyordu. 12
Genel savaştan sonra İstanbul’da, haftada iki gün, yalnızca kadınları kabul
eden sinemalar ortaya çıkmıştı. Varsıl kesimden cesur kadınlar, “kadın gününde” bu sinemalara
gidebiliyordu.
“Zenne” Kültürü
Türkçe oynanan tiyatrolarda kadın rolünü,
Türkçe bilen Ermeniler oynardı. Orta Oyunu’nda (sahne ve dekor kullanılmadan,
halkın içinde oynanan Türk halk tiyatrosu) kadın rollerini, “Kraliçe Elizabeth dönemindeki İngiltere’de
olduğu gibi” 13, kadın kılığına girmiş erkekler oynardı, bunlara
zenne adı verilirdi. 14
Evliliklerde, kadının isteği belirleyici olmaz, kararı aile büyükleri
verirdi. Evlenecek gençler birbirlerinin yüzünü, ancak hoca nikahı kıyıldıktan
sonra görebilirdi. Boşanma tek yanlıydı ve erkeğin isteğine bağlıydı.
Miras Hakkı
Kadının miras hakkı sınırlıydı. İki
kadının şahitliği, bir erkeğin şehitliğine denk sayılırdı. Erkeğin birden fazla
kadınla aynı anda “evli” olma hakkı
vardı.
Bu “hakkın” kullanımı, sarayda
ve kimi varsıl kesimlerde, büyük sayılara varıyor; bir erkek, onlarca, hatta
yüzlerce kadınla birlikte yaşıyordu. Örneğin Abdülmecid’in (1823-1861) sarayında 800, Abdülaziz’in sarayında (1830-1876) ise 400 kadın vardı. 15
Doktorsuz Yaşam
Kadınların, özellikle bakirelerin, erkek
doktora muayene olması yasaktı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda,
“kadının tıptan yararlanamaması”
demekti. Doktora götürülmek zorunda kalınan kadınlar; sorunlarını bir perde
arkasından ebeye anlatır, ebe doktora iletir, doktor da muayene etmeden
hastasına tanı koyup, ilaç verirdi.
Kadınlar, karşılaştıkları bu tür güçlükler
nedeniyle doktora gitmez, dertlerinin çözümünü, üfürükçülerde, yatır
ziyaretlerinde, muska ve fallarda arardı. 16
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kadının getirildiği yer, Türk
toplumunun çok eskiye giden göreneklerine, toplumsal yaşama yön veren
törelerine uygun değildi. I.Selim’in
(Yavuz), Hilafeti Türkiye’ye getirip siyasi araç olarak kullanmasıyla başlayan Araplaşma
süreci, hak eşitliğine ve özgürlüğe dayalı Türk yaşam biçimine büyük zarar
vermiş; kadın erkek ilişkilerinde, köyler dışında, kalıcı bozulmalara yol
açmıştı.
1923: Osmanlı’nın Mirası
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 3 Nisan
1923 günü, önemli bir yasa görüşülmektedir. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Birinci
Meclis yenilenecek, seçime gidilecektir. Seçimle ilgili eski yasanın
güncelleştirilmesi, bunun için de yeni bir seçim yasasının çıkarılması
gerekmektedir. Meclis, bu yasayı görüşmektedir.
Eski yasada, her il bir seçim bölgesi
kabul ediliyor ve her elli bin erkek nüfus için, bir milletvekili seçiliyordu.
Başkanlığa verilen önergelerde, “uzun
süren savaşlar içinde erkek nüfusun azaldığı”, bu nedenle seçilme oranının
elli binde birden, yirmi binde bire yükseltilmesi isteniyordu.
Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey başta olmak üzere, bir küme (grup) milletvekili,
oran belirlemede yalnızca erkek nüfusun değil, “Kurtuluş Savaşı’nda gösterdikleri büyük fedakarlık” nedeniyle,
kadın nüfusun da sayılmasını önerdi. Oy vermek ya da seçilmek için değil,
yalnızca sayılmak için.
Öneriye gösterilen tepki, çok sert ve
hoşgörüsüzdü. Osmanlı’nın mirası, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren Mecliste
bile, kaba ve ilkel bir biçimde yaşıyordu. Milletvekillerinin büyük çoğunluğu, “erkeklik onuruna, duygu ve inançlarına
sanki hakaret edilmiş gibi” şiddetli tepki gösteriyor, öneri sahiplerini “bağırarak ve gürültü çıkararak”
konuşturmuyordu.
Tunalı
Hilmi Bey, “sıralara
vurularak ve ahşap yer döşemesinden ayakla çıkarılan gürültüler içinde”
sesini duyurmaya çalışıyor ve Meclis tutanaklarına geçen konuşmasında; “Savaşa katılan analar, erkeklerden daha
çoktu... Lütfen ayaklarınızı vurmayınız... Efendiler, ayaklarınızla yere değil,
kutsal analarımızın bacılarımızın başlarına vurmuş oluyorsunuz. Sizden rica
ediyorum, benim anam, babamdan daha yücedir... Analar cennetten bile yücedir.
(şiddetli ayak sesleri)... İzin veriniz, arkadaşlar, sizlerden analara bacılara
(artan gürültüler) oy hakkı, seçilme hakkı vermenizi istemiyorum, yalnızca sayılmalarını
istiyorum” diyordu. 17
Karşıtçı milletvekillerinin başında yer alan Eskişehir Milletvekili Emin (Sazak) Bey, Tunalı Hilmi Bey’i;
“böyle düşünce olmaz, dinsel yasaya saygı
göster, milletin duyarlılıklarıyla oynama” 18 diye tehdit
ediyor, Konya Milletvekili Vehbi Bey
ise, “bizim memleketimize bolşeviklik
daha girmedi, Hilmi Bey” diye bağırarak sert tepki gösteriyordu. 19
“Kadınlar Türk Değil mi?”
Seçim Yasası, kadın nüfusu değerlendirme
dışı bırakarak kabul edildi ve tartışma 1923 yılı için bitmiş oldu.
1924’te Anayasa hazırlanacak ve Meclis’te
görüşülecekti. Anayasa Komisyonu, hazırladığı taslak yasanın seçimlerle ilgili
10 ve 11. başlamlarını (maddelerini), “18
yaşını bitiren her Türk milletvekili seçimlerinde oy verebilir” ve “30 yaşını bitiren her Türk milletvekili
seçilebilir” biçiminde belirlemişti. 20 Belirleme yapılırken
kadınlar düşünülmemiş, doğal ve kaçınılmaz bir sonuçmuş gibi, yalnızca erkek
nüfus amaçlanmıştı.
Kadın haklarından yana kimi
milletvekilleri, kadın ya da erkeğin adının geçmediği genel ifadeyi,
kadın-erkek arasındaki eşitsizliği gidermek için bir fırsat saydılar ve Anayasa
tasarısının 10 ve 11.başlamlarının “eşitsizlikleri
artık ortadan kaldırdığını” söylediler.
Komisyon sözcüsü Celal Nuri Bey, yapılan yorumların kabul edilmez olduğunu ve “her Türk tanımından yalnızca erkeklerin
anlaşılması” gerektiğini söyledi. Kütahya milletvekili Recep Bey, “kadınlarımız Türk
değil mi?” sorusuna, “elbette
Türktürler” yanıtını aldığında “öyleyse,
adı geçen maddeler onları da kapsar” dedi ve Urfa Milletvekili Yahya Kemal Bey’le birlikte, “her Türk” yerine “erkek ve kadın her Türk” tanımının konmasını isteyen değişiklik
önergesi verdi. 21
Önerge, büyük bir oy farkıyla reddedildi. Milletvekilleri, önergeyi
reddetmekle kalmamış; kararı, yaşamsal önemde bir karar almışçasına, coşkulu
alkışlarla karşılamıştı. Recep Bey,
Genel Kurul’un bu davranışlarından büyük üzüntü duymuş ve “bu hakları kadınlarımıza vermiyorsunuz, bari alkışlamayınız”
demişti. 22 Türkiye’de, kadın hakları, 1923 ve 1924 yıllarında bu
durumdaydı.
Devrim Bilinci
Meclis’te yaşananlar, Devrim’in önderi ve
devlet başkanı olarak Mustafa Kemal’in,
kadının eşitliği konusundaki görüşleri ve gerçekleştirmek istediği toplumsal
dönüşüm amacıyla, temelden çelişiyordu. Ancak, olaylara karışmadı. Yüzlerce
yıllık tutucu alışkanlıklar haline gelen kadın sorununun, insanlar üzerinde
oluşturduğu toplumsal baskıyı biliyordu.
Çözümü zaman isteyen bu güç iş için, uygun
koşulların oluşmasını bekledi. Cins ayrımı, katı bir önyargı olarak kent yaşamına
yerleşmiş ve adeta “ruhlara sinmişti”.
Görgü kuralı olarak algılanan yasakçı anlayış, zamanla bir yaşam biçimine
dönüşmüş ve kadını, yazgısına boyun eğip her şeye katlanan, içine kapalı,
edilgen bir varlık haline getirmişti.
Ona göre, önce Cumhuriyet kabul edilmeli,
buna bağlı olarak, topluma yeni bir biçim verecek temel devrimler
gerçekleştirilmeliydi. Birinci Meclis, bağımsızlık savaşında büyük bir özveri
ve mücadele azmi göstermişti, ama milletvekillerinin çoğunluğu, kadının
eşitliği konusuna olumlu bakacak bir anlayıştan uzaktı.
Başarılı olmak için, Meclis yenilenerek, tutucu direnç yumuşatılmalı ve
değişime olanak sağlayacak yenilik atılımları gerçekleştirildikten sonra, kadın
sorununa değinilmeliydi. Kadın sorunu, yasa ve kararnamelerle bir anda çözülebilecek
bir sorun değildi.
DİPNOTLAR
1 “Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 5.Cilt, sf.1192
2 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.408
3 a.g.e. sf.408
4 “Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.131
5 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.408
6 “Kemalist Eğitimin
Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.225
7 a.g.e. sf.225
8 “Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.131
9 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.409
10 a.g.e. sf.409
11 “Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.134
12 “Atatürk ve Devrim”
Prof.E.Ziya Karal, TTK, Ank.-1980, sf.123
13 “Atatürk” Lord Kinros,
Altın Kit.Yay., 12.Baskı, İst.-1994, sf.487
14 “Çankaya” Falih Rıfkı
Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.409
15 “Atatürk ve Devrim”
Prof.E.Ziya Karal, TTK, Ank.-1980, sf.121
16 “Çankaya” Falih Rıfkı
Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.459
17 “Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını III.” Dr.Bernard Caporal, Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.55
18 “Cumhuriyetin Ellinci
Yılında Türk Kadın Hakları” T.Taşkıran, İst.-1965, sf.98-99; ak. Dr.Bernard Caporal, “Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını III.” Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.56
19 “Devrim Hareketleri
İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay.,
3.Baskı, İst.-1994, sf.89
20 a.g.e. sf.57
21 “Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını III.” Dr.Bernard Caporal, Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.57
22 “Cumhuriyetin Ellinci
Yılında Türk Kadın hakları” T.Taşkıran, İst.-1965, sf.100-103; Dr.Bernard Caporal, “Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını III.” Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.57
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder