12
Eylül Darbesi diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara
uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın
uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, 12
Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince
görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal
pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası
durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık
anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi.
Yalnızca
Askeri Darbe mi?
Kenan Evren, 12 Eylül için, 1983’de
kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının
başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin
seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi,
başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna
düşmesi demekti”.1
Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat
başarılı olmasa” Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?”
Anadolu Türklüğünü “Asya’daki Türkler’in durumuna” kim düşürecektir?
Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı olmaması durumunda
parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama aradan geçen 35 yılın ortaya
çıkardığı açık gerçek; Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke
durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte 12 Eylül’ün belirleyici düzeyde
payının olmasıdır.
Kenan Evren, “Türkiye’yi parçalayacaklar”
suçlamasıyla 50 kişiyi astırdı, binlerce aydını tutuklattı, işkenceden
geçirtti. Ancak, daha sonra, darbe yaparken Türkiye’yi parçalayacak bir
düşünce içinde olduğunu kendisi açıkladı. 2000 yılında; “Türkiye’nin
valilerini halkın seçtiği 4 eyalte ayrılmasını istedim, olmadı” dedi.2 2007’de,
eyalet sayısını artırdı ve şunları söyledi: “Türkiye eyalet sistemine
geçmeli ve 8 eyalete ayrılmalıdır. Ben bunu 1980’den beri düşünüyorum. Bu güne
kadar yapılamadı ancak Türkiye mutlaka eyalet sistemine geçecektir”.3
Kenan Evren ve 12 Eylül Yönetimi;
bu konuyu düşünce düzeyinde bırakmamış, ciddi biçimde ele alarak, Genelkurmay
Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı’na bir yazanak (rapor) hazırlatmıştı. Başkan olarak Tümgeneral Mahmut
Boğuşlu’nun imzaladığı yazanakta şunlar söyleniyordu: “Türkiyemiz
bugün tek merkezden idare edilebilme imkanlarını yitirme sınırına gelmiştir... Her
il merkezi; yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donatarak, 67 il merkezimizde
millet meclisleri kurulmalıdır... Yunanlılar eski Osmanlı vatandaşlarıdır,
Yunanistan ile de bir federasyon kurulmalıdır”.4
1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak
üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma yılıdır.
1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı bir
hareket yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan
eksik bir yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz dikkatlice ele
alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca görülecektir. 12 Eylül sabahı
uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi “terör
olaylarının” zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel
isteklere sınırsızca açarak, ulus-devlet varlığını ortadan kaldırmaya yönelen bir
girişimdir.
1980’de, siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü
doğrudur. Darbe’nin amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü
önlemek” olarak açıklandığı da doğrudur. Doğru olmayan, 12 Eylül’ü Türkiye’ye yönelik küresel
politikadan bağımsız, yerel bir sorunmuş gibi ele almaktır. 12 Eylül’le gerçek darbe;
Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını
Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin
tarihi, gerçekte 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan kesimlerin
ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez duruma getirilmesi
eylemidir.
24
Ocak Kararlarının Önemi
1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel,
Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik
istikrar programı hazırlama görevi verdi. Program, IMF'de hazırdı. Kısa süre
içinde devreye sokuldu ve 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.
Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ve IMF’nin
daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program; Türkiye’yi tek taraflı
olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden
vazgeçiliyor ve günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi
sürekli hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat
liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu
yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, temel ürünlerde destek
fiyatlarının kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı, tarım
ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı açıklanıyordu.5
Programın ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi.
1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda 90 Liraya çıktı,
programa karşı gösterilen tepki, ‘iç savaş’ durumuna getirilen terör
eylemleriyle birbirine karıştı.
24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi, bir “demir
yumruk”la uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki
kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü,
tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetime
verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik”
desteği altında; beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin her kararı yasa
sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri kapatıldı,
yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi idam edildi.
12 Eylül’ün Türk toplumunda yarattığı çöküntü
çok yönlü ve çok boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan
ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına ve tümünü içine
alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet
anlayışı ve ulusal hakları koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi
bozulmanın partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve
yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve Demokrat Parti ya da CHP ve Adalet Partisi’nden
oluşan iki partili düzen bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı
ve Kürtçü partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır.
Darbe
Hazırlamak
1980 öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in,
partilerin ve kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve
olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden etkileyen olaylar
yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran politikacılar, çoğu kez olaylarda
taraftır. Emniyet güçleri, siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir
davranış göremediği için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev
sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri sahipsiz bırakılıyor,
emniyet müdürleri ve savcılar öldürülüyordu.
Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal
yetki, özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı. Ancak politikacılar
sürekli yetkisizlikten söz ediyor, yasama gücü ellerinde olmasına karşın, yasa
çıkarmıyordu. Örneğin Başbakan Süleyman Demirel, 1980’de yaptığı bir
açıklamada, Başbakan değil de sıradan bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları
yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak, sıkıyönetim
komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az”.6
Demirel’in bu sözlerle neyi anlatmak
istediğini düşünmek gerekir. Meclis çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden
yasal düzenlemeler yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç kimdir?
1980 Ocağı’nda yaşanan bir başka ilgi çekici
gelişme, Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’ın,
24 Ocak Kararları’ndaki “ekonomik önlemler paketi”ni, Kenan
Evren ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde,
hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da hükümetlerden
ekonomik “birifing” almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu
ya da yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek taraf
olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde, “gelmiş geçmiş en
Amerikan yanlısı Türk lideri” denilen7 Turgut Özal’ın IMF
isteklerinden oluşan programı dinleniyor ve onay veriliyordu. Kamuoyuna pek de
duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık bir durum vardı.
Alışılmadık durumun gerçekte, küresel
güçlerin isteklerini yerine getirecek bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay
sonra ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını
çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte, onay
sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi. Nitekim Evren, üç
ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah etüdü istediği üç kişilik özel bir
ekiple” yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu: “Birinci
Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık müdahale etmekten
başka bir çare kalmadı dediler”.8
ABD ve
Darbe
Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed
Forces, Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran
1980 sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki gelişmeler, öyle bir noktaya
gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu
görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir”.9
Kenan Evren, 12 Eylül’den önceki
en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu konuşmada “demokratik
düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan idrakten yoksun vatan
hainleri”nden söz ediyor,
bunların “tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi”
ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu “sonsuza kadar daha birçok 30
Ağustosları, refah ve mutlulukla kutlayacaktır” diyordu.10
12 Eylül, Türk Ulusunu Evren’in
söylediği gibi “refah ve mutluluğa” değil, yoksulluk ve karanlığa
götürdü. Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve
sırasıyla DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen
ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta duramayan, dış
karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke durumuna getirdi. Yalnızca
ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden kültüre, eğitimden
sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal
değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde
ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun
için bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan
yana olmak, örgütlenip halka
öncülük etmek, en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilimler
durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına duyarlı
insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe başlarına
yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine
girdi.
ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi,
yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The
White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de
beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.11 Bir gün sonra ABD
Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir
kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale
ettiğini” haber verdi.12
Darbe’ye
Avrupa Birliği Desteği
12 Eylül Darbesi’yle yalnızca Amerikalılar
ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu (Avrupa
Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından
ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve
Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin
çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi
durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu.13
Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini
ileri süren Batının “demokrat” yöneticileri, konu Türkiye olduğunda
askerleri içeren “kesin çözümler” istemekten çekinmiyordu. Olaylara
bakışları şöyleydi: “Afganistan’a Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum
kritikdir. Şah gitti gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı
duruma düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?”14 Batı medyasında ve
diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.
Avrupa’da konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak
tartışma düzeyinde kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna”
edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz konusu
olduğunda “ödünsüz demokratlar” olan Avrupalılar, bir anda darbe
destekleyen anti-demokratlar oldular.
12 Eylül gerçekleştirildiğinde Bonn
Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi yaklaşımlar
konusunda şöyle söyler: “12 Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören
tanıdıklarımız, arkadaşlarımız (Almanlar y.n.) ‘Bu anarşiye asker neden
müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam edemez’ diye bir takım fikirler
ortaya sürüyorlardı. Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki,
Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin doğru
olacağına inanıyordu... Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın, Batılıların
yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir konsorsiyum
kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım yapma kararı
aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler...” 15
Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin
üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık
dipsiz kuyu değil”16
diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı sürdüreceklerini
söylüyordu. Schmidt’in açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa
Topluluğu, Türkiye ile “normal ilişkilerin sürdürüleceği”ni
açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye
açık destek vereceğini birinci sayfadan duyuruyordu. Gazetede yer alan
haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine
etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak mali yardım ödemeleri, generalleri
güçlendirecektir” deniyordu.17
Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya
soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları
yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz
ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” ve AB üyeliği gibi
konularda görüşmeler yapıyordu. Turgut Özal, 1988 yılında verdiği AB
başvuru dilekçesine eklediği kitapcıkta şunları söylüyordu: “Bizi Türk
sanarak dışlıyorsanız, bilin ki Türk denecek bir yanımız yoktur. Uygarlık adına
neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz Yunan kültürüdür...
Biz, başımızda Türk olmayan yöneticiler bulunmasını yadırgayan bir toplum
değiliz. Örneğin, ben Kürt kökenliyim.”18
Almanya, Halefoğlu’nun söylemiyle “Türkiye’ye
karşı büyük bir anlayış” gösteriyordu.19 Helmut Schmidt’e
çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit’in
başyazarlığını yapan Theo Sommer, 19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki
gelişmelere ayırmış ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi ve mali angajmanlarla”
Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri sürmüştü. Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına
yatırım yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün
ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan Batılı
oluyordu.20
Son Ve
Kesin Vuruş
12 Eylül’le başlayan ekonomik
uygulamalar, ulusal pazarı küresel sermayenin kullanımına tümüyle açan süreci
başlattı. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde
silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına
ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredildi. Türkiye, Osmanlı’nın son
döneminde olduğu gibi bir açık pazar, bir yarı-sömürge durumuna
getirildi. Temelinde Kurtuluş Savaşı bulunan ulusal bağımsızlık, savaşsız ve
çatışmasız bir biçimde yitirildi. Türkiye, silah gücüyle değil, ekonomi ve
siyaset yoluyla egemenlik altına alınarak, silahlı işgalin yapacağı hemen tüm
işler, işbirlikçiler aracılığıyla “barış içinde” gerçekleştirildi.
Türkiye gizli işgal olgusuyla karşı karşıya kaldı.
Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet olarak varlığını, artık
yalnızca görünüşte koruyan ve parçalanma çekincesi yaşayan bir ülke
durumundadır. Bütünlüğünü koruması, artık kendi gücüne değil, küresel güç
merkezlerinin kararına bağlıdır. Günümüzde, üstelik yoğun biçimde sürmekte olan
uygulamalar durdurulup bağımsızlık yönünde köklü dönüşümler gerçekleştirilmezse,
görünüşte sürdürülmekte olan bugünkü kamusal varlık, uzun sürmeyen bir zaman
içinde eylemsel olarak da yitirilecektir.
12 Eylül uygulamaları, karar
yetkilerini dışarıyla paylaşan, bir bölümünü tümüyle devreden “yeni” bir
düzen, daha doğrusu düzensizlik dönemi başlattı. Ulusal varlığı
çözülmeye götüren bu “düzen”in kalıcı kılınması, kaçınılmaz olarak,
uygulamalara karşı çıkacak aydınların susturulmasını ve ulusal örgütlerin
ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Aydınlar, 12 Eylül’e dek
hemen her dönemde baskı altına alınmış, örgütleri kapatılmış ancak bir türlü
yok edilememişti. 12 Eylül şimdi bunu yapacak ve aydınlar’ı yok
edecekti. Kenan Evren’in deyimiyle, “kahredici bir yumruk
altında ezileceklerdi”.21
12
Eylül ve Aydın Kırımı
Türkiye’de aydınlar söylendiği gibi “bir
yumruk” değil, belki de binlerce “yumruk” altında ezildiler. 12
Mart öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12 Eylül’le
birlikte adeta zincirlerinden boşandı ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her
meslek ve yaştan yüzbinlerce eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve
direnilmesi olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte, aileleri
ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar, bedensel ve tinsel sağlıklarını,
okul ya da işlerini ve hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu
yitirdiler.
Pek çok aydın, doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu
bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil,
geleceğini de yitirdi. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler
sürekli olarak tehdit altındaydılar. Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler
yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar
arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet elele”
diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke
eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.
12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi
gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler,
yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme
gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi,
fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı.
Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517
kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri
içeren 50 kişi idam edildi.22
Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta
olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri
tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi
örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin
kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten
atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak
yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden
öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü,
43 kişi “intihar” etti.23
Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5
bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120
profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için
toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası
verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı
görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha
edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği
kimi belgeseller yakıldı.24
Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler,
geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun
biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi
eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak
anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını
yanlış olarak görüyorum” diyordu.25
3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği
(Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla; yasası
korunan ancak kendisi uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak
uygulamadan kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna
getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan öğrencilerden, harç
ve eğitime katkı adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri
kurulmasına izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.26
DİPNOTLAR
1 “Kenan
Evren’in Anıları” Kenan Evren, Milliyet Yay., 1.Cilt, 4.Bas.,
1990, sf.19
2 Yeni Bin Yıl Gazetesi, 28 Mayıs 2000
3 Hasan Tüfekçi, 1 Mart 2007, hürriyet.com.tr
4 Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Şubat 1997, ak.Mehmet Birol Şahin, blog.milliyet.com.tr
5 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları,
19.Cilt, sf.11 827
6 a.g.e. sf.392
7 “Teksas–Malatya” Ufuk Güldemir,
sf.87; ak. Emin Değer “Oltadaki Balık Türkiye” Çınar Araştırma,
5.Baskı, sf.224
8 “12
Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.33
9 a.g.e. sf.33
10 “Türkiye’de
Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 2000, sf.393,
394
11 “Ülkücü
Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara–1996, sf.267
12 “12
Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay., 1984, sf.34
13 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
14 a.g.g. 17.09.2000
15 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
16 “Darbeye
Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
17 a.g.g. 20.09.2000
18 a.g.d.
1 Mart 2007
19 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
20 “Darbeye
Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
21 “Türkiye’de
Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.394
22 Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet
12.09.2000
23 a.g.g. 12.09.2000
24 a.g.g. 12.09.2000
25 “Haftaya
Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986
26 “İlk
Darbe Öğretim Birliğine” Cumhuriyet 12.09.2000
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder