16 Eylül 2016 Cuma

TÜRK TARİHİ VE ORTA ASYA


Orta Asya’da ortaya çıkan, orada gelişip serpilerek geniş alanlara yayılan Türk uygarlığı, pek çok kültürle iç içe geçmiş ve hemen hiçbir toplumda görülmeyen bir yoğunlukla, bu kültürlerle kaynaşmıştır. Tarihin her döneminde ve neredeyse sonsuz bir çeşitlilikle, kültürleri etkilemiş ya da onlardan etkilenmiş ve sıradışı ilişki yoğunluğu içinde, kimsenin beğenisine, yergisine ya da karşı çıkışına aldırış etmeden, uygarlık tarihinde yerini almıştır.

 

Tarihi Yapanlar


Türk halkı yüzyıllar boyunca, içten ve dıştan, kendi tarih ve kültürünü unutturmaya yönelik, ağır bir düşüngüsel (ideolojik) baskı altında yaşamıştır.
Üretimi geliştiren, kültür ve sanatı yaratan, bağlı olarak tarihi yapan halk kitleleri; bu işi, önceden belirlenen bir seçim sonucu olarak değil, yaşamlarını sürdürmek için, bir zorunluluk olarak yaparlar. İnsanlar; toplayıcılıktan avcılığa geçerken, köle çalıştırırken, yaşanabilir topraklara göçerken ya da kazanç için mal üretirken, eylemleriyle tarihe yön verdiklerini bilmezler.
Bunu öğrendikçe bilinçlenirler ve yaptıkları işin önemini anlarlar; geçmişlerine sahip çıkmaya ve bu geçmişin kendilerine verdiği özgüvenle, yapacakları işlere yön vermeğe başlarlar. Tarihin önemini kavrayıp ona sahip çıkarlar.
Bu sahiplenme aynı zamanda, sürmekte olan insanlaşma sürecidir. Bu anlamıyla insanlar, kendilerinin içinde olduğu toplumsal eylemin ve onun oluşturduğu tarihin bilincine vardıkça insanlaşırlar.

Tarihi Kullanmak

Doğada olduğu gibi toplum yaşamında da süreçler, kendi iç çelişkileriyle birlikte gelişir. Bu gelişimi görerek geçmişin önemini kavrayanlar, onu kendi yararına kullandılar ve siyasi çıkarın aracı haline getirdiler.
Egemenlik altına aldıkları toplumları, kimliklerinden ve geçmişlerinden kopardılar. Topluluk bilincini körelten, insanları dayandığı tarihsel köklerden koparan ve onları geçmişleriyle birlikte yarattıkları değerleri bilmeyen bilinçsiz topluluklar haline getiren yıkıcı karışmalar; insana yabancılaşmanın en belirgin göstergeleridir.
Tarihinden koparılarak, kalıtını (mirasını) bilmeyen varisler durumuna düşen toplumlar, kolayca kullanıldılar ve alabildiğine sömürüldüler. Türk toplumunda, Batılılaşma adına son ikiyüz yıldır yaşanan bozulma, bu genel gidişin sonuçlarından başka bir şey değildir.

Gizlenmesi Olanaksız Tarih

Türkler’in tarihteki yeri, yarattıkları uygarlıklar ve bu uygarlıkların sağladığı kültürel birikim; tarihi, sömürünün aracı olarak kullananların, her türlü saldırı ve bozma girişimini hak edecek kadar parlaktı. Tarihte alınan yer o denli yaygın ve etkiliydi ki, bu etkiyi yok saymak ya da gücünü gizlemek, başarılması güç bir işti.
Nitekim içten ve dıştan, çok uzun süreler ve çok yoğun biçimde sürdürülen unutturma ya da çarpıtma girişimlerine karşın, tarihsel gerçekler gizlenemedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dörtyüz yılında, Türklere kendi tarihleri öğretilmedi ama gizlenmesi mümkün olmayacak kadar geniş olan bu tarih, tüm canlılığıyla kendisini korumasını bildi.

Saldırı Merkezleri

Türk tarihine karşı saldırılar ve yok etme girişimleri, ağırlıklı olarak iki merkez üzerinde yoğunlaşır. Batı merkezli Avrupacılık, Doğu merkezli Arapçılık. Bugün birbiri içine giren bu iki akım, Türk tarihine karşıtlığın ideolojik merkezi durumundadır.
Birbirinden ayrımlı gibi görünen bu iki eğilimin, buluştuğu ortak nokta, Türkler’in “çadır ve atdan başka bir şeyi olmayan göçebe barbarlar” olduğunu ileri süren görüş ve bu görüşün oluşturduğu anlayıştır. Osmanlı’da olduğu kadar günümüzde de yandaş bulan bu anlayış, Batıcılık ve Arapçılık olarak varlığını, üstelik daha etkili olarak, günümüzde de sürdürmektedir.
Batıcılar ya da Arapçılara göre; Orta Asya’da uygarlıktan söz edilemez; Türkler bilim ve kültürden uzak insanlardır; Türkler hiçbir zaman ulus olamamıştır. Ulus değil, ümmet esastır. Arapçılar, Doğu’daki bilimi Arap bilimi olarak kabul ederler ancak onu da yeterince incelemezler. Batıcılara göre ise Doğu’da bilim diye birşey yoktur.

Derinliği Olan Devlet

Bilime, tarihe ve gerçeklere ters düşen bu savlar, başarılı olma olasılığı bulunmayan kaba çarpıtmalardır. Türk kültürü ve sanatı, tarihine uygun düşen ve artık herkesin görebileceği bir derinliğe ve inceliğe sahiptir. Bu gerçek, her geçen gün artarak değişik kökenden bilim adamları tarafından kabul edilmekte, yeni bulgu ve görüşlerle pekişmektedir.
Örneğin, Fransız tarihçi Jean Paul Roux Orta Asya adlı kitabında, Timur dönemini incelerken “Timur Dönemi Rönesansından”  söz eder ve bu “Rönesansı” Avrupa Rönesansı’yla kıyaslıyarak şunları söyler: “Timur dönemi Rönesansından söz ettiğimizde, bir dizi düşünce bizi Batı Rönesansına götürüyor. İki kıtada dörtyüz yıl önce ortaya çıkan bu iki rönesans birbiriyle uyuşuyor. Ancak, Batı Rönesansı Antik Çağ kaynaklarına dönerek ortaya çıkarken, Maveraünnehir (Aral’ın Güneydoğusu y.n.) ve Afganistan Rönesansı, savaşlardan kaynaklanan durgunluk dönemlerinden sonra, geçmişe geri dönmeden kültürel faaliyetin yeniden canlanmasıdır. Bununla birlikte bu iki rönesansın ortak noktaları vardır. Her ikisi de doruğa ulaşmış ve paylaştıkları düşünceler ve zevkler açısından, birbirine yakınlaşmıştır, birbirlerini kolayca anlamışlardır”.1

Dünyayı Etkileyen Kültür

Jean Paul Roux’un Batı Rönesansı ile kıyaslanacak kadar ileri bulduğu Timur dönemi, Türk tarihi içinde, kültür ve sanatta nitelikli ürünlerin verildiği parlak evrelerden yalnızca biridir. Orta Asya’da ortaya çıkan, orada gelişip serpilerek geniş alanlara yayılan Türk uygarlığı, pek çok kültürle iç içe geçmiş ve hemen hiçbir toplumda görülmeyen bir yoğunlukla, bu kültürlerle kaynaşmıştır.
Hiçbir güç ya da girişim, dünyanın büyük bölümünü etkileyen bu oluşumu yadsıyamadı, yok sayamadı; tarihi mirasını onun elinden alamadı. Ancak, bilimsel olarak değil ama yanlışa dayalı propagandayla bu birikimin bilinçlerden uzak tutulması ya da başkalarına aitmiş gibi gösterilmesi, önemli oranda başarıldı.

Orta Asya Kültürü

Amerikalı tarihçi ve arkeolog Pumpelly’nin, başlangıcını M.Ö.9 bine götürdüğü2 Orta Asya kültürü; 8.binde hayvancılığa, 6.binde maden işçiliğine geçmiş3, son 5 bin 500 yılı kanıtlı olmak üzere tarıma başlamıştı.4
Türkler; başka uygarlıklar henüz “ata binmeyi bile bilmezken”, “tahta, deri gibi dayanıksız, madenler gibi dayanıklı malzemeleri işlemiş”, “Toprağı ekip biçmiş”5, yazıyı ve abeceyi (alfabeyi) bulmuş ve kentler kurmuştu.6
Kurganlar (tumulus da denilen mezarlar), Orta Asya kültürünün en eski ve önemli ürünleridir. Ural Dağları’ndan Yenisey Nehri dolaylarına dek, tüm Güney Sibirya’da ve Kırgız steplerinde binlerce kurgan bulunmuştur.
Açılan kurganlarda dönemin uygarlığını yansıtan; altın, gümüş, bakır ve demirden yapılmış alet ve süs eşyaları ortaya çıkarılmıştır. Tunç devri kurganlarında bulunan; kılıç, ok ucu, süngü, mızrak, üzengi, miğfer gibi savaş araçları; orak, kayçı (makas), biz, burgu, kazan, tava gibi tarım ve ev eşyaları; küpe, bilezik, düğme, ayna gibi süs aletleri dönemlerini aşan bir gelişkinliğe ve inceliğe sahiptiler.7

Yerleşik Yaşam

Orta Asya’da göçebe boylardan başka, gelişkin bir yerleşik yaşam vardı. Doğa ve iklim koşulları nedeniyle büyük zarar görse de, yok olmayan köy ve kent yaşamı, tarımın ve zanaatçılığın merkezleri olmayı sürdürmüşlerdi. Toprağın üzerinde kalmayı başaran kent yıkıntıları dışında, varlığı bilinen ve bilinmeyen ancak bulunmaları rastlantıya kalan, kum altında pek çok kent bulunmaktadır. Çin’de bulunan ve tarihçileri şaşkına çeviren Terrakota yontularını (heykellerini) barındıran kent, kum altında kalmaya iyi bir örnektir.
Kırgız ve Kazakların oturdukları alanın birçok yeri kent kalıntısı ve uygarlık yıkıntılarıyla doludur. Bunların bir bölümü, tarihçiler tarafından saptanan ancak yerleri bulunamayan, yok olmuş kentlerdir. Otrar, Cent, Sağnak, Yangı-Kent, Sürkent, Şelci, Atbaş, Talas, Almalık, Sus, Çağdal, Nuket, Barshan, Cent, Suyap böyle kentlerdir.8
Son dönemlerde yapılan kazılarla, yalnızca Çin Türkistanı’nda kumlar altında elliden çok, daha önce bilinmeyen kent yıkıntısı bulunmuştur.9 Tarihçi V.A.Ranov yalnızca Gobi Çölü’yle Issıq Köl’e varan bir çizgi üzerinde, 100 kadar yerleşim yerinin yer aldığını ileri sürmüştür.10

Yazı, Resim ve Oymalar

Uygarlığın başlangıcı olarak kabul edilen yazı, “ilk kez Orta Asya’da ortaya çıktı” ve “dünyaya buradan yayıldı”.11 İlk yazı türlerinden olan resim yazı (hiyeroglif), Asya’da bulundu ve “herhalde Sümerler tarafından Ortadoğu’ya götürüldü”.12
Uzun dönemler boyunca geliştirilen yazı türleri, dilin seslerini gösteren ve belirli bir sıraya göre dizilmiş harflerin bütününü oluşturan abecenin bulunmasıyla sonuçlandı. Konuşmaya başladığı aşamalardan beri, resimsel öğeler (piktogramlar) ve taş oymalarla (petroglifler) dillerini yazıya dökmüş olan Türkler; abeceyi, binlerce yılın yarattığı bu birikimin ürünü olarak bulup geliştirdiler.13
Türkçe’nin çok uzun bir süreç içinde oluşması, onu kolay anlaşılır ve kolay yazılır kıldı. Kendini her koşulda koruyabilen bir kök sağlamlığı ve sınırsız sayıda sözcük üretme yeteneği kazandırdı. Arapça ve Farsça’ya, Selçuklulardan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dek, devletçe tanınan ayrıcalıklara karşın Türkçe, bu sağlamlığa dayanarak kendini korudu; halk dilinde değerinden hiçbir şey yitirmeden yaşadı. Gücü ve canlılığı nedeniyle, Arap harflerinden vazgeçilirken fazla bir zorluk yaşanmadı.

DİPNOTLAR

1                      “Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.363
2                      “Tarih I, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.Bas.-1994, sf.35
3                      “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Basım 1996, sf.68
4                      “Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.36
5                      a.g.e. sf.36
6                      “Tarih Türklerle Başlar” Hulki Cevizoğlu, Ceviz Kabuğu Yay., 2002, sf.102 ve 75
7                      “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Basım 1996, sf.326-327
8                      “On Yedi Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey”, Ord. Prof.Zeki Velidi Togan,  İstanbul Burhabeddin Matbaası, 1934, sf.41-44
9                      a.g.e. sf.330
10                 “Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1998, sf.68
11                 “Tarih I, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.Bas.1994, sf.41
12                 a.g.e. sf.41
13                 “Tarih Türklerle Başlar” Hulki Cevizoğlu, Ceviz Kabuğu Yay., 2002, sf.102




2 yorum:

  1. Doğan Avcıoğlu'nun eseri Türklerin Tarihi kitabını okuyorum ve pek çok yönden örtüşüyor.Metin Aydoğan hocamın yazılarını da her zaman takip ediyorum.Değerli yazarımıza saygılar sunuyorum.

    YanıtlaSil