13 Mart 2019 Çarşamba

12 MART



1970, kitle eylemlerinin doruğa ulaştığı bir yıldı. Türkiye, bu yıla dek bu denli yaygın ve yoğun, bu denli örgütlü bir toplumsal dirençle karşılaşmamıştı. Üniversite gençliği ve işçiler başta olmak üzere toplumun her kesimi, değişim ve gelişimi amaçlayan bir devingenlik içindeydi. Devrimci Öğrenci hareketi, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini kavramış, savaşımını yükseltiyordu. Bağımsızlık ve demokrasi istemi, siyasi bir güç haline gelerek halk kitlelerine yayılıyordu. ABD ve yerli işbirlikçileri bu sürece sessiz kalamazdı, kalmadı da. 12 Mart 1971 günü, ünlü muhtıra verildi.


12 Mart’a Giderken

1970, kitle eylemlerinin doruğa ulaştığı bir yıldı. Türkiye, bu yıla dek, bu denli yaygın ve yoğun, bu denli örgütlü bir toplumsal dirençle karşılaşmamıştı. Üniversite gençliği ve işçiler başta olmak üzere toplumun her kesimi, değişim ve gelişimi amaçlayan bir devingenlik içindeydi. Devrimci Öğrenci hareketi, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini kavramış, savaşımını yükseltiyordu. Bağımsızlık ve demokrasi istemi, siyasi bir güç haline gelerek halk kitlelerine yayılıyordu. ABD ve yerli işbirlikçileri bu sürece sessiz kalamazdı, kalmadı da. 12 Mart 1971 günü, ünlü muhtıra verildi.
Muhtıraya gerekçe oluşturacak kışkırtma girişimleri, kimi zaman devlet kurumlarının da katılımıyla, üç yıldır sürdürülüyordu. Gençlere yönelen ve Vedat Demircioğlu’yla başlayan öldürme süreci; Mehmet Büyüksevinç, Battal Mehetoğlu, Mehmet Cantekin, Taylan Özgür, İlker Mansuroğlu, Turgut Aytaç, Duran Erdoğan, Atalay Savaş, Mehmet Doğankıran, Koray Aydın ile sürmüştü. Bu arada; Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu, Dursun Özkuzu adlı ülkücü öğrenciler de art arda öldürülmüşlerdi.

Silahlanma

Gençler, 70’li yıllara girerken silahlanmaya başladılar. Devrimci gençler, saldırıların artmasıyla ve korunmadıklarını görerek, kendilerini savunmak için silahlandı. Görünür görünmez birçok el, gençleri silahlanmaya ve kendi aralarında çatışmaya yöneltiyor, çok da başarılı oluyordu. Üniversite, yurt yararına olduğu inancıyla, kaldıramayacakları ağır bir savaşımın içine giriyor ve sanki düşman işgaline karşı koyarcasına, hem polisle hem de birbiriyle çarpışıyordu.
Ülkede cirit atan yabancı ajanlar, işbirlikçiler aracılığıyla olayları istedikleri biçimde yönlendiriyordu. Büyük bir kitlesel güce ulaşan gençlik örgütlerine, üstelik çoğu kez yönetici olarak sızılıyordu. Öğrenci kitlesi, konumu ve gücüyle orantılı olmayan bir çatışma içinde sürükleniyordu. Oyun o denli açık oynanıyordu ki; örneğin, İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan MİT görevlisi Mahir Kaynak, derslerinde gençlere silahlı mücadelenin kaçınılmazlığını anlatıyordu.
Bugün medyada ya da iş çevrelerinde ABD ve AB politikalarını savunarak, Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve ulus-devlete saldıran pek çok medyatik kişi, o dönemde etkili öğrenci örgütlerinin yöneticileriydi. Bunlar, yasadışı yollardan Filistin Kampları’na gidip geliyor, gençliğe en keskin eylemleri öneriyorlardı. En hızlı devrimciler onlardı. ‘Devrim ancak silahla olur; hareket herşeydir; silahtan korkanlar küçük burjuvadır’ sözleri dillerinden düşmüyordu.

Sinsi Plan

Gençliğe yönelen sinsi plan başarıyla uygulandı ve öğrenci olayları birdenbire yön değiştirdi. Şiddetli ve sürekli silahlı bir çatışma, ülkenin her yerine yayıldı. Kim olduğu, nereden geldiği, kime bağlı olduğu belirsiz silahlı kişiler; gençlere saldırıyordu. Keskin sözlerle çatışmayı öne çıkaran kişiler gençlik içinde etkin konuma geliyor, saldırıya dayalı siyaset geçerli yöntem oluyordu. Akademik-demokratik istemler ortadan kalkmıştı. Halkın kaygıyla izlediği ve giderek tepki duyduğu kanlı bir çatışma yayılıyordu.
Bu ortamda, gençliğin halktan koparak yalnız kalmaması olası değildi. Halktan koptukça ezilip örseleniyor, tutuklanıyor ve ard arda öldürülüyordu. Halkın, çatışmaların bitmesi için her şeyi kabullenir duruma gelmesi kaçınılmazdı. Amaç da buydu zaten. Çatışmalarla, hem ülkenin genç aydınları yok ediliyor hem de toplum, önlem adına her türlü müdahaleye razı duruma getiriliyordu. Bir taşla birden çok kuş vuruluyordu. Aynı yöntem, 12 Eylül’de daha kapsamlı olarak uygulanacaktı.

Devlet ve CIA’nın Rolü

12 Mart Aydın Kırımı’nın amaç ve kapsamını gösteren kanıtlar, yalnızca yaşanan olaylar değildir. En yetkili kişiler, zaman zaman durumu ortaya koyan açıklamalar yapıyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, üniversite gençliğini kast ederek, ‘biz devleti bunlara teslim etmeyeceğiz, teslim edeceğimiz gençler şu anda imam hatiplerde okuyor’ derken; CIA Başkanı Helms, 12 Mart’tan sonra yaptığı açıklamada, ‘Evet, 12 Mart’ı hazırlayan çatışmaları, ajanlarımızın aracılığıyla biz düzenledik’ diyordu.
12 Mart’ın temel amacı, Türkiye’de bağımsızlığa yönelen toplumsal uyanışı önlemekti. Bunun için Atatürk yoğun biçimde kullanıldı. Muhtıra’da; ‘anarşi, kardeş kavgası, ekonomik ve sosyal huzursuzluklardan’ söz ediliyor, ‘Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine ulaşma ümidinin yitirildiği’ ve ‘anayasanın öngördüğü reformların yapılmadığı’ söyleniyordu.
Radyoda okunan bildiri, tasarlı bir çalışmaya son noktayı koyan bir kandırma girişimiydi. Türkiye’de, CIA’nın uzmanı olduğu bir program uygulanmış; yaratılan karmaşa içinde, toplumun istemlerine uygun gibi görünen yanıltıcı bir bildiriyle ortaya çıkılmıştı.

Hedef Atatürk

Kardeş kavgasından söz ediliyordu ancak bu kavgayı çıkarıp yaygınlaştıran kendileriydi. Atatürk’e sözde sahip çıkılıyor ama yükselen Atatürkçü dalganın durdurulması için, sistemli baskı uygulanıyordu.
Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine ulaşma ümidinin yitirildiği söylenip müdahale yapıldı ama ordudan yüzlerce Atatürkçü subay atıldı. Atatürkçü generaller gözaltına alındı, işkenceden geçirildi. Anayasanın öngördüğü reformlar yapılmadı dendi ama 1961 Anayasasına sahip çıkıp uygulanmasını isteyen aydınlar gözaltına alıp tutuklandı. Ekonomik huzursuzluktan söz ettiler ama huzursuzluğun yaratıcısı olan Dünya Bankası’ndan teknokrat getirdiler.

Tepkiler

12 Mart’a toplumun önemli bir bölümü destek verdi. Çatışma ortamının yaratılmasında payı olan gericilerin bir bölümü, görevlerini yapmış olmanın rahatlığıyla sustu ve olacakları bekledi. Ülkü Ocakları, Muhafazakar Mücadele Birlikleri gibi ABD yanlısı örgütler muhtıraya açıktan destek verdiler. Atatürkçüler, demokratlar hatta kimi sosyalistler bile, muhtırayı başlangıçta olumlu karşıladı ya da karşı çıkmadı.
İlk destek, TİP Genel Başkanı Behice Boran’dan geldi. Onu DİSK izledi. Kendilerine Atatürkçü diyen kimi kişi ve kuruluşlar, destek açıklamaları yaptılar. Eski tüfek sosyalistlerden Hikmet Kıvılcımlı’nın gazetesi, ‘Ordu Kılıcını Attı’ başlığıyla çıktı.
Muhtıranın amacını ve yöneleceği hedefi önceden görenler ve buna göre tutum belirleyenler, yalnızca gençlik örgütleri oldu. Bunlar, söylediklerini kanıtlamak ve inandıkları savaşım biçimini uygulamak için; devlet gücünü elinde tutan muhtıracılara karşı, altından kalkmaları olanaksız bir mücadeleye girişti. Örgüt önderleri, teker teker yakalandı, bir bölümü öldürüldü.

Ölümler

İlk ölüm haberi İzmir’den geldi. İbrahim Öztaş, sarıldığı evde 21 Mayıs 1971 günü öldürüldü. On gün sonra, 31 Mayıs’ta; Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özüdoğru Nurhak dağlarında; bir gün sonra 31 Mayıs’ta, Hüseyin Cevahir İstanbul’da Mahir Çayan’la sarıldıkları evde öldürüldü. Mahir Çayan yaralı olarak ele geçirildi. 16 Kasım 1971’de Deniz Gezmiş yakalandı ve 6 Mayıs 1972 günü, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte idam edildi. 19 Şubat 1972’de Ulaş Bardakçı, 4 Mayıs 1972’de Niyazi Yıldızhan sarıldıkları evde öldürüldü.
Devlet terörü, yalnızca örgüt önderlerine değil, üniversite gençliğinin tümüne yönelmişti. Öğrenciler fakültelerinde teker teker değil; gruplar, hatta sınıflar halinde tutuklanıyordu. Türkiye açık hapishane haline getirilmiş, o güne dek görülmemiş bir insan avı başlatılmıştı. Sokaklar, aranan öğrencilerin resimli afişleriyle donatılmış, ihbar edilmeleri isteniyordu. Yüzlerce öğrenci, sığınıp saklanacak yer arar hale gelmişti. ODTÜ’nde, gözaltıların çokluğu nedeniyle öğrenciler stadyumda toplanmış, orada sorgulanıyordu.

Aydınlara Saldırı

Gözaltı ve tutuklama salgını, işkenceyi de içine alarak; öğretim üyelerine, gazetecilere, yazarlara ve generallere dek yayılmıştı. Çoğu Atatürk çizgisinde çok sayıda aydın, hiçbir yasal gerekçe gösterilmeden gözaltına alındı.
Prof. Tarık Zafer Tunaya başta olmak üzere, Prof.İsmet Sungurbey, Prof.Mümtaz Sosyal, Prof.Muammer Aksoy, Prof. Bahri Savcı, Asis.Bülent Tanör, Asis.Uğur Mumcu, Yazar Doğan Avcıoğlu, Yazar İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal, İlhami Sosyal, Demirtaş Ceyhun, Sinema Sanatçısı Yılmaz Güney, Korgeneral Cemal Madanoğlu, Tuğgeneral Celil Gürkan, Albay Osman Köksal, Yarbay Talat Turhan, Hava Üsteğmen Mehmet Balaban, Deniz Teğmen Alp Kuran, DİSK Başkanı Kemal Türkler, Genel Sekreteri Kemal Sülker, Maden-iş Genel Başkan Yard.Şinasi Kaya, Gıda-iş Genel Başkanı Kemal Nebioğlu, Mimarlar Odası Genel Sekreteri Yavuz Önen, TİP Genel Başkanı Behice Boran, Genel Sekreterler Tarık Ekinci ve Şaban Erik, Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gözaltına alınan ya da tutuklanan aydınların yalnızca bir bölümüydü.

12 Mart’ın Yok Ettiği

12 Mart, uyguladığı terörle yalnızca devrimci gençleri ve aydınları değil, ülkenin aydınlık geleceğini yok etti. Toplumun doğal dengesini bozdu. Devrimciler ezildikçe tutuculuğun önü açıldı, gericiler güçlendi. Dini siyasete alet eden geniş bir kitle yaratıldı. Uygulamaların sorumluluğunu taşıyan Orgeneraller; Memduh Tağmaç, Faik Türün ve Memduh Ünlütürk; Türk tarihine birer kara leke olarak geçtiler. Bunlar emekli olunca, holdinglerde yöneticilik yaptılar. Yaptırdığı işkencelerle ünlü Faik Türün, Nakşibendi Tarikatı üyesi bir gericiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder