1970, kitle eylemlerinin doruğa
ulaştığı bir yıldı. Türkiye, bu yıla dek bu denli yaygın ve yoğun, bu denli
örgütlü bir toplumsal dirençle karşılaşmamıştı. Üniversite gençliği ve işçiler
başta olmak üzere toplumun her kesimi, değişim ve gelişimi amaçlayan bir
devingenlik içindeydi. Devrimci Öğrenci hareketi, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini
kavramış, savaşımını yükseltiyordu. Bağımsızlık ve demokrasi istemi, siyasi bir
güç haline gelerek halk kitlelerine yayılıyordu. ABD ve yerli işbirlikçileri bu
sürece sessiz kalamazdı, kalmadı da. 12 Mart 1971 günü, ünlü muhtıra verildi.
12
Mart’a Giderken
1970, kitle eylemlerinin doruğa ulaştığı bir yıldı.
Türkiye, bu yıla dek, bu denli yaygın ve yoğun, bu denli örgütlü bir toplumsal
dirençle karşılaşmamıştı. Üniversite gençliği ve işçiler başta olmak üzere
toplumun her kesimi, değişim ve gelişimi amaçlayan bir devingenlik içindeydi.
Devrimci Öğrenci hareketi, Mustafa Kemal
ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini kavramış, savaşımını
yükseltiyordu. Bağımsızlık ve demokrasi istemi, siyasi bir güç haline gelerek
halk kitlelerine yayılıyordu. ABD ve yerli işbirlikçileri bu sürece sessiz
kalamazdı, kalmadı da. 12 Mart 1971 günü, ünlü muhtıra verildi.
Muhtıraya gerekçe oluşturacak
kışkırtma girişimleri, kimi zaman devlet kurumlarının da katılımıyla, üç yıldır
sürdürülüyordu. Gençlere yönelen ve Vedat
Demircioğlu’yla başlayan öldürme süreci; Mehmet Büyüksevinç, Battal
Mehetoğlu, Mehmet Cantekin, Taylan Özgür, İlker Mansuroğlu, Turgut
Aytaç, Duran Erdoğan, Atalay Savaş, Mehmet Doğankıran, Koray
Aydın ile sürmüştü. Bu arada; Ruhi
Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu, Dursun Özkuzu adlı ülkücü öğrenciler de art arda öldürülmüşlerdi.
Silahlanma
Gençler, 70’li yıllara girerken silahlanmaya başladılar.
Devrimci gençler, saldırıların artmasıyla ve korunmadıklarını görerek,
kendilerini savunmak için silahlandı. Görünür görünmez birçok el, gençleri
silahlanmaya ve kendi aralarında çatışmaya yöneltiyor, çok da başarılı
oluyordu. Üniversite, yurt yararına olduğu inancıyla, kaldıramayacakları ağır
bir savaşımın içine giriyor ve sanki düşman işgaline karşı koyarcasına, hem
polisle hem de birbiriyle çarpışıyordu.
Ülkede cirit atan yabancı ajanlar, işbirlikçiler
aracılığıyla olayları istedikleri biçimde yönlendiriyordu. Büyük bir kitlesel
güce ulaşan gençlik örgütlerine, üstelik çoğu kez yönetici olarak sızılıyordu.
Öğrenci kitlesi, konumu ve gücüyle orantılı olmayan bir çatışma içinde
sürükleniyordu. Oyun o denli açık oynanıyordu ki; örneğin, İstanbul
Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan MİT görevlisi Mahir Kaynak, derslerinde gençlere silahlı mücadelenin
kaçınılmazlığını anlatıyordu.
Bugün medyada ya da iş
çevrelerinde ABD ve AB politikalarını savunarak, Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve ulus-devlete saldıran pek çok medyatik
kişi, o dönemde etkili öğrenci örgütlerinin yöneticileriydi. Bunlar, yasadışı
yollardan Filistin Kampları’na gidip geliyor, gençliğe en keskin eylemleri
öneriyorlardı. En hızlı devrimciler onlardı. ‘Devrim ancak silahla olur; hareket herşeydir; silahtan korkanlar küçük
burjuvadır’ sözleri dillerinden düşmüyordu.
Sinsi
Plan
Gençliğe yönelen sinsi plan başarıyla uygulandı ve öğrenci
olayları birdenbire yön değiştirdi. Şiddetli ve sürekli silahlı bir çatışma,
ülkenin her yerine yayıldı. Kim olduğu, nereden geldiği, kime bağlı olduğu
belirsiz silahlı kişiler; gençlere saldırıyordu. Keskin sözlerle çatışmayı öne
çıkaran kişiler gençlik içinde etkin konuma geliyor, saldırıya dayalı siyaset
geçerli yöntem oluyordu. Akademik-demokratik istemler ortadan kalkmıştı. Halkın
kaygıyla izlediği ve giderek tepki duyduğu kanlı bir çatışma yayılıyordu.
Bu ortamda, gençliğin halktan
koparak yalnız kalmaması olası değildi. Halktan koptukça ezilip örseleniyor,
tutuklanıyor ve ard arda öldürülüyordu. Halkın, çatışmaların bitmesi için her
şeyi kabullenir duruma gelmesi kaçınılmazdı. Amaç da buydu zaten. Çatışmalarla,
hem ülkenin genç aydınları yok ediliyor hem de toplum, önlem adına her türlü
müdahaleye razı duruma getiriliyordu. Bir taşla birden çok kuş vuruluyordu.
Aynı yöntem, 12 Eylül’de daha kapsamlı olarak uygulanacaktı.
Devlet
ve CIA’nın Rolü
12 Mart Aydın Kırımı’nın amaç ve kapsamını gösteren kanıtlar,
yalnızca yaşanan olaylar değildir. En yetkili kişiler, zaman zaman durumu
ortaya koyan açıklamalar yapıyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, üniversite gençliğini kast ederek, ‘biz devleti bunlara teslim etmeyeceğiz,
teslim edeceğimiz gençler şu anda imam hatiplerde okuyor’ derken; CIA
Başkanı Helms, 12 Mart’tan sonra
yaptığı açıklamada, ‘Evet, 12 Mart’ı
hazırlayan çatışmaları, ajanlarımızın aracılığıyla biz düzenledik’ diyordu.
12 Mart’ın temel amacı, Türkiye’de bağımsızlığa yönelen
toplumsal uyanışı önlemekti. Bunun için Atatürk
yoğun biçimde kullanıldı. Muhtıra’da; ‘anarşi,
kardeş kavgası, ekonomik ve sosyal huzursuzluklardan’ söz ediliyor, ‘Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine ulaşma
ümidinin yitirildiği’ ve ‘anayasanın öngördüğü reformların yapılmadığı’
söyleniyordu.
Radyoda okunan bildiri, tasarlı
bir çalışmaya son noktayı koyan bir kandırma girişimiydi. Türkiye’de, CIA’nın
uzmanı olduğu bir program uygulanmış; yaratılan karmaşa içinde, toplumun
istemlerine uygun gibi görünen yanıltıcı bir bildiriyle ortaya çıkılmıştı.
Hedef
Atatürk
Kardeş kavgasından söz ediliyordu ancak bu kavgayı
çıkarıp yaygınlaştıran kendileriydi. Atatürk’e
sözde sahip çıkılıyor ama yükselen Atatürkçü dalganın durdurulması için,
sistemli baskı uygulanıyordu.
Atatürk’ün çağdaş
uygarlık hedefine ulaşma ümidinin yitirildiği söylenip müdahale yapıldı ama
ordudan yüzlerce Atatürkçü subay atıldı. Atatürkçü generaller gözaltına alındı,
işkenceden geçirildi. Anayasanın öngördüğü reformlar yapılmadı dendi ama 1961
Anayasasına sahip çıkıp uygulanmasını isteyen aydınlar gözaltına alıp
tutuklandı. Ekonomik huzursuzluktan söz ettiler ama huzursuzluğun yaratıcısı
olan Dünya Bankası’ndan teknokrat getirdiler.
Tepkiler
12 Mart’a toplumun önemli bir bölümü destek verdi.
Çatışma ortamının yaratılmasında payı olan gericilerin bir bölümü, görevlerini
yapmış olmanın rahatlığıyla sustu ve olacakları bekledi. Ülkü Ocakları,
Muhafazakar Mücadele Birlikleri gibi ABD yanlısı örgütler muhtıraya açıktan
destek verdiler. Atatürkçüler, demokratlar hatta kimi sosyalistler bile,
muhtırayı başlangıçta olumlu karşıladı ya da karşı çıkmadı.
İlk destek, TİP Genel Başkanı Behice Boran’dan geldi. Onu DİSK izledi. Kendilerine Atatürkçü
diyen kimi kişi ve kuruluşlar, destek açıklamaları yaptılar. Eski tüfek
sosyalistlerden Hikmet Kıvılcımlı’nın
gazetesi, ‘Ordu Kılıcını Attı’ başlığıyla çıktı.
Muhtıranın amacını ve yöneleceği
hedefi önceden görenler ve buna göre tutum belirleyenler, yalnızca gençlik
örgütleri oldu. Bunlar, söylediklerini kanıtlamak ve inandıkları savaşım
biçimini uygulamak için; devlet gücünü elinde tutan muhtıracılara karşı,
altından kalkmaları olanaksız bir mücadeleye girişti. Örgüt önderleri, teker
teker yakalandı, bir bölümü öldürüldü.
Ölümler
İlk ölüm haberi İzmir’den geldi. İbrahim Öztaş, sarıldığı evde 21 Mayıs 1971 günü öldürüldü. On gün
sonra, 31 Mayıs’ta; Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özüdoğru Nurhak dağlarında; bir gün sonra 31 Mayıs’ta, Hüseyin Cevahir İstanbul’da Mahir Çayan’la sarıldıkları evde
öldürüldü. Mahir Çayan yaralı olarak
ele geçirildi. 16 Kasım 1971’de Deniz
Gezmiş yakalandı ve 6 Mayıs 1972 günü, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan’la
birlikte idam edildi. 19 Şubat 1972’de Ulaş
Bardakçı, 4 Mayıs 1972’de Niyazi
Yıldızhan sarıldıkları evde öldürüldü.
Devlet terörü, yalnızca örgüt
önderlerine değil, üniversite gençliğinin tümüne yönelmişti. Öğrenciler
fakültelerinde teker teker değil; gruplar, hatta sınıflar halinde
tutuklanıyordu. Türkiye açık hapishane haline getirilmiş, o güne dek görülmemiş
bir insan avı başlatılmıştı. Sokaklar, aranan öğrencilerin resimli afişleriyle
donatılmış, ihbar edilmeleri isteniyordu. Yüzlerce öğrenci, sığınıp saklanacak
yer arar hale gelmişti. ODTÜ’nde, gözaltıların çokluğu nedeniyle öğrenciler
stadyumda toplanmış, orada sorgulanıyordu.
Aydınlara
Saldırı
Gözaltı ve tutuklama salgını, işkenceyi de içine alarak;
öğretim üyelerine, gazetecilere, yazarlara ve generallere dek yayılmıştı. Çoğu
Atatürk çizgisinde çok sayıda aydın, hiçbir yasal gerekçe gösterilmeden
gözaltına alındı.
Prof.
Tarık Zafer Tunaya başta olmak üzere, Prof.İsmet
Sungurbey, Prof.Mümtaz Sosyal, Prof.Muammer Aksoy, Prof. Bahri Savcı, Asis.Bülent Tanör, Asis.Uğur Mumcu, Yazar Doğan
Avcıoğlu, Yazar İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal, İlhami Sosyal,
Demirtaş Ceyhun, Sinema Sanatçısı Yılmaz Güney, Korgeneral Cemal Madanoğlu, Tuğgeneral Celil Gürkan, Albay Osman Köksal, Yarbay Talat Turhan, Hava Üsteğmen Mehmet Balaban, Deniz Teğmen Alp Kuran, DİSK Başkanı Kemal Türkler, Genel Sekreteri Kemal Sülker, Maden-iş Genel Başkan
Yard.Şinasi Kaya, Gıda-iş Genel
Başkanı Kemal Nebioğlu, Mimarlar
Odası Genel Sekreteri Yavuz Önen,
TİP Genel Başkanı Behice Boran,
Genel Sekreterler Tarık Ekinci ve Şaban Erik, Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Mihri
Belli gözaltına alınan ya da tutuklanan aydınların yalnızca bir bölümüydü.
12
Mart’ın Yok Ettiği
12 Mart, uyguladığı terörle
yalnızca devrimci gençleri ve aydınları değil, ülkenin aydınlık geleceğini yok
etti. Toplumun doğal dengesini bozdu. Devrimciler ezildikçe tutuculuğun önü
açıldı, gericiler güçlendi. Dini siyasete alet eden geniş bir kitle yaratıldı.
Uygulamaların sorumluluğunu taşıyan Orgeneraller; Memduh Tağmaç, Faik Türün
ve Memduh Ünlütürk; Türk tarihine
birer kara leke olarak geçtiler. Bunlar emekli olunca, holdinglerde yöneticilik
yaptılar. Yaptırdığı işkencelerle ünlü Faik
Türün, Nakşibendi Tarikatı üyesi bir gericiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder