7 Nisan 2019 Pazar

1923 TÜRKİYESİ VE KEMALİST KALKINMA



Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun yüzde 80’inden çoğu köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde, ürettiğini tüketen ve yoksulluk sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri oluşmamıştı. 1927 yılı Sanayi Sayımı’na göre, el sanayi işletmeleri yani tamirhaneler dahil 33085 iş yeri ve bu işyerlerinde çıraklar dahil 76216 işçi vardı. Her işyerine 2-3 işçi düşüyordu. Burjuvazi, proletarya gibi sınıflar oluşmamıştı. Sermaye birikimi yoktu. İç ticaretle uğraşan 18000 işyerinin; yüzde 47’si Rumlara, yüzde 22’si Ermenilere, yüzde 18’i Levantenlere (Avrupa kökenliler) aitken, yalnızca yüzde 13’ü Türklerindi. İç ve dış ticaret, sanayi, madencilik, mali sermaye kuruluşları ve bankacılık Türk ya da Müslüman olmayanların elindeydi. Azınlıkların ülkeyi terk etmesiyle, Türkiye’de ticaretin duracağına, bankaların çalışmayacağına hatta Türk makinist olmaması nedeniyle demiryolu ulaşımının yapılamayacağına inanılıyordu.

Lozan ve Ulusal Bilinç

Ekonomik bağımsızlık konusunda ilk kapsamlı resmi tavır Lozan’da gösterildi. Türklerin konuyla ilgili gösterdiği bilinç ve kararlı davranış, galip devletleri en az Kurtuluş Savaşı kadar şaşırtmıştır. Türklerden böyle bir ulusal bilinç beklenmiyor ve Anadolu’da askeri eylemle ortaya çıkan siyasi sonucun, ekonomik ilişkilerle kısa sürede ortadan kaldırılacağına inanılıyordu.
Batılılar bu nedenle, Lozan’ı, o günlerin özel koşulları nedeniyle imzalanmak zorunda kalınan geçici bir anlaşma olarak gördüler. Lozan’ın kalıcılığını içlerine hiç bir zaman sindiremediler.

1923 Türkiye’si

Antlaşma imzalanırken bile, Türkiye’nin yoksulluk nedeniyle tek başına ayakta kalamayacağına ve kısa bir süre sonra Batıdan yardım isteyeceğine inanılıyordu. Bu konuda tümüyle haksız da değillerdi. Ülke gerçekten tükenmiş durumdaydı. Açlık, hastalık ve her tür yoksulluk ortalıkta kol geziyordu. Üretimsizlik yaygındı. Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri oluşmamıştı. Petrol yalnızca gaz lambalarında kullanılıyordu. Makinalı tarım, motor, enerji santralleri, fabrikalar, atölyeler, para piyasaları, bankalar, ticari kurumlar toplum yaşamına henüz girmemişti. Batı Anadolu’da, Yunanlılarca yıkılmamış kimi kasabalardaki sinemalara, “para yerine yumurta verilerek” giriliyordu.1
Otomobil, kamyon, tramvay gibi araçlarla, toplu taşımacılık gibi kavramlar, Anadolu’da bilinmiyordu. İnsanlar ulaşım aracı olarak at, eşek başta olmak üzere, şehirler arasında kağnı, şehir içinde ise yaylı, körük ve london denilen at arabalarını kullanıyordu. 1923 yılında, “kışın çamurdan geçilmez duruma gelen”, yalnızca 139 bin kilometre “karayolu!” vardı; ülkenin tümündeki motorlu taşıt sayısı yalnızca 1500’dü.2 Vali ya da jandarma komutanının manyetolu telefonundan başka hiçbir kişi ve kuruluşta telefon yoktu.3
Batılılara göre, Türkiye ya borç alarak ayakta kalabilecek ya da bir süre sonra dağılacaktı. O günkü Türkiye’nin toplumsal yapısını bilenlerin, böyle düşünmesi doğaldı.

Yoksulluk

Atatürk, 19 Ocak 1923’te, İzmit’te halka yaptığı konuşmada, ülkenin yoksulluğunu şu sözlerle açıklamıştı: “Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin Kuzey’den Güney’e kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir; baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arzediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıplaktır”.4
Lord Curzon’nun Lozan’da “Siz yoksul bir ülkesiniz yakında gelip borç isteyeceksiniz” diyerek güvendiği yoksulluk, böyle bir yoksulluktu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu yoksulluğa ve kalkınmak için sermayeye gereksinimi olmasına karşın Batı’dan, Curzon’nun düşündüğü anlamda hiçbir şey istemedi. 1938’e dek, bağımlılık doğuracak hiçbir ilişkiye girmedi.

Kadrosuz Kalkınma

Ekonomik kalkınma ve toplumsal ilerleme girişimi, başedilmesi güç yokluklar ve yoksunluklar içinde sürdürüldü. Gerçekleştirilmesi istenen her girişim, önce o girişimi yapacak kadroların yetiştirilmesini gerekli kılıyordu. Hemen hiçbir alanda, çağdaş eğitim görmüş, yetişmiş kadro yoktu. Tarımsal ürünlerden başka bir geliri olamayan ülkede, yüksek öğrenim görmüş ziraat mühendisi sayısı yalnızca 20’ydi.5 Türk doktor, mühendis, eczacı, diş hekimi, tüccar, bankacı, sanatçı, teknisyen, ekonomist vb. yok denecek düzeydeydi.
1923’de ilk bütçe hazırlandığında, gereksinimlere yanıt veren bir öncelikler izlencesi hazırlanmış, bu izlenceye göre davranılmıştı. Onbeş yıllık kalkınma dönemi içinde, bağımlılık doğuracak dış borç alınmamış, üstelik Osmanlıdan kalan Duyun-u Umumiye borçları ödenmişti. Emperyalist devletlerin kışkırttığı ve 1930’a dek süren gerici ve Kürtçü ayaklanmalar, küçük devlet bütçesinden büyük paylar harcanarak bastırılmıştı. Güvenlik harcamalarının önemli yer tutmasına karşın, düzenli büyüme sağlanarak, yeni bir ekonomik düzen kurulmuştu.

Büyük Atılım

Başlangıç döneminin iç karartıcı koşullarına karşın, büyük bir istek ve kararlılıkla kalkınma savaşına girişildi. Yapılan iş, sıradan bir ekonomik kalkınma girişimi değil, çok başka bir şeydi. Teknolojik üstünlüğü Batıya kaptırarak geride kalan Türkler, çağdaş zamana yetişip Batıyı yakalamak için, tüm ulusça devrimci bir atılım içine girmişti. Cumhuriyet’i kuranlar, onu geliştirip güçlendirmeye ve toplumsal gönenci yükseltmeye kararlıydılar. Bu bir uygarlık özlemiydi.
Hikmet Bayur’un 1939’da yaptığı değerlendirmeye göre, Cumhuriyetin on beş yılda başardıkları, “Osmanlı İmparatorluğunun büyüklük devrinde” gerçekleştirdiği zaferlerden çok daha büyüktü.6

Mustafa Kemal Tavrı

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Birinci Dönem Üçüncü Toplantı Yılı, 1 Mart 1922’de açıldı. Savaş sürmekte, Mustafa Kemal, yüklendiği ağır sorumluluğun altından kalkmak için, sağlığının yerinde olmamasına karşın; siyasi gerilimlerden orduyu yeniden toparlamaya, para ve silah bulmaktan dış politikaya kadar, pek çok işle ilgilenmektedir. Cepheyi, en ön saflara dek dolaşıyor, Meclis’te konuşmalar yapıyor, telgraflarla ülkenin her yerine ulaşıyordu.
Bir yandan; “Yedi aydır (Sakarya Savaşı’ndan sonra geçen süre y.n.) ne bekliyoruz, nereye gidiyoruz? Bizi kim, nereye götürüyor? Bilinmezliklere gidiyoruz!”7, “neden taarruz etmiyoruz, ordumuz durduğu yerde çürütülüyor”8, “Avrupalıların mütareke teklifi neden kabul edilmiyor”9 diyen karşıtçıları iknaya çalışıyor; diğer yandan, Ordu’yu son ve kesin vuruşa hazırlıyordu.
Musul’da artan İngiliz etkisine karşı Revandiz’e birlik gönderiyor10, 15.Kolordu Komutanı Kazım (Karabekir) Paşa’nın “Meclis’in üstünde, uzmanlardan oluşan bir ikinci Meclis oluşturulması önerisine” 11 ikna edici yanıtlar veriyordu. Bütün bunların yanında sürekli olarak “birlik teftiş ediyordu”.12

1 Mart 1922 Söylevi ve Taşıdığı Önem

1 Mart 1922 Meclis konuşmasını, bu koşullar altında hazırladı. Toplumu ilgilendiren birçok konuya değinen uzun söylev, şaşırtıcı bir özelliğe sahipti. Sanki, sonucu henüz belli olmayan yaşamsal bir savaş sürerken değil de, barış zamanında olağan bir Meclis açılışında yapılıyordu.
Utkudan (zaferden) o denli emindir ki; yönetim yapılanması, adlî sorunlar, sağlık ve sosyal yardım işleri, ekonomik kalkınma, bayındırlık, malî ilişkiler, eğitim ve dış siyasete dek, hemen her konuya değinmektedir. Ekonomi konusuna büyük yer ayırmış ve yeni devletin uygulayacağı kalkınma politikasını, henüz savaş bitmemişken biçimlendirmiştir. Yalnızca görüş bildirip öneri yapmıyor, onunla birlikte, uygulamaya dönük kalkınma stratejisi oluşturuyordu.
Konuşmanın başlangıç bölümünü; yönetim, sağlık, adliye ve hukuk sorunlarına ayırmıştı. Hemen ardından ekonomiyi ele alarak, yapılanlar ve yapılacaklar hakkında düşüncelerini açıkladı... Görüş ve önerilerindeki olgunluk, yaşamının büyük bölümünü cephelerde geçirmiş bir askerden çok; ekonomiyi, tarih ve toplumbilim (sosyoloji) boyutuyla ele alan usta bir ekonomi politikçi düzeyindedir.
Günün sorunlarını, tarihsel dayanaklarıyla ele almakta, somut önerilere dönüştürdüğü yorumlarını, geleceğe yönelik tutarlı bir izlence durumuna getirmektedir. 21.Yüzyılda, geri kalmış bir ülkenin, kalkınma yöntemini ortaya koyuyor, bu girişimin kuramını oluşturuyordu. Ülkeyi ve dünyayı tanımayla kazanılmış açık ve anlaşılır görüşleri, gerçeklere dayanmakta, Türk toplumunun gereksinimlerine yanıt veren çözümler getirmektedir.

Köylü Efendimizdir

Konuşmasında, ekonomiyle ilgili bölüme, Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir?” sorusuyla başlar ve hemen ardından “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten çok refah, saadet ve servete hak kazanan ve layık olan da köylüdür” diyerek, yanıt verir.13
Sürekli ve coşkulu alkışlarla karşılanan bu yanıttan sonra, Türk ekonomisinin yönelmesi gereken amaç konusunda şunları söyler: Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin izleyeceği yol, bu temel amacın (köylünün kalkındırılması y.n.) sağlanması yönünde olmalıdır… Köylünün çalışması sonunda elde edeceği emeğinin karşılığını, onun kendi yararına olmak üzere yükseltmek, ekonomi politikamızın esas ruhudur… Özellikle tarım ürünlerimizi, benzeri yabancı ürünlere karşı korumamıza engel olarak, milletimizi bugünkü ekonomik yoksulluğa mahkum eden kapitülasyonların yarattığı acıklı durumu, sizlere hatırlatmadan geçemiyeceğim”.14
Yaşanmakta olan ekonomik çöküntünün nedenlerini; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini, sömürüye dayanan Batı egemenliğini ve Tanzimat uygulamalarını ele alarak açıklar. Konuya hakimdir ve o dönemde kimsenin yapmadığı ya da yapamadığı kadar; nitelikli, açık, kararlı ve özgüvenlidir. Geçmişten çıkardığı dersleri, güncele taşır ve geleceğe dönük sonuçlara ulaşır. Açık, anlaşılır, güven verici ve içtendir.
Şunları söyler: "Bilindiği gibi, memleketin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız, dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Özel ekonomik teşebbüsler, serbest pazar ekonomisi içinde rekabet edebilecek güçlü seviyeye varmamıştı. Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendini koruyamayan ekonomik yaşantımızı, yine ekonomik yönden, kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar; memleketimizde, bir de fazla olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı, istedikleri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı. Bu nedenle ekonomik yaşantımızın bütün bölümlerinin mutlak hakimi olmuşlardı. Bize karşı yapılan bu rekabet, gerçekten çok gayrimeşru, gerçekten çok ezici idi. Rakiplerimiz bu biçimde, endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da zarara uğrattılar. Ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler. Türkiye için, ekonomik yaşantımızı boğan kapitülasyonlar; artık yoktur ve olmayacaktır".15
Önerileri, tümüyle, halkın sorunlarını çözmeye ve onun gönencini arttırmaya yönelikti. Söylediğini yapma özelliği bilindiği için, bu öneriler ilgi uyandırmış, milletvekillerinin coşkulu desteğiyle karşılaşmıştı. Savaş, onun için bitmiş ve kazanılmıştır; bu hava içinde konuşmaktadır: “Avrupa rekabeti yüzünden mahvedilmiş ve şimdiye kadar ihmal edilmiş olan tarımsal sanayimizi canlandırmalıyız... Toprağın altına terk edilmiş duran maden hazinelerimizi az zamanda işlemeliyiz... Ormanlarımızı çağdaş önlemlerle iyi duruma getirmeliyiz... Çalışanların refahını yükseltmeli, cephede harp eden askerlerin ailelerine yardım etmeliyiz... Çiftçiye tohumluk vermeli, Ziraat Bankası aracılığıyla uygun fiyatla tarım alet ve edavatı dağıtmalıyız...16

Akçalı (Mali) Bağımsızlık

Mali sorunları ele alış biçimi, yapısının ve dünya görüşünün doğal sonucuydu. Her konuda ve her zaman yaptığı gibi, konuyu, değişmez ereği tam bağımsızlıkla bütünleştiriyor; mali bağımsızlık sağlanmadan siyasi bağımsızlığın korunamayacağını kesin bir dille açıklıyordu: “Her şeyden önce hayat ve bağımsızlığımızı sağlamaktan ibaret olan milli amacımıza ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz. Önemli olan, mali gücümüzün buna yeterli olup olmayacağıdır... Ülkemizin gelir kaynakları, milli davamızın güvenle elde edilmesine yeterlidir. Mali gücümüz, fakirane olmakla birlikte, dışardan borç almadan ülkeyi yönetecek ve amacına ulaştıracaktır. Ben yalnız bugün için değil, özellikle gelecek için, devlet hayatı ve ülke refahı noktasından mali durum ve bağımsızlığımıza çok önem veririm. Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise ancak, mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olursa, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık, felce uğramış demektir”.17

Tanzimat ve Devletçilik

Kalkınma yöntemini açıklarken, devletçiliği öne çıkarıyordu. 1922 yılında sözü edilen bu yaklaşım, Türkiye’de kimsenin bilmediği bir konuydu ve ekonomik kalkınma anlamıyla ilk kez dile getiriliyordu. İlerde, yaygınca uygulanacak olan devletçilikten söz etmekle, bir anlamda, kalkınma stratejisinin temel doğrultusunu açıklamış oluyordu.
Ele alıp irdelediği ve o güne dek yeterince bilinmeyen bir başka konu, Tanzimat uygulamaları ve Kapitülasyonlar sorunuydu. Uluslararası bir antlaşmayla henüz kaldırılmamış olan ve ekonomik tutsaklığın aracı olarak değerlendirdiği Kapitülasyonları yok sayıyor; ekonomik hayatımızı boğan Kapitülasyonlar artık yoktur ve olmayacaktırdiyordu.
Dış karışmanın hiçbir türüne, artık izin verilmeyeceğini söylüyor, ağırlığını devletçiliğin oluşturacağı milli ekonominin esas alınacağını açıklayarak şu değerlendirmeyi yapıyordu: Ekonomi siyasetimizin önemli amaçlarından biri, toplumun genel çıkarını doğrudan ilgilendiren iktisadi kurum ve kuruluşları, mali ve teknik gücümüzün izin verdiği ölçüde devletleştirmektir… Ormanlarımız, maden hazinemiz, dokuma sanayimiz korunacaktır... Ekonomi siyasetimizin, bundan sonra, tesbit edip açıklamış olduğum görüşler çerçevesinde ve bir plan içinde düzenli olarak yönlendirilmesine, vekiller heyetimizin gayret göstermesi beklenir...18

Özgün Yöntem

Açıklanan yöntem, özet olarak; devletin öncü olduğu, yerli özel girişime yer ve destek veren, yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden ve sosyal piyasa ekonomisi ya da karma ekonomi olarak tanımlanıyordu. İlk kez Türkiye’de uygulanan ve Türkiye’ye özgü olan bu yöntem, 1938’e dek 15 yıl boyunca eksiksiz uygulandı. Kalkınmada sağladığı başarı nedeniyle, bu yöntem, daha sonra, kalkınmak zorunda olan başka ülkelerce de uygulandı. Çin, günümüzde sürdürdüğü büyük gelişmeyi, genel çerçeve olarak, bu yöntemi kullanarak sağladı.
Türkiye’de kurulan yeni devlet, işgale karşı savaşım içinde oluştu. Bir yandan savaşılıyor, bir yandan halk egemenliğine dayanan yeni yönetim birimleri ve yeni uygulamalar geliştiriyordu. Devlet örgütleri, yeniden kurulurken eskiden yararlanılıyor; bir başka deyişle, yeni kurulurken eskinin birikimi tümden yadsınmıyordu. Türk Devrimi’ne özgü bu durum, doğası gereği, cephede olduğu kadar, aynı anda cephe gerisinde de yoğun ve özenli bir çalışmayı gerekli kılıyordu. Yenileşme yönünde üretilen her düşünce ve başarılan her eylem, insanların önüne yeni bir ufuk açıyor; koşulların olumsuzluğuna bakılmadan sorunların üzerine cesaretle gidiliyordu.

İnanç Gücü ve Kararlılık

Milletvekilleri, 1 Mart 1922 Meclis söylevini; “sanki cepheden zafer haberleri alıyorlarmış gibi” coşkuyla dinlediler; konuşmayı, alkış ve destek haykırışlarıyla sık sık kestiler. Ekonomi gibi, coşku yaratması güç konuları ele almış ama konuşması bittiğinde “yaşa, varol, bravo” sözcükleriyle desteklenen ve “uzun ve sürekli alkışlarla” karşılaşmıştı.
Sözlerinin içeriği kadar söylevcilik (hitabet) gücüyle de insanları etkilemek, onun en belirgin yeteneklerinden biriydi. Ozan Mithat Cemal Kuntay’ın iki dizesiyle bitirdiği konuşmasının son bölümünde şunları söylemişti: Meclis’in ve milletin dayanışmasıyla, olayların bize yükleyeceği fedakarlıkları kabulde göstereceğimiz istek ve heyecan, son başarı için en güçlü güvencemizdir... Bizim için hayat ateşi, gelecek kuşaklar içinse kurtuluş umudu olan kutsal amacımızı gerçekleştirmek için, durup dinlenmeden yürüyeceğiz. Ve Tanrı’nın yardımıyla mutlaka başarılı olacağız. Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta/Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi” (Bu vatanın ölmesi, ölse bile olmayacak şeydir/Dünyanın gücü, bu büyük tabutu taşımaya yetmez y.n.).19

DİPNOTLAR

1    “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1981, sf.451
2       “Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi” Yahya Tezel, 3.Baskı, Tarih Vak.Yurt.Yay., İst.-1994, sf.128
3       “Mustafa Kemal’le 1000 Gün” Nezihe Araz, APA Ofset Bas. 1993, 2.Baskı, sf.137
4       “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay., 1993, sf.197
5    “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof.Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eği.Kül.Vak.Yay., No:1, Duran Matbaacılık, 1977, sf.21
6    “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi” B.Kuruç, Bilgi Yay., 1987, sf.19
7       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş Bank.Yay., Ank.-tarihsiz, sf.194
8    “Tek Adam-III” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.489
9       a.g.e. sf.490
10    “Türk İstiklal Harbi” IV.Cilt, Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, Ank.-1966, sf.267; ak. Prof.U.Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş Bank. Yay., Ank.-tarihsiz, sf.192
11    Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş.B.Yay.,Ank.-tarihsiz, sf.193
12    a.g.e. sf.193
13    “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.279
14    “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı-1933” Prof.Afet İnan, TTK, Ank.-1972, sf.29
15    a.g.e. sf.29-34
16    “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.280-281
17    a.g.e. sf.282
18    a.g.e. sf.280
19    “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.294

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder