12 Aralık 2019 Perşembe

TÜRKİYE’DE İŞBİRLİKÇİLER



Yabancı hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi, işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirliçilik bugün hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek yönetici adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir. Bu durumu büyük devlet yetkilileri açıklamaktadır.

“Yerli Misyonerler”

Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste 1889 yılında şunları söylüyordu: “Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız var. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır.”1
Daniel Ducoste’nin 19.yüzyılda yaptığı bu saptama, işbirlikçiliğin manifestosu gibidir. “Yerli misyonerler”, Türkiye’yi Atatürk Dönemi dışında yüz yılı aşkın süre yönetmiş ve yabancı çıkarların “teminat unsuru” olarak çalışmıştır.

İşbirlikçiliğin İlk Adımı; Yabancı Hayranlığı

Gelişmiş ülkelere hayranlık, kökleri geçmişe dayanan eski bir geri kalmış ülke alışkanlığıdır. Tanzimat Fermanı’nın ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren saray politikalarıyla toplumun kültürel kaynakları o denli kurutulmuş, eğitim o denli ilkelleştirilmişti ki, ulusal kimliğin beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu.
Olayları ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi kadro yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci (taklitçi) eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve kişiliksiz “aydınlar” ortaya çıkıyordu. Tanzimat kararlarını, “bir anayasa çıkışı” olarak ele alıp kendilerini “medeni batı dünyasıyla” bütünleşmeye yönlendirmiş bu “aydın” türü, varlığını bugüne dek sürdürdü ve Batı işbirlikçiliğinin, temeli o zaman atılan dayanakları oldu.

Yozlaşmanın Düzeyi

Kendilerini batılı gibi görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla ilişkisi olmayan, topluma yabancılaşmış “aydın” türünün ortaya çıkması ve bunların devlet kadrolarında üst düzey görevlere getirilmesi, doğal olarak kamusal işleyişin daha çok bozulmasına neden oldu.
Kamu görevlileri ve “aydınlar”, “kara cahil” bir “sürü” olarak gördükleri halka hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti” duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar haline geldiler. Batıcılık bir modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı çılgınlığıydı.2
Lalaların yerini mürebbiyeler, geleneksel davranış biçimlerinin yerini batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve Fransız jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma) konuşmak, uygar olmanın göstergesi haline geldi. Kültürel bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı ki, Türk ve Türklük, geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü olarak kullanıldı.
Dönemin tanzimatçı “aydınlarından” Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah Cevdet, işi, “Türk ırkının islahı için” dışardan “damızlık erkek” getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici coşkun bir seldir.. Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amarika’dan damızlık erkek getirmeliyiz” diyen yazılar yazdı.3

Günümüzde Durum

Günümüzde Batı’yı ele alışla, 19.yüzyıldaki Batı’ya bakış hemen hemen aynı. Ancak, biçimsel değişimler söz konusu. Dünün Batı hayranı yozlaşmış aydınları, bugün hırçın küreselleşmeciler, dünün Batı düşmanı imanlı dindarları bugün gönüllü emperyalizm savunucuları oldu. Aralarına liberalleşen “solcuları” da alıp, ortak paydası akçeli işler olan ilişkilerle yazgılarını birleştirerek, aynı yolun yolcusu yurt ve ulus karşıtları durumuna geldi.

Yönetici Olmanın Koşulu

Bugün, dışa bağımlı kılınmış ülkelerde, yönetici olabilmenin geçerli yolu; büyük devlet politikalarını tartışmasız kabul etmek, bunları içte ve dışta uygulamaktır. Yönetime gelmeyi ve süresini belirleyen ölçüt, küresel politikalara göstereceği uyumdur.
Bağımsızlık yanlısı ulusçu kadroların yönetici olmaları, artık çok güç hatta olanaksızdır. Bu tür “unsurlar” yönetime gelseler bile, önlerine çıkarılacak engelleri sürekli olarak aşmak zorundadır. Son elli yıl içinde bu engellere takılarak yönetimden uzaklaştırılan birçok azgelişmiş ülke yöneticisi vardır. Musaddık, Goulart ve Allende bunların en çok bilinenleridir.

İşbirlikçi Yetiştirmek

Yabancı hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi, işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirliçilik bugün hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir.
ABD savunma bakanı Mc Namara işbirlikçi yetiştirme yönteminin işleyiş biçimini son derece açık biçimde dile getirmiştir. Mc Namara 1962 yılında temsilciler Meclisi Tahsisat Komitesi’nin Alt Komisyon’unda yaptığı konuşmada Kongre’ye şu bilgileri veriyordu: “Birleşik Devletler ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardım yatırımlarımızdan sağlanan yararların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler, ülkelerine dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve hükümet yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli bilgilerle donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri kendi ülkelerine taşıyacak olan geleceğin liderleridir. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum. Böyle dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar çoktur.”4

Türkiye’de Durum

1960’lı yılların sonlarında, ABD hükümeti, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman göndermişti. Richard Podol isimli bu ‘uzman’ raporunda şunları söylüyordu: “yirmi yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir...”5 (İndoktrine; sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya öğretiyi, kafaya sokmak, fikir aşılamak)
Richard Podol’un raporunda yazdıkları doğruydu. Devlet kurumlarının kilit yerlerinde görev yapan kadrolar el değiştrimiş, Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü kadroların yerine “Amerikan eğitimi almış” kişiler getirilmişti. İsmet İnönü, 1963 yılında Başbakanken şunları söylemişti: “Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum...”6
Yarım yüzyıl önce “müsteşar” ve “genel müdür” düzeyindeki devlet orununa (mevkiine) “Amerikan eğitimi almış” kişileri getiren girişimin, bugün eriştiği düzeyi görmek güç değil. Artık; başbakanların, parti başkanlarının belirlenmesinde Washington etkili oluyor.
Azgelişmiş ülkelerde (gelişmişlerde de), yolsuzluk çamuruna bulaşmamış, karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet yetkilisi ve üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir. Ele geçirilen yönetim yetkisi, ülke ve halkın haklarını korumak için alınan sorumluluklar değil, artık paranın, iktidar hırsının ve dışa hizmetin araçlarıdır.
Üçüncü bir sektör haline gelen bu ilişkiler, yazılı olmayan özel ‘yasalara’ sahiptir ve son derece profesyonelce yürütülür. Kimse kimsenin açığına bakmaz, herkes yurt dışı banka hesaplarındaki sıfırları arttırma çabası içindedir. Bunlar, temel özellikleri bakımından ülkeden ülkeye değişmeyen günümüz politikacılarının en belirgin tipidir. Seçimleri hep bunlar kazanır ve ülkeyi sırayla yönetirler.

DİPNOTLAR

1       “Militan Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay. 2001, sf.35
2       “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Y., 6.,C., sf 1790
3       “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas.İst-1995, sf. 359 ve “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.C., Bilgi Y., 5.Bas., Ank.-1971, sf. 162
4       Hearing, Washington, D.C. 1962 Vol.I. sf. 359 ak. H.Magdoff “Emperyalzim Çağı” Odak yay. 1974 sf. 155
5       Yalçın Doğan Cumhuriyet 17-19 Ağustos 1975 ak. Emin Değer “Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı” Tekin Yayınevi 1995, sf. 175
6       “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11. Baskı 2002, sf. 90


2 yorum:

  1. mükemmel belgeli tesbitler..kalemine sağlık...ama çözüm nasıl olacak..hırsız içerideyse kilit ne yapsın?..saygılar

    YanıtlaSil
  2. Paylaşım için Teşekkürler. Aydınlanma paylaşmakla başlar.

    YanıtlaSil