2 Temmuz 2021 Cuma

CUMHURİYET VE TAKVİM, SAAT, ÖLÇÜ BİRİMLERİ YENİLEŞMESİ

 


BU YAZI METİN AYDOĞAN’IN KENDİ OLUŞTURDUĞU ARŞİVİNDEN ALINARAK YAYINLANMIŞTIR.

26 Aralık 1925 günü çıkarılan iki yasayla Miladi Takvim’e geçildi ve zaman ölçümü yani saat düzeni yenilendi. Osmanlı döneminde; uzun süre Türk Takvimi’yle, Hicri Kameri takvimi birlikte kullanılmıştı. I.Mahmut döneminde, 1740’da, Hicret tarihinden başlayan, ancak Güneş yılı esasına dayanan ve yılbaşını 1 Mart kabul eden; Rumî, Malî ya da Hicri Şemsi denilen yeni bir takvim daha kullanılmaya başlandı. Devlet, 1917’de savaş sırasında, Gregoryen takvimi de kullandı ve takvim konusu tam bir karmaşa durumuna geldi. Osmanlı ülkesinde, aynı anda altı tür takvim kullanılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti, 26 Aralık 1925’te çıkardığı yasayla karmaşaya son verdi ve dünyanın büyük bölümünde kullanılmakta olan Miladi Takvim’i kabul etti… Günü, zaman dilimlerine ayıran saat belirleme aynı takvim gibi, karmaşa içindeydi. Ülkede iş yapan Avrupalılara, azınlıklara ve Müslümanlara ait, birbirinden değişik saat uygulamaları vardı. Oluşan saat karmaşası içinde, mevsimlere göre değişen ve güneşin doğuşuyla batışına bağlanan genel yaklaşımlı “alaturka saat”, günün gereksinimlerine yanıt veremez duruma gelmişti. Ayrıca, Türkiye saatte yaşadığı karmaşa nedeniyle, uluslararası saat düzeninin dışında kalıyordu. Oysa, bu düzene katılmak ve uluslararası ilişkilerde yaşanan güçlükleri ortadan kaldırmak zorundaydı. 26 Aralık’ta kabul edilen yasa bunu yapıyordu.

 

Hicri-Arabi Takvim 

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 26 Aralık 1925’te, 698 sayılı “Türkiye’de Takvimde Tarih Başlangıcının (Mebdeinin) değiştirilmesi (Tebdili)” adlı bir yasa çıkardı. Yasayla, Rumî takvim uygulamasına son veriliyor, dünyanın büyük bölümünde kullanılmakta olan Miladî takvime geçiliyordu.

Uluslararası ilişkilerde ortak bir takvimin kullanılması konusunda o güne dek birçok çalışma yapılmış, önemli gelişmeler sağlanmış ancak sorunlar tam olarak aşılamamıştı. Sömürgeci politikalar nedeniyle dünyaya yayılmış olan Batılıların kullandığı takvim, doğal olarak en yaygın olanıydı ve önemli oranda ortak takvim durumuna gelmişti.

Takvim konusu, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, birçok başka konu gibi karmaşa durumundaydı. İmparatorluk uyrukları içinde; Müslümanlar Hicri ya da Arabî denilen Hicrî-Kamerî Takvim, devlet “Mali ya da Şemsî” denilen Rumi Takvim, Rum ve Ermeniler Ortadoks Takvimi, Katolik Latinler Gregoryen Takvimi, Museviler ise İbranî Takvimi kullanıyordu.1 

Takvimdeki Karmaşa 

Hz.Muhammet’in Medine’ye göç tarihi olan 1 Muharrem (16 Temmuz) 622’yi başlangıç kabul eden Hicrî-Arabî takvim, İslam ülkelerinde kullanılan ve Ay’ın hareketlerine göre düzenlenen bir takvimdi.

Bu takvime göre, Ay’ın hilâl biçimde göründüğü gece, ayın ilk günüydü ve Ay’ın yeniden hilâl biçiminde görünüşüne dek geçen süre bir aydı; bir yıl 12 kamerî aydan oluşuyordu. Ay, Dünya çevresindeki dönüşünü 27,5 günde bitirmesine karşın, bir kamerî ay 29,5 gün kabul ediliyor, bu kabul, kamerî yılın, 365 gün olan günümüzdeki miladî yıldan 11 gün eksik olmasına yol açıyordu.

Her 33 Kamerî yıl, 32 miladî yıla eşitti; “Hicrî-Kameri takvime göre 33 yaşında olan bir kişi, Miladî takvime göre 32 yaşında oluyordu”.2 Dönemler Güneş yerine Ay devinimlerine bağlı olarak belirlendiği için mevsim dönüşümü bilimsel bir saptamaya dayanmıyordu. Örneğin, Ramazan Ayı bazen kışa bazen de yaza denk gelirdi. İlkbaharda doğan bir kişi, 18. yaş gününü sonbaharda kutlardı. 

Türklerde Takvim 

Türkler, Müslüman olmadan önce, kökleri eskiye giden ve Güneş devinimlerine (hareketlerine) dayanan, Orta Asya Türk Takvimi kullanıyordu. On İki Hayvanlı Takvim adı verilen ve Türkî, Uygur, Hıta, Salî Türkân ya da Tarihi Türkistan adlarıyla da anılan bu takvimde; bir gün, çağ adıyla on ikiye, bir yıl ay adıyla yine on iki eşit bölüme ayrılıyordu. Türkler Güneş esasına dayanan takvimi, Abbasiler başta olmak üzere birçok İslam devletine taşımış, buralarda Ay ve Güneş devinimlerine göre düzenlenen iki tür takvim uygulamışlardı.

Selçuklular, Türk Takvimini Celali Takvimi adını vererek geliştirmiş; İlhanlılar, birkaç değişiklik yaparak bu takvime İlhan Takvimi adını vermişti. İran ve Afganistan’da bugün kullanılan ve yılbaşına nevruz adını veren takvim, Celali Takvimi’nin küçük değişiklikler görmüş bir uzantısıydı.3 

Miladi Takvim Geliyor 

Bugün Türkiye’nin de kullandığı ve dünyanın en yaygın takvimi durumundaki Gregoryan Takvimi, M.Ö.46 yılında Roma İmparatoru Julius Sezar’ın hazırlattığı Jullius Takvimi’ne dayanıyordu. Adını Sezar vermişti ama takvimi geliştiren İskenderiyeli Gökbilimci Sosigenes’ti. M.S.325’te, İznik Konsili bu takvimi, Türk Takvimi’ndeki gibi Güneş devinimlerini esas alarak geliştirmiş, Papa 13.Gregorius 1582’de yeniden düzenlemişti.

Gregoriyen Takvimi’ni 1582’de Fransa, 1752’de, İngiltere, 1776’da Amerika Birleşik Devletleri, 1918’de Sovyetler Birliği kabul etmişti. İlk üç devlete bağlı olarak sömürge ve yarı sömürgelerde de kabul edildiği için, bu takvim dünyanın en yaygın takvimiydi.

Hıristiyanların kullanması nedeniyle bir Hıristiyan takvimi gibi algılanmıştı, oysa, M.Ö.46’ya dek giden ve etkilenmelerle dolu uzun bir evrime dayanıyordu. Bu takvimin Hıristiyanlıkla ilgisi, diğer eski takvimler gibi “dini bayramların saptanmasıyla” sınırlıydı. Gregorien Takvimi, Güneş çevrimi koşullarını Türk ve Hint takviminden almıştı. Yılbaşını 1 Ocak olarak saptayanlar Hıristiyanlar değil, Türkler ve çok tanrılı Roma’ydı. Sezar, yılın ilk gününü 1 Mart’tan, 1 Ocak’a almıştı. Hıristiyan dünyası, 1 Ocak’ı yılın birinci günü olarak 1752’de kabul etmişti.4 

Osmanlıda Durum 

Osmanlılar; uzun süre Türk Takvimi’yle, Hicri Kameri takvimi birlikte kullandı. I.Mahmut döneminde, 1740’da, Hicret tarihinden başlayan, ancak Güneş yılı esasına dayanan ve yılbaşı 1 Mart olan Rumî, Malî ya da Hicri Şemsi denilen yeni bir takvim daha kullanılmaya başlandı.

Devlet, 1917’de savaş sırasında, Gregoryen takvimi de kullandı ve takvim konusu tam bir karmaşa durumuna geldi. Osmanlı ülkesinde, aynı anda altı tür takvim kullanılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti, 26 Aralık 1925’te çıkardığı yasayla karmaşaya son verdi ve dünyanın büyük bölümünde kullanılmakta olan Gregoryen esasına dayalı Miladi Takvim’i kabul etti. 

Yasal Düzenleme 

Kabul edilen yasayla, Hicrî-Kamerî Takvim günlük yaşamdan çıktı ancak tümüyle yok olmadı. Dini bayramları ve kutsal günleri belirlemek için kullanımı sürdürüldü. Ancak, bu belirlemeyi, güçlüğü nedeniyle yalnızca uzmanlar yapabiliyordu.

Miladî Takvim’le yılda 11 günlük süre ayrımı olduğu için, hicrî yıla miladî yıl eklenerek yıllar birbirine kolayca dönüştürülemiyordu. Örneğin miladî 1917, hicrî 1333’e denk geliyor ancak 1983, 1399 olmuyor, 1401 oluyordu. Bu hesabı yapmak için, “takvim dönüşüm cetvellerine bakmak ve çetin hesap işlerine girişmek” gerekiyordu.5 

Bitmeyen Karşıtçılık 

Takvim konusundaki değişim, doğal olarak, yine tutucuların bağnaz tepkisiyle karşılaştı ve takvim yenileme işi, “dini kutsallıklar içine sokulmaya çalışılarak”6 karşıtçı siyasetin kullandığı bir araç durumuna getirilmek istendi.

Kimi Cumhuriyet karşıtları, takvim değişimini, “yabancılaşmaya yol açan” bir girişim ve “dinden uzaklaşma” olarak göstermeye çalıştı. Oysa yapılan iş yalnızca, uluslararası kullanımı olan bir uygulamanın Türkiye’de kabul edilmesiydi; teknik bir sorundu.

Sonuçta, kökeninde Türklerin çok eskiden beri kullandığı Güneş dönencesinin bulunduğu, bir takvim kabul edilmişti. Kültürel özgünlüğe her şeyden çok önem veren Mustafa Kemal, bu nedenle, “bizim Avrupa ve Asya’ya bakış ilkemiz farklı değildir. Her ikisinin de en iyi yönlerini alacağız ve bağımsızlığımızı koruyacağız. Her şeye, yalnızca Türk çıkarlarını gözeterek, Türk görüş açısından bakacağız” diyordu.7 Takvim konusunda da böyle yapmıştı. 

Zamanı Ölçmek: Saat 

26 Aralık 1926’da çıkarılan ikinci bir yasayla, takvimle birlikte uluslararası saat uygulamasına geçildi. Gece-gündüz olarak bir tam günü, zaman dilimlerine ayıran saat saptaması, aynı takvim gibi, tarih boyunca değişik biçimlerle yapılmış ve uygulanmıştı.

Türkler, Araplar ve İranlılar güneş, kum ve su saatini Antik Çağ’dan beri kullanmışlar, zaman belirlemede, dönemlerini aşan ileri uygulamalar geliştirmişlerdi. Harun Reşit’in M.S.806’da Avrupa’ya armağan olarak gönderdiği saat, Avrupalıların o güne dek görmedikleri kadar “güzel” ve gelişkindi.8

Osmanlılar, mekanik saati 16.yüzyılda, kendilerine özgü yöntemlerle geliştirmişti. Türk saat ustalarının incelikli yapıtları, teknik özellikleriyle, altı yüz yıllık usturlap (gök cisimlerinin yüksekliğini ölçmekte kullanılan araç) geleneğinin özgün örnekleriydi.9 Mevlevi ustaların yaptığı saatler, biçim ve işleyiş olarak dikkat çekiyor; her saat, ustasının imzasını ve yapım tarihini taşıyordu. 

Osmanlı'da Uygulamalar 

Osmanlı İmparatorluğu'nun, ekonomik olarak Batı'ya bağlanma süreci, doğal olarak üretimsizliğe ve yoksullaşmaya neden oldu. Dışa bağlı yoksullaşma ise, iyi işleyen her şeye olduğu gibi saatçiliğe de büyük zarar verdi. Saatler, Avrupa'dan gelmeye başladı ve korumasız kılan saatçilik hızla ortadan kalktı.

Saatle birlikte, kuşkusuz uygulama biçimleri de gelecekti. Kısa bir süre içinde; ülkede iş yapan Avrupalılara, azınlıklara ve Müslümanlara ait, birbirinden değişik saat uygulamaları ortaya çıktı. Artık, kamu kuruluşlarının, yabancı şirketlerin ya da dinî cemaatlerin kendilerine göre bir saati vardı. Oluşan saat karmaşası içinde, mevsimlere göre değişen ve güneşin doğuşuyla batışına bağlanan genel yaklaşımlı “alaturka saat”, günün gereksinimlerine yanıt veremez duruma geldi. 

Uluslararası Düzenleme

20. Yüzyıla gelindiğinde, ülkeler arası saat ayrımının birlikte saptanması için, birçok ülkenin onayladığı ortak bir saat düzeni kabul edilmişti. Buna göre, bir boylam (meridyen), tarih değiştirme çizgisi olarak belirleniyor, diğer boylam aralıkları esas alınarak ve başlangıç boylamından başlayarak saat farkları saptanıyordu.

Türkiye, saatte yaşadığı karmaşa nedeniyle, bu basit uygulamayı bile, herkesi kapsayacak biçimde gerçekleştiremiyor, uluslararası saat düzeninin dışında kalıyordu. Oysa, bu düzene katılmak ve uluslararası ilişkilerde yaşanan güçlükleri ortadan kaldırmak zorundaydı. 26 Aralık'ta kabul edilen yasa bunu yaptı. 

Haftalık Dinlence (Tatil) 

TBMM, 2 Ocak 1924’te kabul ettiği bir başka yasayla, “Müslüman ülkeler içinde ilk kez”10 haftada bir gün dinlenmeyi zorunlu kıldı; ülkenin tümünde Cuma günleri artık çalışılmayacaktı. O güne dek, hangi inançtan olursa olsun her dini topluluk istediği gün ya da günlerde dinleniyor, iş yerini dilediği zaman kapatabiliyordu.

Herhangi bir yasaya bağlı olmadan; Hıristiyanlar Pazar, Museviler Cumartesi, Müslümanlar da Cuma günü çalışmıyordu. Bu durum, ticarette ve akçalı (mali) piyasalarda haftanın üç günü, çalışma veriminin düşmesi demekti. Çalıştığı banka kapalı olan tüccar ya da tüccara mal getiren üreticiler, ayrı dinlerdense üç gün ticari iletişimsizlik içine giriyordu. Bu durum düzeltilmeliydi, yasa bu nedenle çıkarılmıştı. 

Yine Karşıtçılar 

Yenilik karşıtları bu yasaya da karşı çıktılar, “haftada bir gün çalışmamanın ekonomiye ağır bir darbe!” vuracağını söylediler, “Türkiye’nin dinlenmeye değil, daha çok çalışmaya ihtiyacı var!” diyerek kasıtlı eleştiriler yaptılar. Kimi din adamları, “Müslümanların Cuma günü topluca işi bırakmalarının” şeriat kurallarına aykırı olduğunu ileri sürdü, “diğer dinler gibi davranmak, İslamiyete saygısızlıktır” diyen açıklamalar yaptı.11

Dinlenmeyi “zorunlu bir toplumsal gereksinim” olarak gören Ankara, bu tür eleştirilere önem vermedi. Başlangıçtaki güçlüklere karşın, yasayı dikkatlice uyguladı. 

“Cumadan Pazara” 

“Cuma günü zorunlu hafta tatili uygulaması” başarıyla uygulandı ancak zaman içinde ve uluslararası tecimsel (ticari) ilişkilere bağlı olarak, önemli aksamaların olduğu görüldü. Avrupa’yla tecim gelişiyor, akçalı ve ekonomik ilişkiler artıyordu. Avrupa ve Türkiye’deki şirket ve bankalar, karşılıklı olarak, dinlence günleri olan Cuma ve Pazar günleri birbirleriyle ilişki kuramıyordu. Buna Cumartesi için Museviler de eklenince, durum daha da karışıyordu.

Karışıklığa çözüm getirmek için, 27 Mayıs 1935’te, hafta dinlencesi Cuma’dan Pazar’a alındı. Cumhuriyet yönetimi, ülkede artık yüksek bir güce ulaştığı için, bu değişime herhangi bir karşı çıkış olmadı. 

Ölçü Birimleri 

Uluslararası ilişkilerde uyum sağlamak için bir başka yenilik, ölçü birimleri konusunda yapıldı. 26 Mart 1931’de çıkarılan 1782 sayılı yasayla, dünyada yaygınca kullanılan ölçüler kabul edildi. Fransızların 1799’da yasalaştırıp daha sonra dünyaya yaydığı ve bugün “Uluslararası Birimler Dizgesi (Sistemi)” adını alan “metre dizgesi” kabul edildi.

Eskiden gelen arşın (68 cm), fersah (kara fersahı 2,63 mil) gibi ölçü birimleri bırakıldı. Yerine metre ve onluk katlarından oluşan ölçü birimleri kabul edildi. Hacim ve alan ölçümleri, bu birimlerle yapılmaya başlandı.

Aynı yasayla ağırlık, alan ve hacim ölçü birimleri de değiştirildi. Dirhem (3,207 gram) ve okka, (1,282 kilogram) yerine; gram, kilogram ve ton gibi ağırlık ölçüleri getirildi. Uzunluk ve ağırlık ölçüleri 26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan yasayla; endaze, arşın, kulaç gibi uzunluk ölçülerinin yerini metrik sistem aldı. Dirhem, okka gibi ağırlık ölçülerinin yerine miligramdan ton’a dek uzanan ölçü birimleri; hacim için kullanılan kile, şinik, tas, ölçek gibi ölçü birimlerinin yerine litre dizgesi getirildi. Yüzey ölçümünde kullanılan dönüm ve çiftlik gibi tanımların yerini metrekareden kilometrekareye dek uzanan dizge aldı.

 

DİPNOTLAR

 

1                       Büyük Larousse, Gelişim Yay., 18.Cilt, sf.11180

2                       “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.145

3                       Büyük Larousse, Gelişim Yay., 18.Cilt, sf.11180

4                       a.g.e. sf.11180

5                       “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.243

6                       a.g.e. sf.243

7                       “Atatürk” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.209

8                       Büyük Larousse, Gelişim Yay., 18.Cilt, sf.1004

9                       a.g.e. 16.Cilt, sf.1004

10                  “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.149

11                  a.g.e. sf.150-151


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder