Yoktan Var Etmek
Eğitim Birliği Yasası’yla
birlikte, girişilecek atılımlar için yoğun bir hazırlık çalışmasına girişildi.
Öğretmen ve mali kaynak eksikliği, ilk elden aşılması gereken ana sorundu. Bu
sorun, yalnızca eğitimcilerin değil, onlar başta olmak üzere, ülkedeki (ve ülke
dışındaki) okumuş yazmış herkesin, “eğitim seferberliğinde” göreve
çağrılmasıyla aşılmaya çalışıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda, biraraya
getirilen eğitim uzmanları, Türk toplumuna uygun, gereksinimlere yanıt veren
eğitim programları ve ders kitapları hazırladılar; eğitim örgütlenmesinde yeni
yapı ve işleyişler getirdiler.
Mali sorunları aşmak
ve kaynakların kullanımını verimli kılmak için, 1927 yılında Eğitim Vergi
Kanunu çıkarıldı. Bu yasayla eğitim vergisinin toplanmasında İl Özel İdare
Kurullarının yetkisi kaldırıldı, gelirler bir yerde toplandı. 1935’te çıkarılan
Eğitim Müdürleri Kanunu’yla, eğitimle ilgili bütün yetkiler, Milli
Eğitim Bakanlığı’na verildi. Devrimci kişiliğiyle ulusal eğitimde büyük
atılımlar gerçekleştiren Mustafa Necati, bakanlığı döneminde; Rüştü
Uzel, Nafi Atuf Kansu, Cevat Dursunoğlu, İsmail Hakkı
Tonguç gibi, Cumhuriyet eğitiminin simge isimlerini, kilit görevlere
getirdi.
1927’de Bakanlık örgütüne, Talim Terbiye Dairesi, İnşaat
ve Sağlık Daireleri eklendi. Çalışma koşulları ve ücretleri
iyileştirilen öğretmenlik, saygın ve istenir bir meslek haline getirildi.
Eğitim sorunlarının incelenip tartışıldığı Terbiye Dergisi, Maarif
Vekilliği Dergisi çıkarıldı. Bakanlığa bağlı bir basımevi kurularak, ucuz
okul kitapları bastırıldı. 1927’den sonra, kız ve erkek öğrencilerin birlikte
okuduğu karma eğitime geçildi. 1924’te, Colombia Üniversitesi’nden eğitimci ve
ünlü felsefeci Prof. John Dewey, 1925’te Alman Sanayi ve Ticaret Bakanlığı
Eğitim Danışmanı Prof.Kühne, 1927’de Belçika’dan ünlü eğitimci Omar
Buyse davet edilerek birer rapor hazırlatıldı. Yapılan öneriler dikkatlice
incelenerek, Türk toplumuna uyum gösteren öneriler değerlendirildi,
değerlendirmeler ışığında yeni eğitim programları hazırlatıldı.[1]
1927 yılında, sanat okullarının tümü Maarif Vekaleti’ne
bağlandı. 1934’te, öğrencileri uygulamalı olarak eğitmek ve üretimle
ilişkilendirmek için, sanat okullarında döner sermaye işleyişi geliştirildi ve
bu okullara piyasaya iş yapma yetkisi verildi, gelir sağlandı. 1936’da yeni bir
Teknik Eğitim Programı hazırlandı, Bakanlık içinde, Mesleki ve Teknik
Öğretim Müsteşarlığı kuruldu.
Köy okullarının
eğitim programlarına, tarım dersleri eklendi. 1935’te, köy çocuklarına okuma
yazma dışında, günlük yaşam içinde kullanacakları uygulamalı eğitim verilmeye
başlandı. Üç ya da dört yarıyıllık köy okulları açıldı. İsmail Hakkı Tonguç,
İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’ne atandı. Askerliğini onbaşı olarak yapan
ve okuma yazma öğretilen köylü gençler, Ziraat Bankası’nın işbirliğiyle,
Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği’nde eğitilip öğretmen olarak köylere
gönderildiler. 1935’te başlatılan bu uygulamanın başarılı olması üzerine,
1937’de çıkarılan 3238 sayılı yasayla, köy eğitmeni yetiştirme girişimi
yaygınlaştırıldı. Bu uygulama, daha sonra kurulacak olan ve Türkiye’ye özgü
yapılarıyla olağanüstü başarı gösteren Köy Enstitülerinin temelini
hazırladı. 1940’ta çıkarılan 3083, 1942’de çıkarılan 4242 sayılı yasalarla Köy
Enstitüleri kuruldu.[2]
Okullar Açılıyor
Kurtuluş Savaşı
sonrasında, Ankara’da açılan ilk yüksek okul, Harp Okulu’ydu (1923).
Onu, 1925’te açılan yatılı Hukuk Mektebi izledi. Bu okul, yakında
girişilecek Medeni Kanun uygulamalarının kadrosunu yetiştirecekti. Aynı
yıl Musiki Muallim Mektebi, 1927 yılında da Gazi Orta Öğretmen Okulu
ve Eğitim Enstitüsü kuruldu.1933 yılında, yine Ankara’da, Türk tarımına
stratejik önemde hizmet veren, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü kuruldu. Enstitü’de;
Doğa Bilimleri, Tarımcılık, Veteriner, Tarım Sanatları
ve Orman bölümleri vardı. 1934’te, 2531 sayılı yasayla Milli Musiki
ve Temsil Akademisi kurularak, daha sonra kurulacak konservatuvarın
temelleri atıldı. 1935’te, 2777 sayılı yasayla İstanbul Mülkiye Mektebi,
Ankara’ya taşınarak, Siyasal Bilgiler Okulu adıyla yeniden
yapılandırıldı. Yine 1935’te, 2795 sayılı yasayla Ankara Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi kuruldu.[3]
Üniversite Yenileşmesi (Reformu)
Cumhuriyet yönetimi, giriştiği eğitim atılımında, Darülfünun
(Sözcük anlamı: fenler evi ya da bilimler kapısı)’dan hemen hiçbir destek
görmedi, tersine engellemelerle karşılaştı. Tutucu yapısı ve saltanata
bağlılığı nedeniyle, Osmanlı hükümetleri Darülfünun’a pek karışmamış,
onu serbest bırakmıştı. Sözkonusu ‘serbestlik’, günümüzdeki üniversite
özerkliği kavramından çok farklı bir anlayışın ürünüydü ve tutuculukta
serbestlik anlamına geliyordu. Darülfünun, yeniliğe kapalı bilim dışı bir
yapılanmayla, siyasi tutuculuğun etkili olduğu bir kurum haline
gelmişti.
Darülfünun’un
iyileştirilmesi için, önce İsviçreli Profesör Albert Malche’ye bir rapor
hazırlatıldı. Rapor ve Hükümet’in yaptığı araştırmalar, köklü bir değişime
gitmeden, iyileştirmenin olanaksız olduğunu ortaya koyuyordu. Bunun üzerine,
1933 tarih ve 2252 sayılı yasayla Darülfünun ortadan kaldırıldı, Maarif
Vekaleti’ne 1933’ten başlamak üzere İstanbul Üniversitesi’ni kurma
görevi verildi. Yeni üniversitenin öğretim kadrosu; yurtdışında okutulan
gençler, Darülfünun’dan üniversiteye geçecek nitelikteki öğretim üyeleri
ve yabancı profesörlerle karşılanacaktı. 1927-1930 arasındaki üç yılda,
yurtdışına, üniversite yenileşme(reform)sinde görevlendirilmek amacıyla 501
öğrenci gönderilmişti.[4] Okullarını bitiren öğrenciler, 1932-1933’te dönmeye başladılar.
Üniversite yenileşmesi, bu nedenle, 1933’te başlatıldı.
1934 yılında çıkarılan 2467 sayılı yasayla, İstanbul
Üniversitesi’nin, yönetim yapılanması ve işleyiş biçimi belirlendi. Darülfünun’dan
Üniversite’ye alınacak öğretim üyeleri saptandı. 240 öğretim üyesinden 157’si
görevden alındı, geri kalan 83 öğretim üyesi Üniversite’de görevlendirildi.[5] Yurt dışından, birçoğu alanında dünya çapında ün yapmış 70
yabancı bilim adamı getirildi.[6] Cumhuriyet Hükümeti, kısa bir süre içinde, yenileşmeyi sürekli
kılan bir anlayışla, yüksek öğrenimi, sağlam temeller üzerine oturttu. Bilimden
ödün vermeyen, halka açık parasız bir yüksek öğrenimi, Türk Milli Eğitiminin
temel unsurlarından biri haline getirmeyi başardı.
Üniversite Yenileşmesi ve Alman Bilim
Adamları
Üniversite yenileşmesinde görev alan yabancı bilim adamları
konusu, eğitimin sınırlarını aşan ve örneği herhalde pek bulunmayan ve
uluslararası siyasi boyutu olan son derece ilgi çekici bir olaydır. İkinci
Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da, acılarla dolu bir insanlık dramı yaşanıyor ve
Hitler Almanyası siyasi görüşüne katılmayan hemen her örgüt ve kişiyi
yok ediyordu. Nazizme karşı çıkan, bu nedenle yok edilmeyle karşı
karşıya kalan çok sayıda bilim adamı, sığınacak ülke arar duruma düşmüştü.
Ancak, Hitler’in güç ve tepkisinden çekinen, en “demokratik!”
olanları da dahil, hemen hiçbir ülke, bu insanlara yasal sığınma hakkı vermek
istemiyordu.
Atatürk,
kaçtıkları İsviçre’de biraraya gelip örgütlenmeye çalışan bu tür bilim
adamlarıyla ilişki kurdurdu. Değişik din ve siyasi inançtan birçok Alman
profesörü, girişilen üniversite yenileşmesinde görev almak üzere Türkiye’ye
çağrıldı. Güç koşullar altında yaşam mücadelesi veren bu insanların; ekonomik,
akademik ve sosyal sorunlarını çözdürerek, İstanbul Üniversitesi başta
olmak üzere, Yüksek Mühendis Mektebi (sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi)
ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev verdirdi.
Alman bilim adamlarıyla ilk kez 1933 yılında ilişki kurulmuştu.
Önce, Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Derneği Başkanı
Prof. Philipp Schwatz çağrıldı ve Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’le,
profesörlerin, Türkiye’de çalışma koşullarını belirleyen genel bir anlaşma
imzaladı. Anlaşmaya göre; yabancı profesörler, Üniversite’de tam gün
çalışacaklar ve yan bir iş yapmayacaklardı. Öğrenciler için çevirmenler
aracılığıyla Türkçe ders kitapları hazırlayacaklar ve en geç üç yıl içinde,
Türkçe ders vermeye başlayacaklardı.[7] Günümüzdeki ‘yabancı dilde eğitim’ çarpıklığı göz önüne
getirilirse, Cumhuriyet’i kuranların Türkiye ve Türkçe’ye gösterdikleri
duyarlılığın değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Milli Eğitim Bakanlığı, yabancı bilim adamlarına, hizmetlerinin
karşılığı olarak; yüksek maaş, sağlık sigortası, taşınma ve yol giderleri
ödeyecek; çalışma ekibini Türkiye’ye getirip görevlendirme hakkı tanıyacak ve
devlet himayesi garantisi verilecekti. Türkiye’de bir profesör 150 lira aylık
alırken, yabancı profesöre 500-800 lira aylık verildi. Bu miktar, milletvekili
maaşlarının üç katıydı.[8] Yoksul bütçeye karşın bu denli yüksek ücret ödenmesi, o günkü
yöneticilerin bilime ve aydınlanmaya verdikleri önemin bir göstergesiydi.
Üniversite yenileşmesi gibi zor bir görevi başaran Dr. Reşit
Galip, Prof.Philipp Schwatz’la çalışma koşulları ve ücret
konusundaki anlaşmayı imzalarken yaptığı konuşmada şu anlamlı sözleri
söylemişti: “Biz fakir bir ülkeyiz. Sizlere layık olduğunuz ücretleri
veremiyoruz. Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde sizler
yeni bir bilimsel uyanış açacaksınız. Burada doğacak yeni bilimin feyizli
ışıkları bütün dünyayı aydınlatacaktır.. Bilim ve yöntemlerinizi getirin,
gençlerimize bilginin yollarını gösterin..”[9]
Üniversite yenileşmesiyle 1933’ten sonra Türkiye’ye gelen bilim
adamları, Türk bilimine büyük katkı yaptılar. Birçok meslektaşları savaşın
acımasız koşulları içinde yok olup giderken, onlar, Türkiye’de öğrenci
yetiştirdiler, mesleklerini geliştirdiler. Türkiye’de gördükleri ilgi ve
saygıdan çok etkilendiler. Prof. Philipp Schwatz anılarında, Türkiye için;
“Batı’nın pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke keşfediyorum”[10] diyordu. Bu sözler, Türkiye’de çalışan diğer tüm bilim
adamlarının ortak görüşü gibiydi.
Bilimde Sıçrama
1933’ten sonra
Türkiye’ye, içlerinde mesleklerinin dünyada en iyisi olanlar dahil, pekçok ünlü
bilim ve sanat adamı geldi. Türk tıbbı, bu değerli “beyin göçü”nden en
çok yararlanan bilim dalıydı. Türkiye’den ayrıldıktan sonra, ününü ABD’de daha
da arttıracak olan Operatör Rudolf Nissen, jinekolojinin dünyadaki ilk
öncülerinden Wilhelm Liepman, ensülini bulan Erich Frank, deri
hastalıkları uzmanı Alfred Marchionini, göz hastalıkları uzmanı Joseph
Igersheimer, Türkiye’de ders veren ünlü hekimlerdi. Sosyalist düşünceleri
nedeniyle toplama kampına atılan ve oradan kaçarak Türkiye’ye gelen Alfred
Kantorowicz, İstanbul Dişçilik Fakültesi’ni kurdu ve bilim tarihimizde,
çağdaş Türk dişçiliğinin temelini atan bilim adamı olarak geçti.
İstanbul Hukuk Fakültesi’nde; medeni hukuk ve Roma Hukuku’nda
uzman Prof. Andreas Schwarz, karma hukuk uzmanı Prof. Richard Honig,
uluslararası hukuk uzmanı Prof. Karl Strupp ve ticaret hukuku Profesörü Ernst
Hirsch ders verdiler. Özellikle Hirsch, Türkiye’deyken yazdığı
kitaplarıyla, ününü tüm dünyaya yaydı. İstanbul İktisat Enstitüsü’nü
kuran Türk gelir vergisi düzeninin mimarı Maliyeci Prof. Fritz Neumark,
neo-klasik ekonominin son büyük kuramcısı Wilhelm Röpke, “Günümüzün
Yeri” adlı dev yapıtın yazarı Alexander Rustow ve Türkiye’de çağdaş
işletme biliminin kurucusu Alfred Isaac, dünya çapında ünleri olan bilim
adamlarıydı.
Bunlardan başka; modern mantığın kurucularından Filozof Hans
Reichenbach, Edebiyat Kuramcısı Leo Spitzer, Felsefe Tarihçisi Ernst
von Aster, Psikolog Wilhelm Peters, Asurolojinin büyük ismi Benno
Landsberger, Hititolog Gustov Güterbock, Matematikçi Richard von
Mises, Kimyacı Fritz Arndt, Fizikçi Harry Dember, Manyas Kuş
Cennetini bulan Zoolog Curt Kosswig, Ankara’da TBMM binasını yapan
Avusturyalı ünlü Mimar Clemens Holzmeister, Kent Plancıları Gustov
Oelsner ve Ernst Reuter, Türkiye’ye gelip ders veren bilim
adamlarıydılar..[11] Kent planlaması ve belediyecilik alanında döneminin en
ünlülerinden olan Ernst Reuter, Alman parlamentosunda Komünist Parti
milletvekiliyken tutuklanıp toplama kampına atılmış, oradan kaçarak Türkiye’ye
sığınmıştı. İktisat ve Ulaştırma Bakanlığı’nda uzmanlık ve Mülkiye’de
kent yönetimi profesörlüğü yapan Reuter, 1945’ten sonra Almanya’ya
dönmüş ve Batı Berlin Belediye Başkanı seçilmişti.
Nereden Nereye
Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde eğitim alanında
yapılanların gerçek boyutunu kavramak için; girişilen işin başlangıç
koşullarını bilmek, ortamı ve olanakları tanımak ve sağlanan gelişmeyi bu
bütünlük içinde ele almak gerekir. Geçmişi öğrenip ondan ders çıkarmak
isteyenler için önemli olan, nereye gelindiği değil, nereden nereye
gelindiği’dir. Geçmişteki olaylara bu biçimde bakılmadığı sürece, başarı ya
da başarısızlık olarak ileri sürülecek görüşler nesnel bir değer taşımayacak,
havada kalacaktır. 1920’ler Türkiyesi nasıl bir ülkeydi? İnsanlar nasıl
yaşıyor, neler düşünüyor ve ne yapmak istiyordu? Yöneticilerin elindeki
olanaklar nelerdi? Hangi iş kiminle, nasıl yapılıyordu? Bu sorulara yanıt
verilmeye kalkılınca, yoksunluklarla dolu, acıklı bir durumla
karşılaşılacaktır.
Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki devrimler, bugünün kuşaklarının
kavrayamayacağı, ya da yeterince kavrayamayacağı güç koşullar ve
olanaksızlıklar içinde başarılmıştı. Güçlüklerin en başta geleni, bilinçli ve
eğitimli kadro, yani aydın eksikliğiydi. Kurtuluş Savaşı süresince
Ankara’ya, çoğunluğu subay, ancak bin beş yüz kişi gelmiş, koskoca Osmanlı
Ordusu’ndan Ankara direnişine, İnönü Savaşı’na kadar yalnızca beş
general katılmıştı. Savaş’ın öncü gücünü oluşturan insanları birleştiren tek
nokta, yalnızca yurt sevgisi ve ülkenin ivedilikle kurtarılmasıydı.
Cumhuriyet sonrası girişilen hemen her işin, önce kadrosu
yaratılıyor, sonra işin kendisi gerçekleştiriliyordu. Tüm güçlüklere karşın,
kısa bir süre içinde büyük başarılar elde edildi ve her alanda olduğu gibi
eğitimde de sağlam bir temel atılarak, geleceğe umutla bakan bir ülke
yaratıldı. Başarılar, sayısal artışların ötesinde, gelişmeye açık, büyük bir
niteliksel dönüşümü içeriyordu. Ancak, elde edilen sayısal artışlar da, büyük
bir başarının kanıtlarıydı.
1923 yılında 4894 olan ilkokul sayısı, 1938’de 10596’ya
çıkarıldı ve yüzde 217 oranında bir artış sağlandı. 1923’te 72 olan ortaokul
sayısı 283’e, 23 olan lise sayısı 82’ye çıkarıldı. Artış oranları yüzde
393 ve yüzde 357’ydi. Bu okullarda okuyan öğrencilerin artış oranı, okul
artışlarından çok daha yüksek oldu. 1923-1938 arasındaki 15 yıllık dönemde; ilkokulda
okuyan öğrenci 336 binden 950 bine, ortaokulda okuyan öğrenci
5900’den 95 bine, lisede okuyan öğrenci ise 1241’den 25 bine çıktı.
Öğrenci artış oranları; ilkokulda yüzde 283, ortaokulda yüzde
1609, lisede yüzde 2015 olmuştu. Sayısal artış büyük boyutluydu ama,
eğitimin niteliğindeki yükseliş, sayısal artışlardan da daha ilerdeydi.
Orta öğrenimde sağlanan başarı, yüksek öğrenimde de
sağlanmıştı. 1923’te tüm ülkede, biri üniversite (Darülfünun) toplam 9 olan
yüksek okul sayısı 1938’de 20’ye (artış yüzde 222), 3 bin olan öğrenci sayısı
13 bine (artış yüzde 4333) çıkmıştı. 1923 yılında okuma yazma oranı, yüzde
6’yken, 1938’de yüzde 22,4’e yükselmişti.[12]
Eğitime
Çağrı
‘Eğitim
seferberliği’nde eğitim düzeyi ne olursa olsun okul görmüş herkes
göreve çağrıldı. Emekli devlet memurları, mesleği bırakmış öğretmenler, konumu
ne olursa olsun okuma yazma bilen herkes, öğretmen olmaya davet edildi.
Askerdeki ‘uyanık’ çavuşlara önce okuma yazma, sonra okuma yazmayı
öğretme öğretildi. Bunlar terhisle birlikte, maaş bağlanarak, köylerine eğitmen
olarak gönderildiler. Başkasına bir şey öğretebilecek her insan,
değerlendirilmeye çağırılıyor, aydını olmayan bir ülkede, aydınlığa
doğru gidiliyordu. Ülkenin herkese ve her şeye, üstelik yakıcı bir biçimde, gereksinimi
vardı.
Şevket Süreyya Aydemir, Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak
katılan bir öğretmendir. Savaş’tan sonra Moskova’da yüksek öğrenim görmüş ve
bir komünist olarak döndüğü İstanbul’da, çalışmaları nedeniyle tutuklanmıştı.
Afyon Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra 1927 affıyla serbest bırakılmış ve
doğrudan Ankara’ya gelerek görev isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na
başvurmuştur. Başvurduğu gün, Teknik Öğretim Genel Müdür yardımcılığına atanır.
Atamayı yapan Müsteşar Kemal Zaim Sunel, görevlendirilme yazısını
imzalarken, Şevket Süreyya’ya şunları söyler: “Hangi ülke,
çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizim kadar fakirdir?
Öyle bir işin içine girdik ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir.”[13]
Şevket Süreyya Aydemir’in, Milli Eğitim’e olduğu kadar, ürettiği
yapıtlarla Türk düşün yaşamına da önemli katkıları oldu. Yapıtlarında,
Cumhuriyet’in ilk döneminde eğitim atılımında görev alan insanların, hangi
koşullarda çalıştıklarını ele aldı, bunları gelecek kuşaklara aktardı. ‘Suyu
Arayan Adam’ adlı yapıtında, şöyle demektedir: “Milli Eğitim
Bakanlığı’nda çalışanlar için zamanın gecesi gündüzü yoktu. Asıl çalışma akşam
saatinden sonra, tüm dairelerin kapıları kapanınca başlardı. Müdürlerin, genel
müdürlerin lambaları geç saatlere kadar yanardı.. Laik öğretim, karma öğretim
gibi, ileri ülkelerin hala tartışmasını yaptıkları cesur ve ileri hamleler, bu
mütevazi Bakanlığın devrimci eğitimcileri tarafından başarılıyordu..”[14]
DİPNOTLAR
[4] “Bilim Cumhuriyetinden Manzaralar” Osman Bahadır, İzdüşüm Yayınları, İstanbul-2000, sf. 408; ak.
Prof.Metin Özata, “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”,
Umay Yayınları, İzmir-2005
[5] “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite” Prof.Metin Özata, Umay Yayınları, İzmir-2005, sf. 147
[7] “Atatürk ve Üniversite Reformu”Horst Widman, Kabalcı Yayınevi, İstanbul-2000, sf. 114-115; ak. Prof.Metin
Özata “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yayınları,
İzmir-2005, sf. 154
[9] “Yılların İçinden” Uluğ İldemir,
T.T.K.Yay., Ank.-1991, sf. 82; ak. Prof. Metin Özata, “Mustafa Kemal Atatürk
Bilim ve Üniversite”, Umay Yay., İzmir-2005, sf. 156
[10] “Atatürk ve Üniversite Reformu” Horst Widman, Kabalcı Yay., İst.-2000, sf. 114-115; ak. Prof.Metin Özata
“Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yayınları, İzmir-2005,
sf. 155
[12] “Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas., İst.-2001, sf. 250 ve “Cumhuriyet Dönemi
Türk Ansiklopedisi” İleti-şim Yay., 3.Cilt, İstanbul, sf. 666
[14] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 65
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder