18 Eylül 2013 Çarşamba

KEMALİST EĞİTİM DİZGESİ (SİSTEMİ)- II


Yoktan Var Etmek

        Eğitim Birliği Yasası’yla birlikte, girişilecek atılımlar için yoğun bir hazırlık çalışmasına girişildi. Öğretmen ve mali kaynak eksikliği, ilk elden aşılması gereken ana sorundu. Bu sorun, yalnızca eğitimcilerin değil, onlar başta olmak üzere, ülkedeki (ve ülke dışındaki) okumuş yazmış herkesin, “eğitim seferberliğinde” göreve çağrılmasıyla aşılmaya çalışıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda, biraraya getirilen eğitim uzmanları, Türk toplumuna uygun, gereksinimlere yanıt veren eğitim programları ve ders kitapları hazırladılar; eğitim örgütlenmesinde yeni yapı ve işleyişler getirdiler.
        Mali sorunları aşmak ve kaynakların kullanımını verimli kılmak için, 1927 yılında Eğitim Vergi Kanunu çıkarıldı. Bu yasayla eğitim vergisinin toplanmasında İl Özel İdare Kurullarının yetkisi kaldırıldı, gelirler bir yerde toplandı. 1935’te çıkarılan Eğitim Müdürleri Kanunu’yla, eğitimle ilgili bütün yetkiler, Milli Eğitim Bakanlığı’na verildi. Devrimci kişiliğiyle ulusal eğitimde büyük atılımlar gerçekleştiren Mustafa Necati, bakanlığı döneminde; Rüştü Uzel, Nafi Atuf Kansu, Cevat Dursunoğlu, İsmail Hakkı Tonguç gibi, Cumhuriyet eğitiminin simge isimlerini, kilit görevlere getirdi.

1927’de Bakanlık örgütüne, Talim Terbiye Dairesi, İnşaat ve Sağlık Daireleri eklendi. Çalışma koşulları ve ücretleri iyileştirilen öğretmenlik, saygın ve istenir bir meslek haline getirildi. Eğitim sorunlarının incelenip tartışıldığı Terbiye Dergisi, Maarif Vekilliği Dergisi çıkarıldı. Bakanlığa bağlı bir basımevi kurularak, ucuz okul kitapları bastırıldı. 1927’den sonra, kız ve erkek öğrencilerin birlikte okuduğu karma eğitime geçildi. 1924’te, Colombia Üniversitesi’nden eğitimci ve ünlü felsefeci Prof. John Dewey, 1925’te Alman Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Eğitim Danışmanı Prof.Kühne, 1927’de Belçika’dan ünlü eğitimci Omar Buyse davet edilerek birer rapor hazırlatıldı. Yapılan öneriler dikkatlice incelenerek, Türk toplumuna uyum gösteren öneriler değerlendirildi, değerlendirmeler ışığında yeni eğitim programları hazırlatıldı.[1]
1927 yılında, sanat okullarının tümü Maarif Vekaleti’ne bağlandı. 1934’te, öğrencileri uygulamalı olarak eğitmek ve üretimle ilişkilendirmek için, sanat okullarında döner sermaye işleyişi geliştirildi ve bu okullara piyasaya iş yapma yetkisi verildi, gelir sağlandı. 1936’da yeni bir Teknik Eğitim Programı hazırlandı, Bakanlık içinde, Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı kuruldu.
        Köy okullarının eğitim programlarına, tarım dersleri eklendi. 1935’te, köy çocuklarına okuma yazma dışında, günlük yaşam içinde kullanacakları uygulamalı eğitim verilmeye başlandı. Üç ya da dört yarıyıllık köy okulları açıldı. İsmail Hakkı Tonguç, İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’ne atandı. Askerliğini onbaşı olarak yapan ve okuma yazma öğretilen köylü gençler, Ziraat Bankası’nın işbirliğiyle, Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği’nde eğitilip öğretmen olarak köylere gönderildiler. 1935’te başlatılan bu uygulamanın başarılı olması üzerine, 1937’de çıkarılan 3238 sayılı yasayla, köy eğitmeni yetiştirme girişimi yaygınlaştırıldı. Bu uygulama, daha sonra kurulacak olan ve Türkiye’ye özgü yapılarıyla olağanüstü başarı gösteren Köy Enstitülerinin temelini hazırladı. 1940’ta çıkarılan 3083, 1942’de çıkarılan 4242 sayılı yasalarla Köy Enstitüleri kuruldu.[2]

Okullar Açılıyor

        Kurtuluş Savaşı sonrasında, Ankara’da açılan ilk yüksek okul, Harp Okulu’ydu (1923). Onu, 1925’te açılan yatılı Hukuk Mektebi izledi. Bu okul, yakında girişilecek Medeni Kanun uygulamalarının kadrosunu yetiştirecekti. Aynı yıl Musiki Muallim Mektebi, 1927 yılında da Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü kuruldu.1933 yılında, yine Ankara’da, Türk tarımına stratejik önemde hizmet veren, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü kuruldu. Enstitü’de; Doğa Bilimleri, Tarımcılık, Veteriner, Tarım Sanatları ve Orman bölümleri vardı. 1934’te, 2531 sayılı yasayla Milli Musiki ve Temsil Akademisi kurularak, daha sonra kurulacak konservatuvarın temelleri atıldı. 1935’te, 2777 sayılı yasayla İstanbul Mülkiye Mektebi, Ankara’ya taşınarak, Siyasal Bilgiler Okulu adıyla yeniden yapılandırıldı. Yine 1935’te, 2795 sayılı yasayla Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu.[3]


Üniversite Yenileşmesi (Reformu)

        Cumhuriyet yönetimi, giriştiği eğitim atılımında, Darülfünun (Sözcük anlamı: fenler evi ya da bilimler kapısı)’dan hemen hiçbir destek görmedi, tersine engellemelerle karşılaştı. Tutucu yapısı ve saltanata bağlılığı nedeniyle, Osmanlı hükümetleri Darülfünun’a pek karışmamış, onu serbest bırakmıştı. Sözkonusu ‘serbestlik’, günümüzdeki üniversite özerkliği kavramından çok farklı bir anlayışın ürünüydü ve tutuculukta serbestlik anlamına geliyordu. Darülfünun, yeniliğe kapalı bilim dışı bir yapılanmayla, siyasi tutuculuğun etkili olduğu bir kurum haline gelmişti.
        Darülfünun’un iyileştirilmesi için, önce İsviçreli Profesör Albert Malche’ye bir rapor hazırlatıldı. Rapor ve Hükümet’in yaptığı araştırmalar, köklü bir değişime gitmeden, iyileştirmenin olanaksız olduğunu ortaya koyuyordu. Bunun üzerine, 1933 tarih ve 2252 sayılı yasayla Darülfünun ortadan kaldırıldı, Maarif Vekaleti’ne 1933’ten başlamak üzere İstanbul Üniversitesi’ni kurma görevi verildi. Yeni üniversitenin öğretim kadrosu; yurtdışında okutulan gençler, Darülfünun’dan üniversiteye geçecek nitelikteki öğretim üyeleri ve yabancı profesörlerle karşılanacaktı. 1927-1930 arasındaki üç yılda, yurtdışına, üniversite yenileşme(reform)sinde görevlendirilmek amacıyla 501 öğrenci gönderilmişti.[4] Okullarını bitiren öğrenciler, 1932-1933’te dönmeye başladılar. Üniversite yenileşmesi, bu nedenle, 1933’te başlatıldı.
1934 yılında çıkarılan 2467 sayılı yasayla, İstanbul Üniversitesi’nin, yönetim yapılanması ve işleyiş biçimi belirlendi. Darülfünun’dan Üniversite’ye alınacak öğretim üyeleri saptandı. 240 öğretim üyesinden 157’si görevden alındı, geri kalan 83 öğretim üyesi Üniversite’de görevlendirildi.[5] Yurt dışından, birçoğu alanında dünya çapında ün yapmış 70 yabancı bilim adamı getirildi.[6] Cumhuriyet Hükümeti, kısa bir süre içinde, yenileşmeyi sürekli kılan bir anlayışla, yüksek öğrenimi, sağlam temeller üzerine oturttu. Bilimden ödün vermeyen, halka açık parasız bir yüksek öğrenimi, Türk Milli Eğitiminin temel unsurlarından biri haline getirmeyi başardı.

Üniversite Yenileşmesi ve Alman Bilim Adamları

        Üniversite yenileşmesinde görev alan yabancı bilim adamları konusu, eğitimin sınırlarını aşan ve örneği herhalde pek bulunmayan ve uluslararası siyasi boyutu olan son derece ilgi çekici bir olaydır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da, acılarla dolu bir insanlık dramı yaşanıyor ve Hitler Almanyası siyasi görüşüne katılmayan hemen her örgüt ve kişiyi yok ediyordu. Nazizme karşı çıkan, bu nedenle yok edilmeyle karşı karşıya kalan çok sayıda bilim adamı, sığınacak ülke arar duruma düşmüştü. Ancak, Hitler’in güç ve tepkisinden çekinen, en “demokratik!” olanları da dahil, hemen hiçbir ülke, bu insanlara yasal sığınma hakkı vermek istemiyordu.
        Atatürk, kaçtıkları İsviçre’de biraraya gelip örgütlenmeye çalışan bu tür bilim adamlarıyla ilişki kurdurdu. Değişik din ve siyasi inançtan birçok Alman profesörü, girişilen üniversite yenileşmesinde görev almak üzere Türkiye’ye çağrıldı. Güç koşullar altında yaşam mücadelesi veren bu insanların; ekonomik, akademik ve sosyal sorunlarını çözdürerek, İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere, Yüksek Mühendis Mektebi (sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi) ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev verdirdi.
Alman bilim adamlarıyla ilk kez 1933 yılında ilişki kurulmuştu. Önce, Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Derneği Başkanı Prof. Philipp Schwatz çağrıldı ve Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’le, profesörlerin, Türkiye’de çalışma koşullarını belirleyen genel bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre; yabancı profesörler, Üniversite’de tam gün çalışacaklar ve yan bir iş yapmayacaklardı. Öğrenciler için çevirmenler aracılığıyla Türkçe ders kitapları hazırlayacaklar ve en geç üç yıl içinde, Türkçe ders vermeye başlayacaklardı.[7] Günümüzdeki ‘yabancı dilde eğitim’ çarpıklığı göz önüne getirilirse, Cumhuriyet’i kuranların Türkiye ve Türkçe’ye gösterdikleri duyarlılığın değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Milli Eğitim Bakanlığı, yabancı bilim adamlarına, hizmetlerinin karşılığı olarak; yüksek maaş, sağlık sigortası, taşınma ve yol giderleri ödeyecek; çalışma ekibini Türkiye’ye getirip görevlendirme hakkı tanıyacak ve devlet himayesi garantisi verilecekti. Türkiye’de bir profesör 150 lira aylık alırken, yabancı profesöre 500-800 lira aylık verildi. Bu miktar, milletvekili maaşlarının üç katıydı.[8] Yoksul bütçeye karşın bu denli yüksek ücret ödenmesi, o günkü yöneticilerin bilime ve aydınlanmaya verdikleri önemin bir göstergesiydi.
Üniversite yenileşmesi gibi zor bir görevi başaran Dr. Reşit Galip, Prof.Philipp Schwatz’la çalışma koşulları ve ücret konusundaki anlaşmayı imzalarken yaptığı konuşmada şu anlamlı sözleri söylemişti: “Biz fakir bir ülkeyiz. Sizlere layık olduğunuz ücretleri veremiyoruz. Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde sizler yeni bir bilimsel uyanış açacaksınız. Burada doğacak yeni bilimin feyizli ışıkları bütün dünyayı aydınlatacaktır.. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin..”[9]
Üniversite yenileşmesiyle 1933’ten sonra Türkiye’ye gelen bilim adamları, Türk bilimine büyük katkı yaptılar. Birçok meslektaşları savaşın acımasız koşulları içinde yok olup giderken, onlar, Türkiye’de öğrenci yetiştirdiler, mesleklerini geliştirdiler. Türkiye’de gördükleri ilgi ve saygıdan çok etkilendiler. Prof. Philipp Schwatz anılarında, Türkiye için; “Batı’nın pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke keşfediyorum”[10] diyordu. Bu sözler, Türkiye’de çalışan diğer tüm bilim adamlarının ortak görüşü gibiydi.

Bilimde Sıçrama

        1933’ten sonra Türkiye’ye, içlerinde mesleklerinin dünyada en iyisi olanlar dahil, pekçok ünlü bilim ve sanat adamı geldi. Türk tıbbı, bu değerli “beyin göçü”nden en çok yararlanan bilim dalıydı. Türkiye’den ayrıldıktan sonra, ününü ABD’de daha da arttıracak olan Operatör Rudolf Nissen, jinekolojinin dünyadaki ilk öncülerinden Wilhelm Liepman, ensülini bulan Erich Frank, deri hastalıkları uzmanı Alfred Marchionini, göz hastalıkları uzmanı Joseph Igersheimer, Türkiye’de ders veren ünlü hekimlerdi. Sosyalist düşünceleri nedeniyle toplama kampına atılan ve oradan kaçarak Türkiye’ye gelen Alfred Kantorowicz, İstanbul Dişçilik Fakültesi’ni kurdu ve bilim tarihimizde, çağdaş Türk dişçiliğinin temelini atan bilim adamı olarak geçti.
İstanbul Hukuk Fakültesi’nde; medeni hukuk ve Roma Hukuku’nda uzman Prof. Andreas Schwarz, karma hukuk uzmanı Prof. Richard Honig, uluslararası hukuk uzmanı Prof. Karl Strupp ve ticaret hukuku Profesörü Ernst Hirsch ders verdiler. Özellikle Hirsch, Türkiye’deyken yazdığı kitaplarıyla, ününü tüm dünyaya yaydı. İstanbul İktisat Enstitüsü’nü kuran Türk gelir vergisi düzeninin mimarı Maliyeci Prof. Fritz Neumark, neo-klasik ekonominin son büyük kuramcısı Wilhelm Röpke, “Günümüzün Yeri” adlı dev yapıtın yazarı Alexander Rustow ve Türkiye’de çağdaş işletme biliminin kurucusu Alfred Isaac, dünya çapında ünleri olan bilim adamlarıydı.
Bunlardan başka; modern mantığın kurucularından Filozof Hans Reichenbach, Edebiyat Kuramcısı Leo Spitzer, Felsefe Tarihçisi Ernst von Aster, Psikolog Wilhelm Peters, Asurolojinin büyük ismi Benno Landsberger, Hititolog Gustov Güterbock, Matematikçi Richard von Mises, Kimyacı Fritz Arndt, Fizikçi Harry Dember, Manyas Kuş Cennetini bulan Zoolog Curt Kosswig, Ankara’da TBMM binasını yapan Avusturyalı ünlü Mimar Clemens Holzmeister, Kent Plancıları Gustov Oelsner ve Ernst Reuter, Türkiye’ye gelip ders veren bilim adamlarıydılar..[11] Kent planlaması ve belediyecilik alanında döneminin en ünlülerinden olan Ernst Reuter, Alman parlamentosunda Komünist Parti milletvekiliyken tutuklanıp toplama kampına atılmış, oradan kaçarak Türkiye’ye sığınmıştı. İktisat ve Ulaştırma Bakanlığı’nda uzmanlık ve Mülkiye’de kent yönetimi profesörlüğü yapan Reuter, 1945’ten sonra Almanya’ya dönmüş ve Batı Berlin Belediye Başkanı seçilmişti.

Nereden Nereye

Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde eğitim alanında yapılanların gerçek boyutunu kavramak için; girişilen işin başlangıç koşullarını bilmek, ortamı ve olanakları tanımak ve sağlanan gelişmeyi bu bütünlük içinde ele almak gerekir. Geçmişi öğrenip ondan ders çıkarmak isteyenler için önemli olan, nereye gelindiği değil, nereden nereye gelindiği’dir. Geçmişteki olaylara bu biçimde bakılmadığı sürece, başarı ya da başarısızlık olarak ileri sürülecek görüşler nesnel bir değer taşımayacak, havada kalacaktır. 1920’ler Türkiyesi nasıl bir ülkeydi? İnsanlar nasıl yaşıyor, neler düşünüyor ve ne yapmak istiyordu? Yöneticilerin elindeki olanaklar nelerdi? Hangi iş kiminle, nasıl yapılıyordu? Bu sorulara yanıt verilmeye kalkılınca, yoksunluklarla dolu, acıklı bir durumla karşılaşılacaktır.
        Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki devrimler, bugünün kuşaklarının kavrayamayacağı, ya da yeterince kavrayamayacağı güç koşullar ve olanaksızlıklar içinde başarılmıştı. Güçlüklerin en başta geleni, bilinçli ve eğitimli kadro, yani aydın eksikliğiydi. Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’ya, çoğunluğu subay, ancak bin beş yüz kişi gelmiş, koskoca Osmanlı Ordusu’ndan Ankara direnişine, İnönü Savaşı’na kadar yalnızca beş general katılmıştı. Savaş’ın öncü gücünü oluşturan insanları birleştiren tek nokta, yalnızca yurt sevgisi ve ülkenin ivedilikle kurtarılmasıydı.
Cumhuriyet sonrası girişilen hemen her işin, önce kadrosu yaratılıyor, sonra işin kendisi gerçekleştiriliyordu. Tüm güçlüklere karşın, kısa bir süre içinde büyük başarılar elde edildi ve her alanda olduğu gibi eğitimde de sağlam bir temel atılarak, geleceğe umutla bakan bir ülke yaratıldı. Başarılar, sayısal artışların ötesinde, gelişmeye açık, büyük bir niteliksel dönüşümü içeriyordu. Ancak, elde edilen sayısal artışlar da, büyük bir başarının kanıtlarıydı.
1923 yılında 4894 olan ilkokul sayısı, 1938’de 10596’ya çıkarıldı ve yüzde 217 oranında bir artış sağlandı. 1923’te 72 olan ortaokul sayısı 283’e, 23 olan lise sayısı 82’ye çıkarıldı. Artış oranları yüzde 393 ve yüzde 357’ydi. Bu okullarda okuyan öğrencilerin artış oranı, okul artışlarından çok daha yüksek oldu. 1923-1938 arasındaki 15 yıllık dönemde; ilkokulda okuyan öğrenci 336 binden 950 bine, ortaokulda okuyan öğrenci 5900’den 95 bine, lisede okuyan öğrenci ise 1241’den 25 bine çıktı. Öğrenci artış oranları; ilkokulda yüzde 283, ortaokulda yüzde 1609, lisede yüzde 2015 olmuştu. Sayısal artış büyük boyutluydu ama, eğitimin niteliğindeki yükseliş, sayısal artışlardan da daha ilerdeydi.
Orta öğrenimde sağlanan başarı, yüksek öğrenimde de sağlanmıştı. 1923’te tüm ülkede, biri üniversite (Darülfünun) toplam 9 olan yüksek okul sayısı 1938’de 20’ye (artış yüzde 222), 3 bin olan öğrenci sayısı 13 bine (artış yüzde 4333) çıkmıştı. 1923 yılında okuma yazma oranı, yüzde 6’yken, 1938’de yüzde 22,4’e yükselmişti.[12]

Eğitime Çağrı

        ‘Eğitim seferberliği’nde eğitim düzeyi ne olursa olsun okul görmüş herkes göreve çağrıldı. Emekli devlet memurları, mesleği bırakmış öğretmenler, konumu ne olursa olsun okuma yazma bilen herkes, öğretmen olmaya davet edildi. Askerdeki ‘uyanık’ çavuşlara önce okuma yazma, sonra okuma yazmayı öğretme öğretildi. Bunlar terhisle birlikte, maaş bağlanarak, köylerine eğitmen olarak gönderildiler. Başkasına bir şey öğretebilecek her insan, değerlendirilmeye çağırılıyor, aydını olmayan bir ülkede, aydınlığa doğru gidiliyordu. Ülkenin herkese ve her şeye, üstelik yakıcı bir biçimde, gereksinimi vardı.
Şevket Süreyya Aydemir, Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılan bir öğretmendir. Savaş’tan sonra Moskova’da yüksek öğrenim görmüş ve bir komünist olarak döndüğü İstanbul’da, çalışmaları nedeniyle tutuklanmıştı. Afyon Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra 1927 affıyla serbest bırakılmış ve doğrudan Ankara’ya gelerek görev isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurmuştur. Başvurduğu gün, Teknik Öğretim Genel Müdür yardımcılığına atanır. Atamayı yapan Müsteşar Kemal Zaim Sunel, görevlendirilme yazısını imzalarken, Şevket Süreyya’ya şunları söyler: “Hangi ülke, çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizim kadar fakirdir? Öyle bir işin içine girdik ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir.”[13]
Şevket Süreyya Aydemir’in, Milli Eğitim’e olduğu kadar, ürettiği yapıtlarla Türk düşün yaşamına da önemli katkıları oldu. Yapıtlarında, Cumhuriyet’in ilk döneminde eğitim atılımında görev alan insanların, hangi koşullarda çalıştıklarını ele aldı, bunları gelecek kuşaklara aktardı. ‘Suyu Arayan Adam’ adlı yapıtında, şöyle demektedir: “Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışanlar için zamanın gecesi gündüzü yoktu. Asıl çalışma akşam saatinden sonra, tüm dairelerin kapıları kapanınca başlardı. Müdürlerin, genel müdürlerin lambaları geç saatlere kadar yanardı.. Laik öğretim, karma öğretim gibi, ileri ülkelerin hala tartışmasını yaptıkları cesur ve ileri hamleler, bu mütevazi Bakanlığın devrimci eğitimcileri tarafından başarılıyordu..”[14]

DİPNOTLAR





[1] “Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., İst., sf. 664
[2] a.g.e. sf. 666
[3] a.g.e. sf. 664
[4] “Bilim Cumhuriyetinden Manzaralar” Osman Bahadır, İzdüşüm Yayınları, İstanbul-2000, sf. 408; ak. Prof.Metin Özata, “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yayınları, İzmir-2005
[5] “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite” Prof.Metin Özata, Umay Yayınları, İzmir-2005, sf. 147
[6] “Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., İst., sf. 654
[7] “Atatürk ve Üniversite Reformu”Horst Widman, Kabalcı Yayınevi, İstanbul-2000, sf. 114-115; ak. Prof.Metin Özata “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yayınları, İzmir-2005, sf. 154
[8] a.g.e. sf. 154
[9] “Yılların İçinden” Uluğ İldemir, T.T.K.Yay., Ank.-1991, sf. 82; ak. Prof. Metin Özata, “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yay., İzmir-2005, sf. 156
[10] “Atatürk ve Üniversite Reformu” Horst Widman, Kabalcı Yay., İst.-2000, sf. 114-115; ak. Prof.Metin Özata “Mustafa Kemal Atatürk Bilim ve Üniversite”, Umay Yayınları, İzmir-2005, sf. 155
[11] “Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Y., 3.C., sf. 664-665
[12] “Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas., İst.-2001, sf. 250 ve “Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İleti-şim Yay., 3.Cilt, İstanbul, sf. 666
[13] “Suyu Arayan Adam” Ş.S. Aydemir, Remzi Kitapevi, İstanbul, sf. 445
[14] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 65

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder