Cumhuriyet’in ilk döneminde binbir
güçlükle oluşturulup uygulanan eğitim dizgesi, bugün büyük bir bozulma
içindedir. Osmanlı’nın son döneminde yaşanan eğitim karmaşası yeniden
yaşanıyor. Dışarda hazırlanıp içerde uygulanan eğitim izlenceleri (programları)
gençlere öğrenmeyi değil, öğrenmemeyi öğretiyor. Çok başlı eğitim yeniden
gündemde. Dinsel eğitim yayılıyor. Günümüzdeki çöküş ve geri dönüşü yaşarken, okulların
açıldığı bu günlerde Cumhuriyet döneminde yoksunluklar içerisinde
gerçekleştirilen büyük eğitim atılımını anımsatmak istedik. Umarız bu güne
yönelik sonuç çıkarmada yararlı olur, çözüm içeren düşüncelerin oluşmasına
katkı sağlar.
Eğitime, tarihin her döneminde özel önem veren Türk toplumu, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son döneminde her alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük
bir gerilik içine girmişti. Batı’nın artan etkinliğine ve yarattığı ekonomik
çöküntüye bağlı olarak, bir zamanlar çok iyi işleyen eğitim düzeni bozulup
dağılmış, bilimle bağdaşmayan bir geriliğe sürüklenmişti. Ortaya çıkış
dönemlerinde, çağının en ileri bilim merkezleri olan medreseler; tarikat
ya da mezheplerin yozlaşmış yönetiminde, herkesin kendi inancına göre eğitim
verdiği, bilim ve yeniliğe kapalı, çözülmüş kurumlar haline gelmişti. Felsefe,
matematik, tıp, kimya, gökbilim (astronomi), müzik dallarında dünyanın en ileri
eğitimini veren medreseler şimdi, Arapça metinlerle okutulan birkaç
mantık, hadis ve tefsir dersleriyle sınırlanmıştı. Türk toplumunda her zaman
var olan öğrenme tutkusunun, köylere dek götürdüğü ve her birini varsıl
vakıflarla beslediği kültür kaynakları, artık yok olmuştu.
Son dönem Osmanlı
eğitim kurumlarında, bilgi ve bilinç yaratmayan, ezbere dayalı ve çağın
gereklerinden uzak bir eğitim veriliyordu. Teknik ve düşünce yenilikleri,
özellikle felsefe ve tarih, öğretmek bir yana adeta yasaklanmıştı. Okul
yöneticileri için tarih, “uzak durulması gereken bir baş belası, huzur
kaçıran bir kabustu”[1] ve yalnızca Padişah’ın onay verdiği konuları kapsıyordu.[2] Türk tarihi diye bir dersin adı bile yoktu. Dünyadaki siyasal ve
toplumsal konular işlenmiyor, Arapça ve Farsça’dan başka yabancı dil
öğretilmiyordu. Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için, devletin dış
ilişkilerinin tümü, çoğu kez ihanet tutumu içindeki ayrılıkçı Fener Rumlarının
çevirmenliğine kalmıştı.[3]
1924 yılında İstanbul Üniversitesi öğrencileri, üniversite
bahçesinde fotograf çektirdiklerinde, fotograf çektirmeyi günah sayan öğretim
üyeleri, büyük tepki göstermiş ve öğrencilere ceza verilmişti. Atatürk,
bu davranışa karşı Bursa’da sert bir açıklama yapmıştı.[4] Aynı öğretim üyeleri, harf devrimi yapıldığında, “Latin
harfleriyle tek bir satır yazmayıp kalemlerini kıracaklarını” söyleyerek
direnmişlerdi.[5] Üniversitenin 1924’teki durumu buydu.
Kızların okuması neredeyse olanaksızdı. Yüzde 10’un altında olan
okuma yazma bilenlerin, hemen tümü erkekti. Meşrutiyetten sonra açılan birkaç
kız mektebinde, edebiyat hocaları harem ağalarından oluşuyordu. Resim ve heykel
yasaktı. Üniversite’de, kütüphane denilen yerler, bakımsız ve tozlu depolar
gibiydi.[6]
1923’de Durum
1923 yılında, ilkokuldan üniversiteye toplam öğrenci sayısı, genel
nüfusun ancak yüzde 3’ünü oluşturuyordu. Okur yazar oranı yüzde 6’ydı.[7] Darülfünun’da okuyan toplam öğrenci sayısı yalnızca 2088’di
ve bunların ancak yüzde 8’i, yani 185’i kız öğrenciydi. Tüm ülkede; 1011’i
erkek 230’u kız, 1241 lise öğrencisi; 5362’si erkek 543’ü kız, 5905 ortaokul
öğrencisi; 1743’ü erkek 783’ü kız, 2526 öğretmen okulu öğrencisi vardı.
İlkokulda okuyan öğrenci sayısı, 273107’si erkek 62954’ü kız, yalnızca 336
061’di.[8]
1924 yılında, çoğu
tarikat vakıfları tarafından yönetilen ve bazılarında 5-6 öğrencinin bulunduğu
479 ‘medrese’ ve 1800 öğrencisi vardı.[9] Adlarına medrese dense de bunlar, yönetiminde bulunan mezhep
ya da tarikatların inancına bağlı olarak, her biri kendi inancına göre değişen
ve bilimsel değeri olmayan öğrenim yapan birimlerdi. Farklı Hıristiyan
mezheplerine ve farklı ülkelere bağlı misyoner okulları, Meşrutiyet’ten
sonra kurulan maarif mektepleri ve din eğitimi veren tarikat okul ve
kursları biraraya gelince, ortaya gerçek anlamda bir eğitim karmaşası
çıkıyordu. Bu karmaşa içinde, okudukları okulu bitiren aynı ulusun çocukları,
bir ya da birkaç değil, adeta onlarca ‘ulusun’ bireyleri haline geliyordu.
Eğitim, ulusal birliği sağlamanın değil, ayrılığın ve parçalanmanın aracı
haline gelmişti.
Misyoner Okulları
Osmanlı Devleti’nde eğitim hemen tümüyle çökmüş durumdayken,
devletin tutarlı bir eğitim programı ve bu programı uygulayacak okulları bulunmazken;
ülkenin hemen her yerine yayılan ve “Müslüman Türk gençlerini eğiten”
çok sayıda misyoner okulu vardı. Gelişmiş ülkelerin, sömürge ve yarı
sömürgelerinde açtığı ve “Avrupa liberalizminin ideallerine” uygun insan
yetiştiren bu okullarda, gençler, ustalıklı yöntemlerle kimliksizleştiriliyor;
özdeğerlerinden uzaklaştırılarak, kendilerine ve içinden çıktıkları topluma
yabancılaşıyorlardı. Bunların önemli bir bölümü okullarını bitirdiklerinde,
kendilerini eğitenlerin anlayışı yönünde davranmaya hazır, zamanla
kitleselleşen kadrolar haline geliyordu. Artık, ne tam olarak yerel, ne de tam
olarak yabancı unsurdular. Ne kendileri kalıyor, ne de tam olarak Batılı
olabiliyorlardı. Kişiliksiz, yoz bir küme oluşturuyorlardı.
19.yüzyılda, Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan
sonraki yarım yüzyıl içinde, Türkiye’de yüzlerce misyoner okulu açıldı. 1914
yılında Türkiye’nin değişik bölgelerinde, Amerikalılar’a ait; 45 konsolosluk,
17 dini misyon ve bunların 200 şubesi ile 435 okul vardı.[10]
Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi adlı örgütün, 1912 yılında yaptırdığı bir araştırmaya göre,
Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren 94 Fransız okulunda 22 425 öğrenci
okuyordu.[11]
Aynı dönemde, İngilizlerin Irak ve Ege bölgesinde, 2996 öğrencinin
okuduğu 30; Almanların İstanbul, İzmir ve Filistin’de 1600 öğrencinin okuduğu
10; İtalyanların Batı Anadolu’da, doğrudan İtalya Hükümeti’ne bağlı 4; Rusların
ise 1’i lise 3 okulu vardı.[12] O dönemde, devlete ait lise (İdadi) sayısının 1923 yılında
yalnızca 23 olduğu[13] düşünülürse, misyoner okulu sayılarının ne
anlama geldiği ve gerçek boyutu, daha iyi anlaşılacaktır. Müslüman Türk
aileleri; ‘iyi eğitim alma’, ‘yabancı dil öğrenme’ ya da ‘kolay
iş bulma’ gibi gerekçelerle ve giderek artan oranlarla çocuklarını bu
okullara veriyordu. Latin ve Protestan misyoner okullarında okuyan Türk
öğrencilerin, Türk okullarında okuyan tüm öğrencilere oranı; 1900’de yüzde
15’ken, 1910’da yüzde 60’a, 1920’de yüzde 75 gibi çok yüksek bir orana
ulaşmıştı.[14]
Patrikhane’nin Ayrıcalığı
Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde,
yalnızca din işlerinde değil, eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda da özel
ayrıcalıklara sahipti. Açtığı ve açtırdığı, çok sayıda okul, hastane ve vakıf
vardı. Avrupa devletleri, Patrikhane’nin açtığı ve “Anadolu’yu Helenleştirmenin
araçları” olarak kullandığı bu okulları, ilkokuldan liseye dek, kendi
okullarına denk sayıyor, burayı bitiren Rum gençleri, “Atina ya da Avrupa
üniversitelerine Avrupalı öğrenciler gibi” kabul ediliyordu. Fener
Patrikleri, ülkenin her yerinde diledikleri kadar okul ve kilise açıyor ve
buraları “Helenci militan” yetiştirilen merkezler haline getiriyordu.
Alman Profesör Kruger, bu okul ve kiliselere, “Rum milliyetçiliğinin
birer kalesi”diyordu.[15] Patriklik, “yalnızca manevi bir otorite” değil, “yetkisini
çok aşan, siyasi ayrıcalıklara sahip” bir parti gibi çalışıyordu.[16]
Misyoner Okullarının, Türkiye’de
hangi anlayışla çalıştıklarını ve ne yapmak istediklerini daha iyi anlamak
için, geçmişte yaşanmış olayları bilmek gerekir. Genelkurmay Başkanlığının yayımladığı
Türk İstiklal Harbi adlı yapıtta, bugün için son derece aydınlatıcı olan
bir misyonerlik belgesi vardır. Belge, Merzifon Amerikan Misyoner
Okulu Direktörü Whit’in 1918’de Amerika’ya gönderdiği bir mektuptur.
Mektupta şunlar yazılıdır: “Hıristiyanlığın en büyük düşmanı Müslümanlıktır.
Müslümanların da en güçlüsü Türkler’dir. Buradaki hükümeti devirmek için,
Ermeni ve Rum dostlarımıza sahip çıkmalıyız. Hıristiyanlık için Ermeni ve Rum
dostlarımız çok kan feda ettiler ve İslam’a karşı mücadelede öldüler.
Unutmayalım ki, kutsal görevimiz sona erinceye kadar, daha pek çok kan
akıtılacaktır.”[17]
Whit’in bunları yazdığı günlerde, Mustafa
Kemal Anadolu’da ulusal direniş örgütlemeye çalışıyor, mandacılar ise,
Amerikan himayesinin kabul edilmesi için vargüçleriyle çalışıyorlardı.
Cumhuriyet Eğitimi’nin Niteliği
Eğitim, Cumhuriyet
yönetiminin en önem verdiği konulardan biri, belki de birincisiydi. Kalkınıp
gelişmek, toplumun gönenç ve mutluluğunu sağlamak için, bu amacı
gerçekleştirebilecek kadrolara, kadro yetiştirmek için de; iyi işleyen, yaygın,
nitelikli ve ulusal bir eğitim düzenine gereksinim vardı. Eğitimi her şeyin
önüne koyan yönetim anlayışı, amacı yönündeki uygulamalara, Kurtuluş Savaşı
sürerken başlamıştı. Savaş’a katılmak için Ankara’ya gelen öğretmenler,
cepheye değil, okullara gönderiliyordu.
Mustafa Kemal,
Savaş içinde ve sonrasında öğretimle ilgili yaptığı hemen her konuşmada;
eğitimin ve öğretmenlerin önemini anlatıyor, ulusun geleceği için taşıdığı
değeri vurguluyordu. Sakarya Savaşı’nın hemen öncesinde, 16-21 Temmuz
1921’de Ankara’da toplanan Birinci Maarif Kongresi’nde yaptığı
konuşmada; “Bugüne kadar izlenen eğitim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme
tarihinde en önemli etken olduğu kanısındayım” demişti.[18] “Bir ulusu, özgür ve bağımsız, ya da tutsak ve yoksul yapan
eğitimdir”[19]; “Ulusları kurtaranlar, yalnız ve
sadece öğretmenlerdir” diyordu.[20]
Bursa
Öğretmenler Toplantısı
Eğitim ve öğretmenlere verdiği önemi gösteren en anlamlı konuşmayı,
İzmir’in kurtuluşundan 1,5 ay sonra, 27 Ekim 1922’de Bursa’da, İstanbul’dan
gelen kalabalık bir öğretmen topluluğu önünde yaptı: “İstanbul’dan
geliyorsunuz. Hoş geldiniz. İstanbul’dan aydınlık ocaklarının temsilcileri olan
yüce topluluğunuz karşısında duyduğum kıvanç sonsuzdur.. Şu anda en içten
duygularımı izninizle söyleyeyim. İsterdim ki çocuk olayım, genç olayım. Sizin
aydınlık sınıflarınızda bulunayım. Sizin ellerinizde gelişeyim. Beni siz
yetiştiresiniz.. Ne yazık ki elde edilemeyecek bir istekte bulunuyorum. Bunun
yerine, sizden başka bir dilekte bulunacağım: Bugünün çocuklarını yetiştiriniz.
Onları yurda, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden diliyor ve istiyorum.
Artık önderimiz bilim ve teknik olacaktır... Hanımefendiler, Efendiler! Ordularımızın
kazandığı zafer, sizin ve eğitim ordusunun zaferi için yalnızca ortam
hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, yaşatacak ve kesinlikle başarıya
ulaştıracaksınız. Ben ve bütün arkadaşlarım sarsılmaz bir inançla sizi
izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.”[21]
Bursa’da öğretmenlere
söylediği sözler, sürekli biçimde uygulayacağı içten düşünceleriydi. Aynı
günlerde, “Ülkeyi kurtardınız şimdi ne olmak istersiniz?” diye soran bir
arkadaşına, “En büyük amacım olan milli kültürü yükseltmek için, Milli
Eğitim Bakanı olmak isterdim” der.[22]
Önder konumu ve cumhurbaşkanlığı görevleri, istediği “Eğitim
Bakanlığı” makamına gelmesine izin vermedi, ama eğitim konusundaki
düşüncelerinin hemen tümünü, yaşama geçirmeyi başardı. Tutumunu ve izleyeceği
yolu, savaş henüz bitmemişken, ünlü 1 Mart 1922 Meclis konuşmasında açıklamış
ve şunları söylemişti: “Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize
görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce
Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan
bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Dünyada geçerli olan
uluslararası ilişkilere göre, böyle bir mücadelenin gerektirdiği ruhi
unsurlarla donanmamış bireylerden oluşan toplumlara, hayat ve bağımsızlık
yoktur.”[23]
Eğitim Seferberliği
Cumhuriyet
Yönetimi’nin ilk işi, çok başlı eğitime son vermek oldu. 3 Mart 1924’te
çıkarılan 430 sayılı yasayla, eğitimde Öğretim Birliği (tevhid-i tedrisat)
ilkesi kabul edildi. Aynı gün çıkarılan 431 sayılı yasayla Hilafet, 429
sayılı yasayla da Şer’iye ve Evkaf Nezareti ortadan kaldırıldı. Misyoner
okullarının büyük bölümü, ulusal bağımsızlığın gerçekleştirilmesiyle
kendiliğinden ortadan kalkmıştı. Şimdi, eğitimle ilgili içteki dağınıklık
giderilecekti.
Hilafeti ve Şeriye Nezareti’ni de kapsayan
üçlü uygulama nedensiz değildi. Eğitim, o güne değin din ağırlıklı olduğu için,
Hilafet Makamı’nın ilgi alanına giriyordu. Medreseler Şerîye ve Evkaf
Nezareti’ne bağlıydı. Bu kurumlar varlığını sürdürdükçe, eğitimde tekliği
sağlamak olanaklı değildi. Bu gerçek, Saruhan Milletvekili Vasıf (Çınar)
Bey’in 57 arkadaşıyla önerdiği yasa gerekçesinde şöyle dile getiriliyordu: “Bir
devletin genel eğitim siyasetinde, ulusun duygu ve düşünce bakımından birliğini
sağlamak gereklidir. Bu, öğretim birliği ile sağlanabilir. İki başlı bir eğitim
düzeninde, iki tip insan yetişir. Öneri kabul edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti
içindeki tüm eğitim kurumlarının tek kurumu Maarif Vekaleti olacak ve ulusal
birliği sağlayan gençler yetiştirilecektir.”[24]
Öğretim Birliği Yasası,
yalnızca mektep-medrese ikiliğini ortadan kaldırmadı, yabancı okulların ve
cemaat okullarının tümünü denetim altına aldı. Cumhuriyet yönetimi, kendi
okullarında hiç ödün vermeden uyguladığı birlik ilkesini, kalmasına izin verdiği
bu okullarda da eksiksiz uygulattı. Dini inancın, eğitim aracılığıyla siyasi
çıkar için kullanılmasını önledi; eğitim kurumlarını sıkı biçimde denetledi.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel kabul ettiği Türkçe, tarih, edebiyat gibi
dersleri tüm yabancı ve azınlık okullarında zorunlu kıldı.
Atatürk, Öğretim
Birliği Yasası uygulamalarına, her aşamada ilgi gösterdi, destek verdi.
Birçok çalışmaya bizzat katıldı. Giriştiği devrim atılımlarında, bilimsel
donanımı yüksek, teknolojik yenilikleri bilen uzmanlara gereksinimi vardı.
Kurulacak eğitim düzeni, böyle insanlar yetiştirmeli, ancak bununla
yetinmemeliydi. Uzmanlık alanı ve bilimsel düzeyi ne olursa olsun, Cumhuriyet
okullarında eğitilen her birey, ülkeyi ve dünyayı tanıyan, yurtsever aydınlar
haline gelmeliydi. Bu konudaki düşüncesini şöyle dile getiriyordu: “Eğitimin
amacı yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, ülkede ahlaklı, cumhuriyetçi,
devrimci, atılgan, olumlu, giriştiği işleri başarabilecek yetenekte, dürüst,
yargılayıcı, iradeli, yaşamda karşılaşacağı engelleri yenecek güçte, karakter
sahibi genç yetiştirmektir. Eğitim düzeni ve programları, buna göre
düzenlenmelidir.”[25]
Yazının devamı için bknz. Kemalist Eğtim Dizgesi II
DİPNOTLAR
[5] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş.,
İstanbul-2001, sf. 83
[7] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” Y.Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat.A.Ş., İst.-2001, sf.
59 ve “Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi” İletişim Yay., 3.Cilt,
İstanbul, sf. 661
[14] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri”
Yalçın Kaya,
1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 58
[16] a.g.e. sf. 115
[18] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri”
Yalçın Kaya,
1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 35
[21] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri”
Yalçın Kaya,
1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 39
[22] “Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih
Dersleri” Kaynak
Yayınları, 3.Baskı, İstanbul-2001, sf. 245-251
[23] “Büyük Millet Meclisi Toplantı Zabıtları
(1 Mart 1920)”; ak.“Tarih-IV-Kemalist
Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.Bas. İst.-2001, sf. 49
[24] “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri”
Yalçın Kaya,
1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş., İstanbul-2001, sf. 60
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder