“Türk dili; çekim
biçimindeki hiç bozulmayan düzgünlük ve düzeni, yapısından gelen kavrama
kolaylığı ve yaratılan olağanüstü anlatım gücünü anlayabilenleri heyecana
sürükler. Türkçedeki en ustalıklı yapı, eylem (fiil) yapısıdır. Hiçbir dilin
anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya çalıştığı anlam
inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle anlatabilir. Türk dilini incelerken,
insan zekasının dilde başardığı büyük mucizeyi görürüz”
Friedrich Maks Müller Alman Dilbilimcisi
Dil ile ulus
arasındaki dolaysız ilişki, bugün, pek çok insanın sandığından daha önemli bir
boyut kazanmıştır. Günümüzde, özellikle azgelişmiş ülke ulusları üzerinde yoğun
bir küresel baskı vardır ve bu baskı doğal olarak ulusal dil ve kültürü
etkisi altına almıştır.
İnsanlık
tarihi kadar eski bir olgu olan dil ile yaklaşık üçyüz yıl geçmişi olan ulus
devlet arasındaki ilişkinin niteliğini ve etki alanını saptamak,
saptamalardan bugüne yönelik sonuçlar çıkarmak ve bu sonuçlara uygun davranmak;
ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorundur. Bu sorunun çözümü,
ulus–devlet üzerine yoğunlaşan küresel kuşatmanın aşılmasını ve bu amaçla
oluşturulacak uygulanabilir politikaların belirlenmesini sağlayacaktır.
Toplum biçimlerinin
tümünü kapsayan ve her zaman etkili, her zaman yaşamsal bir olgu olan dil;
uygarlık tarihinde, toplulukların varlıklarını sürdürmelerinin koşulu ve
göstergesidir. Ekonomik ve askeri çatışmayla kurulan egemenliğin kalıcılığı,
dil ve kültür üzerine uygulanan baskı ile sağlanır. Ekonomik sömürüyle ilgili
bir sorun olan dil bozulması, sonu özümleme (asimilasyon) ye dek gidecek ulusal
çöküşün başlangıcıdır. Egemenler, dilde bozulma sağlayarak, yalnızca o dili
kullanan insanlar arasındaki iletişim ve bilgi aktarımını engellemekle
kalmazlar, aynı zamanda toplumun ortak duygu ve düşüncelerini, bağlı olarak en
etkili örgütlenme ve özsavunma aracını da ellerinden almış olurlar.
Dil ve Dilin Evrimi
Tarihsel süreç içinde, Türkçe başta olmak üzere bazı diller, tüm baskılara karşın bilim adamlarını bile şaşırtan bir direnç göstermiştir. Sözcük zenginliği ve dilbilgisi (gramer) kurallarının köklü yapısı, halkın kendi dilini yaşatma istenciyle birleşince, bu diller yüzyıllar boyu zora dayalı özümleme (asimilasyon) uygulamalarına karşı direnmişler ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Selçukluların ve Osmanlıların Türkçe'yi yaklaşık bin yıl resmi dilden uzak tutmalarına, hiçbir devlet desteği sağlamamalarına, hatta aşağılayıcı davranış düzenli tutum haline getirmelerine karşın; Türkçe, sağlam dil yapısı ve başta Türkmenler olmak üzere Anadolu halkının sahiplenmesi nedeniyle kendisini güçlü bir dirençle korumuştur. Türkmenlerin yabancılaşmaya karşı gösterdikleri yerleşik tepki ve korumacı gelenek, yalnızca dili değil, Türk kültürünün hemen her dalının günümüze taşınmasını sağlamıştır. Osmanlılar Türkçe'ye tanımadıkları serbestliği, Rumca, Bulgarca ve Sırpça'ya tanımış, buna karşın bu diller, Türkçe kadar direnç gösterememiştir. Bu toplumlar, kendi dilleri yanında Osmanlıca'yı da öğrenmişler, ana dillerine birçok Osmanlıca sözcüğü almak zorunda kalmışlardır.
Bugün,
saf dil aramak, saf ırk aramak gibi sonucu olmayan bir istektir ve yalnızca
istek olarak kalmak zorundadır. Tarihin tüm dönemlerini kapsayan toplumlar
arası mücadele, aynı zamanda “diller arası mücadele” olarak da
görülebilir. Diğerleri üzerinde egemenlik kuran topluluk ya da toplumlar,
egemenliklerini, askeri ve ekonomik güç yanında, dil üzerinde kurdukları
baskıya dayandırırlar. Ekonomik çıkar esastır, ama bu çıkarı sağlayacak baskıya
karşı direnmenin tek yolu, düşünce ve duygu birliğine bağlı toplumsal
örgütlenmedir. Bu ise, insanlar arası iletişimi, yani dil birliğini gerekli
kılar. Tarihin; baskı altına alınan, yok edilen ya da kaynaşan dillerin
öyküleriyle dolu olmasının nedeni, dilin bozularak bireylerin biribirini
anlayamaz, duygu ve düşüncelerini gerçek anlamıyla birbirine aktaramaz duruma
düşmesini sağlamaktır.
Dillerin karışımı ya da yok olması, birkaç yılda sonuç veren bir tek eylem, tek bir kesin darbe olarak düşünülemez; yüzyıllarla ifade edilebilecek uzun bir süreci gerekli kılar. Dillerin karışımı ya da yok olması, ağırlıklı olarak baskı altına alınan dilin egemen dil içine alınarak özümlenmesi (adimile edilmesi) biçiminde olmuştur. Özümlenen dil yok olur ama egemen dile de birçok sözcük bırakır. Günümüz ulus dilleri böyle oluşmuştur. Dillerin karışımı hiçbir zaman, karışımdan oluşan yeni bir dil ortaya çıkarmamış, karışımdan galip çıkan dil; dilbilgisi (gramer) yapısı ve sözcük zenginliğinin temel özünü koruyarak gelişimini devam ettirmiştir.
Dünyanın son üç
yüzyılı, ulus–devletler ve ulusal diller dönemidir. Batı’da
kapitalist gelişmeyle dolaysız ilişkisi olan bu süreç, ulusal mücadelelerin ve
sınıfsal çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Sömürgecilik ve emperyalizmi
içeren ve ekonomik sömürüye temel oluşturan bu süreç, aynı zamanda, sömürge ve
yarı–sömürge dillerine, misyonerlikten kültürel kuşatmaya dek uzanan, çok yönlü
baskıcı bir dönemi ifade eder.
Ulus Devlet Oluşumu
Kavim ya da milliyet
anlamıyla ulus (millet)lar, tarihin her döneminde vardı; ancak 18.yüzyıldan
sonra ulus-devlet yapısıyla Batı’da ortaya çıkan ve varlığını günümüzde de
sürdüren ulus oluşumu, Yeni Çağ döneminin bir olgusudur. Buna,
kapitalist uluslaşma deniliyor. Ticaret sermayesi ile Orta Çağ içinde gelişen
burjuva sınıfı, önce manifaktür, daha sonra fabrika üretimine geçerek
kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmiştir. Ürettiğini tüketerek kapalı
birimler halinde yaşamanın egemen olduğu köy ekonomisi yerine büyük boyutlu meta
üretiminin geçmesi, doğal olarak yeni toplumsal ilişkileri ve kurumları gerekli
kılmış; Batı tipi toplum düzenleri ortaya çıkmıştır.
Bu
dönemde, üretim sermayesinin gelişimine engel olan yasa ve kurumlar ortadan
kaldırıldı, yerine gereksinime uygun yasa ve kurumlar getirildi. Fabrikalarda
çalışacak işçiye gereksinim vardı. Bu gereksinimi karşılamak için köylüler
topraktan koparılıp “serbest” ve “özgür” bireyler haline getirildi. Toprak
devrimi ile topraktaki feodal mülkiyet kaldırıldı; seçme, seçilme,
mülk edinme, örgütlenme, eğitim görme, seyahat etmeyi içeren insan hakları
kavramı ortaya çıktı. Üretimin yoğunlaşıp çeşitlenmesiyle yeni toplumsal sınıf
ve alt sınıf katmanları oluştu. Ekonomik çıkar farklılıklarına göre oluşmuş
siyasal ve ekonomik örgütler kuruldu. Temsili yönetim ve kuvvetler ayrılığı
kavramı ile parlamentarizm ortaya çıktı.
Hemen
tüm Avrupa’da, özellikle de Katolik Kilisesi’nin etkili olduğu yörelerde
kilise, aristokratların ve savaşçı beylerin yanında, büyük toprak egemeni haline
gelmişti. Kapitalizmin serbestçe gelişmesi için; kilise’nin ekonomi
üzerindeki tutucu etkisinin kırılması, din ve mezhep farklılıklarının insanlar
arasında ayırıma neden olmaması gerekiyordu. Kilise’nin sahip olduğu
topraklar elinden alındı, gelir kaynaklarına el konuldu ve ekonomik yaşamda
etkisizleştirildi. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılarak teokratik
egemenliğe karşı laiklik ilkesi ortaya çıktı ve toplumsal yaşama egemen oldu.
Burjuvazinin
ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı, kendi içinde bütünlüğü olan, aynı
dilin konuşulduğu bir pazara gereksinimi vardı. Bu pazar, doğal olarak kendi ulusal
pazarı, egemen olması gereken dil kendi ulusal diliydi. Pazarın, her
yöresini birbirine bağlayacak yollara, büyük enerji kaynaklarına ve hızlı bir iletişim
ağına gereksinimi vardı. Bunun için, değişik büyüklükte ve birbirinden kopuk
olarak varlığını sürdüren feodal topluluklar ve yönetim birimleri yerine, pazar
birliği temelinde yükselen uluslar ve merkezi ulus–devletler
ortaya çıktı.
Batı’da, Fransız
Devrimi’yle en belirgin örneğini ortaya çıkaran ulus oluşumu, tek ulus tek
devlet işleyişiyle, hem birçok ülkeye örnek, hem de Yakınçağ’a
başlangıç oldu. Böylece çağdaş uluslar, belirli bir tarihsel dönemin, yükselen
kapitalist dönemin bir ürünü olarak ortaya çıktılar.
Sağladıkları
toprak birliği üzerinde yaşayan insanların, kendi aralarında iletişimi
sağlamaları için, ayırımsız tüm bireylerin kullanacakları, ortak bir dile
gereksinim vardı. Bu gereksinim giderildi ve ulusal diller ortaya çıktı.
Ulus oluşumuna öncülük eden milliyet, kendi dilini ulusun ortak
dili haline getirdi ve tüm bireylerin bu dili kullanmalarını sağladı.
Bu
açıklamalardan sonra ulus oluşumu şu biçimde tanımlanabilir: Çağdaş anlamda
ulus, tarihin belirli bir döneminde, kapitalizmin gelişme döneminde ortaya
çıkan; ortak tarihsel köklere dayanan, kararlı bir dil, toprak, ekonomik ve
kültürel yaşam birliğine sahip, sürekliliği olan toplumsal oluşumdur.
Din, ırk ya da devlet
kurma, ulusu oluşturan öğeler değildir. Irk, soydan gelme ortak fizik
özelliklerini oluşturan biyolojik etmendir. Hiçbir biyolojik etmen, toplumların
tarihi evrimi içinde belirleyici rol oynayamaz. Fransız Ulusu, Franklar,
Normanlar, Basklar, Brötonlar, Provensaller; İtalyan Ulusu, İtalyotlar,
Romalılar, Germenler, Etrüskler, Yunanlılar; Türk Ulusu, Türkler,
Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler, Lazların vb. tarih içindeki karışımından
oluşur. Ancak bu toplumlarda ulus adını, Fransa’da Franklar, İtalya’da İtalyotlar,
Türkiye’de Türkler vermiştir.
Türk Ulusu ve Türk Dili
Türk Ulusu’nun oluşumu, ilginç özellikler gösterir. Çokuluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim yapısı ve toprak düzeni, uzun yıllar uluslaşma önünde engel oluşturmuş ve Avrupa’da uluslaşma hızla yayılırken Türk Ulusu’nun oluşumu, 20.yüzyıla dek gecikmiştir. Osmanlı merkezi yönetimi, Türklere (özellikle Türkmenlere) o denli baskı uygulamıştır ki, imparatorluk içinde yaşayan Rum, Bulgar, Sırp gibi milliyetler 19.yüzyılda uluslaşırken, Türklerin uluslaşması Kurtuluş Savaşı’na dek uzamıştır. Saray, dışta, kapitülasyonlar aracılığıyla Batılılara sınırsız ekonomik ayrıcalıklar tanırken; içte, özellikle gerileme döneminde, ulusal pazar oluşumunu sağlayacak herhangi bir koruma önlemi almamış, tersine var olanları ortadan kaldırarak, ulusal sermaye birikimini önlemiştir. Bu tutum, imparatorluk içindeki Türk unsurların ekonomik gelişimini önlerken; Müslüman olmayan azınlıklar içinde kapitalist ilişkileri geliştirmiştir. Bu gelişme doğal olarak, azınlık milliyetlerin uluslaşmasını da beraberinde getirmiştir. Hıristiyan azınlıklar hızla uluslaşırken, Türkler, bir anlamda kendi devleti tarafından uluslaştırılmamıştır.
Türk
milletinin uluslaşmasının ekonomik temeli, Cumhuriyet devriminin
uygulamalarıyla atılmıştır. Atatürk, Cumhuriyet yönetiminin devraldığı
toplumsal mirasın niteliğini bildiği için, uluslaşmaya ve onun maddi temelini
oluşturan ekonomik gelişmeye, tarih ve dil araştırmalarına, tarikat ve aşiret
karşıtlığına, laikliğe özel önem vermiştir. Zayıf ekonomik yapısıyla geç
başlayan uluslaşma sürecinin, özel yasa ve uygulamalarla çok dikkatli olarak
korunması gerektiğine değinmiş ve 15 yıllık iktidar döneminde ele aldığı
konuların tümünde, bu yönde ödünsüz uygulamalarda bulunmuştur. Bugün bile
Türkiye’de 450’yi aşkın aşiret, onun kadar tarikat ve dinsel kümelenme olduğu
gözönüne alınırsa, Atatürk dönemindeki uygulamaların gerekliliği açık
olarak görülecektir.
Atatürk, dil-ulus
ilişkileri ve bu ilişki içinde dilin önemi konusunda çok sayıda açıklama
yapmıştır. Açıklamalarında şunları söylüyordu: “Milli duyguyla dil
arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve zengin olması, ulusal duygunun
gelişmesinde başlıca etmendir”[1]; “Türk dili,
dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil bilinçle işlensin. Ülkesinin
bağımsızlığını korumayı bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller
boyunduruğundan kurtarmalıdır.”[2] “Türk Ulusu
geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının,
çıkarlarının kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde
korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk Ulusunun kalbidir, zihnidir.”[3], “Ulusal
bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda
çalışmaya mecburuz.”[4], “Türk
Ulusu’nun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve esas
olacaktır.”[5] ...
Çoğaltılabilecek bu alıntılar, bağımsız ulus varlığına herşeyin üzerinde önem
veren Atatürk’ün buna bağlı olarak dile ne denli önem verdiğinin
göstergesidir.
Türkçe'nin Gücü
Türkçe bugün, dünyada
çok konuşulan dillerden biridir. Ülkelere ve bölgelere göre farklılıklar
gösterse de kök yapısı birdir ve farklılıklar lehçe düzeyindedir. Sözcük
bakımından zengindir, ancak gerçek zenginliğini, tek bir sözcük kökünden çekim
ekleri aracılığıyla sözcük türetme yeteneğidir. Türkçe’de her sözcük kökü, çok
sayıda yeni sözcük üretme olanağına sahiptir. Örneğin, yalnızca değiş
(bir şey alıp bir şey verme) kökünden; değişen (mütebeddil), değişik
(muhtelif), değişiklik (tadilât), değişim (transformasyon), değişimcilik
(mutasyonizm), değişke (modifikasyon), değişken (mütehavvil), değişkin
(muaddel), değişme (mübadele), değişmece (mecaz), değişmeceli
(mecazi), değişmek (tahavvüt etmek), değişmez (sabit), değişmezlik
(istikrar), değişseme (istibdal), değiştirge (tadil teklifi), değiştirgeç
(konvertisör), değiştirgen (parametre), değiştirme (tebdil), değiştirmece
(deplasman), değiştirmeksizin (harfiyen), değiştokuş (mübadele)
gibi neredeyse sonsuz sayıda sözcük türetmek olanaklıdır.[6]
Türkçe bu
yapısıyla; Çince, Japonca, Tibetçe gibi ses vurgusuna dayanan Tek Heceli
Diller’den ve İngilizce, Fransızca, Arapça gibi sözcükleri değişik biçimler
gösteren Çekimli Diller’den çok daha üretken ve yalın bir dildir. Ses
zenginliği; “İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsça’dan iki kat daha
fazladır.”[7]
19.yüzyılda,
Batılı araştırmacılar, Türk dilinin Ural–Altay anadilinden indiğini
gördüler. Ranstedt’e göre, çok uzak bir geçmişte, tek bir Altay anadili
vardı, sonraları bu dilin dört lehçesi oluşmuştu. Ünlü dil bilgini Poppe
de, tek bir ana Altay dilinin varlığını kabul ediyor, ancak, uzun
bir süreç içinde, bu dilden kimi ayrılışların gerçekleştiğini söylüyordu.
Amerikalı dil bilimci Street ise konuya biraz daha farklı yaklaşıyor,
önce bir Kuzey Asya Ana Dili’nin varlığından söz ederek, Kore ve Japon
dillerinin bu anadilden koptuğunu ileri sürüyordu. Ana Altay dili
zamanla, Batı ve Doğu Ana Altayca olarak ikiye ayrılmış; Doğu
Ana Altay’dan Mogol ve Tunguz dilleri, Batı Ana
Altay’dan ise Çuvaşca ve Ana Türk dili inerek, Ana
Türk dilinden Türk lehçeleri oluşmuştu.
Yabancı
Dilbilimcilerin Türkçeyi Değerlendirmesi
Türkçe, kendisini
inceleyen yabancı dilbilimciler üzerinde, gerek dilbilgisi (gramer) kuralları,
gerekse ses uyumu bakımından hayranlık duygusu yaratmıştır. Bu duyguyu dile
getiren birçok bilim adamı vardır. Ünlü Alman Dilbilimcisi Friedrich Maks
Müller, “Türk dilini incelerken, insan zekasının dilde başardığı büyük
mucizeyi görürüz”17 der ve Türkçe için şunları söyler: “Türk
dili; çekim biçimindeki hiç bozulmayan düzgünlük ve düzeni, yapısından gelen
kavrama kolaylığı ve yaratılan olağanüstü anlatım gücünü anlayabilenleri
heyecana sürükler. Türkçedeki en ustalıklı yapı, eylem (fiil) yapısıdır. Hiçbir
dilin anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya çalıştığı anlam
inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle anlatabilir.”[8]
Fransız Jean
Deny, “Orta Asya’nın doğal ortamından böyle bir dil nasıl çıkabilir”[9] diyerek
şaşkınlığını dile getirir ve şunları söyler: “Türk dilini, biz ünlü
bilginlerden oluşmuş bir kurulun ortak çalışma ürünü olarak görmek gerekir.
Ancak, böyle bir kurul bile, Tatar bozkırlarında kendi içgüdüsüyle bu dili
yaratan insan aklının yerini tutamaz. Türkçe eylem(fiil)lerde, kendine özgü
öyle bir özellik vardır ki, bunun bir benzerine, Arian dillerinin hiçbirinde
rastlanmaz. Bu özellik, çekim ekleriyle yeni sözcük oluşturma gücüdür.”[10]
Türkçe; C.E.Bosworth’a
göre “başka dillere karşı üstünlüğü olan, olağanüstü zengin ayırtı (nüans)lı
bir dildir”[11]; Herold
Armstrong’a göre “Türkçe, Arapçanın sertliğini kıran, Acemcenin
tatlılığını taşıyan, açık ve net anlatımlı”[12]; Khail Ganem’e
göre, “sesli harflerin sessizleri bir yıldız kümesi gibi sarıp yumuşattığı;
ses uyumu mükemmel, sade, tatlı, canlı ve atik” bir dildir.[13]
Osmanlıcanın Niteliği
Arap,
Fars ve Türk dillerinin karışımından oluşan Osmanlıca, ne yeni
bir dildi, ne de bu dillerden birinin egemen olduğu bir halk diliydi; saray
elitinin kullandığı garip bir karışımdı. Arapça ve Farsça,
Türkçeye, hem sözcükleri hem de işleyişiyle girmiş ve Türkçeye büyük zarar
vermişti. Aşağıda örneği verilen tümce, Osmanlıcanın Türkçeden ne
denli uzak olduğunu ortaya koymaktadır; üstelik bu tümce, Türkçe’yi gerçek
kimliğine kavuşturacak olan Mustafa Kemal tarafından söylenmiştir: “Cumhuriyet,
levs ile, riya ile kipz ile melüf ve rengi aslisini, hali tabiisini, kıymet-i
girân bahasını gaip eden Bizans’ı (İstanbul’u) elbette ki ve muhakkak adam
edecektir. Hali tabii ve nezihine irca eyleyecektir.”[14]
Osmanlılar
Türkçe’yi bu hale sokarken, Anadolu halkı Türkçe’yi kararlılıkla
ve bozulmadan yaşatıyor, onu tüm olanaksızlıklara karşın yabancı etkisinden
koruyordu. 13.yüzyılda yaşamış olan Yunus Emre dizelerinde şu Türkçe’yi
kullanıyordu: “Ben yürürüm yana yana/aşk boyadı beni kana/Ne deliyim ne
divane/Gel gör beni aşk neyledi...” ya da “İlim ilim bilmektir, ilim
kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır...” Bu dizeler
günümüzden 800 yıl önce söyleniyordu. Osmanlıca ile Türkçeyi kullanan aydınlar
ve halk arasında, bu dil farklılığıyla anlaşma sağlamak, elbette olanaklı
değildi.
Cumhuriyet ve Dil Çalışmaları
Atatürk, 1928 harf
devriminden başlamak üzere, özellikle de 1930’dan sonra, çalışmalarının önemli
bölümünü dil ve tarih konularına ayırdı. Harf devrimi onu,
dilin sadeleştirilmesi ve dilin Türkçeleştirilmesi çabalarına götürdü. Bu çaba,
uygulanabilir bir yöntemle; Türk kökünden asıllar aramayı, yeni sözcükler
bulmayı, derleme yapmayı ve halk dilinde kullanılan sözcükleri taramayı gerekli
kıldı.
12 Temmuz 1932’de
Ankara’da özerk bir dernek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti
kuruldu. Bu dernek, 1934’de Türk Dili Araştırma Kurulu, 1936’da da Türk
Dil Kurumu adını aldı. İlki, 26 Eylül 1932’de İstanbul’da toplanan Dil
Kurultayı’nın, 1934’de ikincisi ve 1936’da üçüncüsü yapıldı. İlk Kurultay’da,
26 Eylül gününün dil bayramı olarak kutlanması kararlaştırıldı, sonraki
kurultayların çalışma ilkeleri saptandı. Atatürk öldükten sonra, bir
daha Dil Kurultayı yapılmadı.
İlk Kurultay’dan sonra, halk
ağzından söz derleme çalışmalarına girişildi. Bakanlar Kurulu’nca onaylanan bir
yönetmelikle, vali ve kaymakam gibi kamu yöneticilerinin başkanlığında, bu
konuda çalışacak kurullar oluşturuldu. Birkaç ay içinde 130 bin fiş derlendi.
Ekim 1933’ten başlayarak, Türk Dili Belleteni adlı dergi çıkarıldı. Bir
yıl sonra, Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi
yayımlandı. 3.Dil Kurultayı’ndan sonra, 1937–1938 ders yılında
okullarda, yeni terimlerle yazılmış kitaplarla eğitime başlandı. Atatürk
1937 Meclisi açış nutkunda bu girişime değinerek; “dil Kurumu, en güzel ve
feyizli bir iş olarak değişik bilimlere ait terimleri tesbit etmiş ve bu
suretle dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda en esaslı adımını
atmıştır” dedi.[15]
Dil
çalışmaları içinde bir başka önemli olay, Dil–Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin
açılmasıydı. Burada dil ve tarih araştırmaları bilimsel yöntemlerle
geliştirilecek, Türk dili ve Türk Tarihi, birinci elden bilgilerle gerçek
niteliğine kavuşturulacaktı. “Ancak bu fakülte hiçbir zaman taşıdığı isme
layık olamadı.”[16] Fakülte’nin
amaçları üzerine Atatürk çok düşünmüş, ondan çok şey beklemişti. Ancak,
ölümünden sonra kendi kurduğu pek çok kurumda olduğu gibi bekledikleri yaşama
geçmedi. Atatürk’ün, ölümünden önceki vasiyetnamesinde, İş Bankası’ndaki
maddi varlığının geliri, yarı yarıya Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih
Kurumu arasında paylaştırılmıştı. Atatürk’ün çok önem verdiği bu iki
kurum, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, Atatürkçü olduklarını söyleyen
darbeciler tarafından kapatıldı.
Uluslaşma sürecini
tamamlayarak ulus devlet yapılarını güçlendiren Batılı gelişmiş ülkeler,
20.yüzyıl başında ekonominin ve siyasi demokrasinin bağlı olduğu liberal
geleneklerden koparak emperyalist devletler haline geldiler. Gerilikten
kurtulup kalkınma ve toplumsal ilerleme yolunda ulus devletin önemini
bildiklerinden; etki altına aldıkları azgelişmiş ülkelerin, uluslaşma ve ulus
devlet yapılanması yönündeki çabalarına karşı çıktılar. Bu yöndeki girişimleri
önlemek için, barışçı ya da barışçı olmayan her tür yöntemi kullanarak, etkili
bir mücadele içine girdiler. Ekonomiden politikaya, kültürden dile ve sanattan
tarihe dek tüm alanlarda; ulusal değerleri hedef alan, onları yozlaştıran bir
yol izlediler. İçten ve dıştan girişilen ve toplumsal yaşamın tüm alanlarını
kapsayan bu girişimden, ulusal ekonomiyle birlikte ulusal dil ve ulus
devlet yapılanması büyük zarar gördü.
Azgelişmiş
ülkeler, uluslaşmaya ve ulus devlete en çok gereksinimi olan ülkelerdir.
Emperyalizmin her yönden kendilerini sardığı sömürü ortamında, ekonomik ve
toplumsal sorunların baskısı altındadırlar. Sahip oldukları yoksul ve kalabalık
nüfusun gereksinimlerini karşılayamamakta, ulusal varlıklarını ayakta
tutabilmenin güçlüğünü yaşamaktadırlar. Dış müdahalelere karşı koyacak ulusal
direnç ve örgütlenmeden yoksundurlar. Yaşadıkları olumsuz koşullardan
kurtulabilmelerinin tek yolu; gelişime engel eski yapı ve kurumları yenileyerek
kendi gücüne dayanan merkezi ve güçlü bir ulusal devlete, ulusal
pazara, ulusal dil ve tarih bilincine sahip olabilmeleridir.
Bunu başarmak emperyalizmle mücadele etmek ve onun yıkıcı etkisinden kurtulmak
demektir. Gelişmiş büyük devletlerin, azgelişmiş ülkelerin ulusal varlığına ve
onun temel dayanaklarından ulusal dile karşı olmalarının nedeni budur.
Bu tutum, varsıllığın (zenginliğin) kaynağı olan sömürü ilişkilerinin
sürdürülmesi için yaşamsal önemde bir sorundur; onlar için varlık sorunudur.
Ulus Devlete ve Ulasal Dile Savaş
Dile karşı yapılan
saldırıların, tüm dünyada yoğun olarak uygulanan ve ulus devlet karşıtı küresel
politikanın parçası olduğu bilinmeli ve dil sürekli biçimde korunmalıdır.
Toplumsal yaşamın her alanında ortaya çıkan ve giderek artan sorunların
çözülerek, bu sorunlara kaynaklık eden nedenlerin ortadan kaldırılması; ulusal
hakların savunulmasının, yani anti–emperyalist çabanın bir ürünü olacaktır. Tarih,
ekonomi, kültür ve toprak birliğinde olduğu gibi dil
konusunda da bu böyledir. Ulusal dilin korunup geliştirilmesi demek,
ulusal varlığın korunup geliştirilmesi demektir. Bu mücadele, elbette yalnızca
aydınların ve onların bir parçası olarak dil bilimcilerin altından
kalkabileceği bir sorun değildir. Bu mücadele, küresel kuşatmaya karşı, ulus
güçlerinin birliğini sağlayarak gerçekleştirilecek, bağımsızlık ve özgürlük
mücadelesinin bir parçasıdır. Dilin kurtuluşu, ancak bu mücadelenin
başarılmasıyla gerçekleşebilir. Siyasi ve ekonomik bağımsızlığını yitiren
ulusların dili de bağımsız olamaz, ulusal varlık korunamaz.
NOT:
26 Eylül 2013, 1932 yılında yapılan ilk Dil Kurultayı’nın 81.yıldönümüdür. Bu
yazı o nedenle yayınlanmıştır.
DİPNOTLAR
[1] “Atatürk’te Konular
Ansiklopedisi” S.Turhan, Yapı Kredi Yay., sf. 186
[2]“Atatürk’ün Söylev
ve Demeçleri”
IV.Cilt, sf. 349, ak. Seyfettin Tur-han “Atatürk’te Konular
Ansiklopedisi” Yapı Kredi Yay. Sf. 186
[3] “Medeni Bilgiler
ve Atatürk’ün El Yazmaları” A.İnan 1969 TTK Yay. sf. 352
[4] “1951 Olağanüstü
Dil Kurultayı” Enver Behnan Şapolyo, 1951 sf. 53
[6] “Türk Dili
Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., İst.-1992, sf. 159
[7] Nurettin Sevin; ak.
Seyit Kemal Karaalioğlu, “Sözlü /Yazılı Kompozisyon Konuşmak ve Yaşamak Sanatı”
İnkilap Yay., 28.Basım, sf. 13
[8] “Sözlü/Yazılı
Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı” S.Kemal Karaalioğlu, İnkilap Yay.,
28.Basım sf. 7
[9] “Arap
Milliyetçiliği ve Türkler” Prof.İlhan Arsel, Kaynak Yay., 6.Bas.,
İst.-1998, sf. 384
[10] a.g.e. sf. 384
[11] “Language Reform
and Nationalism in Modern Turkey” Harold Armsrong The Müslim World Der.,
Ocak 1965, C:55, sf 58; ak;.a.g.e. sf. 386
[12] “Turkey and
Syria” London, 1930; ak. a.g.e. sf. 386
[13] “Les Sultans
Ottomans” Khail Ganem, Paris 1901, C:1 sf. 296
[14] “Tek Adam”
Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kit. 8.Baskı, 1981, sf. 424
[15] “Büyük Larousse”
Gelişim Yay. Sf. 11807
[16] “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt sf.426, Remzi Kit., 8.Baskı
http://www.polatkaya.net/
YanıtlaSilPolat Kaya hocamız, bütün dünya dillerinin Güneş Dili Türkçeden binlerce söz çaldıklarını sitesinde kanıtlıyor Metin ağabeyim. İngilizce ama goole çeviriler artık çok başarılı. Güneş Dili konusunda sizden istediğim yazınızda çok işinize yarar kanısındayım. Selamlar saygılar.
Sağlıklar dilerim.
Teşekkürler Sevgili Bekir.
YanıtlaSil