Hilafetin kaldırılması, devlet ve toplum yapısında
yer etmiş, din inancıyla ilişkili, dört yüz yıllık bir kurumun ortadan
kaldırılmasıydı. Atatürk yeniliğin
öncüsü olarak, güçlü ve duruma hakim görünüyordu. Halkın
desteğine sahip Cumhurbaşkanı, köylere dek örgütlenen Halk Fırkası’nın Genel
Başkanıydı. Ordu başta olmak üzere devlet birimleri ona bağlıydı. Yönetim gücü
elindeydi, bu gücü dilediği zaman harekete geçirebilirdi. Ancak, konu
Halifeliğin kaldırılması olduğunda, nelerle karşılaşılacağı, görünürdeki
iktidar gücünün ne kadar işe yarayacağı ve toplumu yönlendirecek gerçek iktidar
gücünün kimde olduğu, belirsizleşmeye başlıyordu.
Çekinceli Girişim
Saltanat
kaldırılarak Cumhuriyet ilan edilmiş, yönetim biçimini netleştirecek ana sorun,
Hilafet sorunu, gündeme gelmişti. Devlet işleyişini din kurallarından
ayırmayı amaçlayan yönetim anlayışı için, gerekli adım atılmalı ve Hilafet
Kurumu ortadan kaldırılmalıydı. Amacın gerekli kıldığı böyle bir girişim, Vahdettin’in
kaçışıyla başlayan siyasi gerilimi arttıracak, Türkiye’yi yeni bir yol ayrımına
getirecekti.
Yenilikçilik–tutuculuk saflaşması,
çatışma eğilimi yüksek, uzlaşması olanaksız karşıtlıklar haline gelmişti.
Türkiye’nin geleceğine yön vermek isteyen insanlar, ikiye bölünerek belirleyici
saydıkları son çatışmaya hazırlanıyordu. Çatışmanın odağı Hilafetin
korunması ya da kaldırılması’ydı.
Hilafetin
kaldırılması, devlet ve toplum yapısında yer etmiş, din inancıyla ilişkili,
dört yüz yıllık bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı. Atatürk yeniliğin öncüsü olarak, güçlü ve duruma hakim
görünüyordu. Halkın desteğine sahip Cumhurbaşkanı, köylere dek örgütlenen Halk
Fırkası’nın Genel Başkanıydı. Ordu başta olmak üzere devlet birimleri ona
bağlıydı. Yönetim gücü elindeydi, bu gücü dilediği zaman harekete
geçirebilirdi.
Ancak,
konu Halifeliğin kaldırılması olduğunda, nelerle karşılaşılacağı, görünürdeki
iktidar gücünün ne kadar işe yarayacağı ve toplumu yönlendirecek gerçek iktidar
gücünün kimde olduğu, belirsizleşmeye başlıyordu.
Bilinmezlikler
Umulandan daha güçlü
bir dirençle karşılaşan ve henüz birkaç aylık olan Cumhuriyet, sürmekte olan ve
şiddetini arttıracağı açıkça görülen çok yönlü saldırıya dayanabilecek miydi? Kurtuluş
Savaşı gazisi olan ve askerlik görevlerini sürdüren karşıtçı (muhalif)
komutanların, Ordu’yu etkileme gücü var mıydı, varsa ne kadardı? İstanbul
basınının aykırı yayınları ne kadar insana ulaşıyor, onları nasıl etkiliyordu?
Saray artıklarının, ayrıcalıklarını yitiren işbirlikçilerin ve tarikatçı
yapıların gerçek gücü neydi?
Halifeliğin kaldırılması söz konusu olduğunda
sorular artıyor, yanıtlar güçleşiyordu. Ancak, açıkça görülen somut gerçek;
sorular arkasında, eyleme geçildiğinde hareket geçecek gizil (potansiyel) bir
tehlikenin varlığıydı. Dinin siyasi ve ekonomik çıkar için ustaca kullanıldığı
eğitimsiz bir toplumda, yüzlerce yılın alışkanlıklarıyla beslenen tutucu ve
örgütlü bir güçle hesaplaşılacaktı. Üstelik, bu hesaplaşmanın uluslararası bir
boyutu vardı.
Sinsi Yaymaca
Ülke düzeyinde sürdürülen
etkili yaymaca (propaganda); Mustafa Kemal’in “Halife’yi sürerek
İslam’ı yıkacağını”, yerini sağlamlaştırdığında “birçok Müslümanı
asacağını” ve Ankara’daki yöneticilerin “tiksinti uyandıran (menfur)
dinsizler” olduğu yönündeydi.1
Yaymaca,
birbirine eklenen dedikodular halinde, dükkanlara, pazar yerlerine yayılıyor; “karikatürler
ve broşürlerle” okullara dek giriyordu.2 Köy ve kasabaları
dolaşan kimi “hocalar”; ibadet yerlerini, tarikat örgütlerini ya da
evleri dolaşıyor, doğrudan onu hedef alan ve halkı hükümete karşı kışkırtan
konuşmalar yapıyordu.
Dini
söylemler içine gizlenerek hakkında söylenenler, halk üzerindeki etkisini
kırmaya yönelikti ve bunu başarmak için ustalıkla seçilmiş sözler
kullanılıyordu: “Şeriata karşıydı, kutsal kavramlara dil uzatıyordu.
Kadınları peçelerini çıkarmaya zorluyor, onları dans etmeye teşvik ediyordu.
Karısı peçesiz dolaşıyor, erkek gibi giyiniyordu”. 3
Karşıtçılar Cephesi
Yeraltına çekilen
gericiliğin yarattığı tehlikeyi biliyor, gücünü saptamaya çalışıyordu. Ülkedeki
yenilik karşıtı unsurların tepkisini, “bir mıknatıs gibi” 4
kendisine çekiyordu. Padişahçılar, tarikat şeyhleri, hocalar işsiz kalan eski
yöneticiler, “başkent olma ayrıcalığını yitiren İstanbul’un” iş
çevreleri, ister istemez Hilafet’e sahip çıkıyor, onu savunma adına biraraya
geliyordu.
Eski
dostları yeni karşıtları, Rauf (Orbay) Bey, Refet (Bele)
Paşa, Adnan (Adıvar) Bey ve Kazım (Karabekir) Paşa
bile, “saygın, güvenilir ve bilgili bir insan olan Abdülmecit’i, Türkiye’nin
meşruti hükümdarı yapmak istiyorlar, kendilerini de onun bakanı olarak
düşünüyorlardı.” 5 Bu yolla, hem din hem devlet yetkileri elde
bulunduracaklar, “muhteris ya da güçlü karakteri olmadığı için bakanlarıyla
çatışmaya girmeyecek olan Abdülmecit’i” 6 istedikleri gibi
yönlendireceklerdi.
Görünen
açık tehlike, Cumhuriyet’e ve kendisine karşı, “monarşik ve teokratik”
bir hareketin biçimleniyor olmasıydı. Olayların buraya geleceğini bildiği için,
gereken önlemleri almıştı. Ancak, yine de durum, her zamankinden daha karmaşık
ve tehlikeliydi. Karşıtçılar cephesinin, ivedi davrandığını ve ona iktidarını
güçlendirme zamanı vermek istemediğini görüyordu. Her şeye karşın erken
davranmamalı ama geç de kalmamalıydı. Erken davranmak “kendisini havaya
uçuracak barut fıçısını ateşlemek” 7, geç kalmak ise “yenilgi”
demekti.
Hazırlık
Halifeliği kaldırma
kararını yıllarca önce vermişti. Şimdi uygulama için harekete geçecekti. 1923
yılında yaptığı yurt gezilerinde, Hilafet Kurumu ’nun dinsel ve tarihsel
gelişimini ortaya koyan kuramsal açıklamalarda bulunmuş, halkı aydınlatan
konuşmalar yapmıştı. Saltanattan ayırıp “maaşa bağlamakla”, Hilafeti,
varlığına “izin verilen” etkisiz bir kurum haline o dönemde getirmişti.
Bu girişim, ortadan kaldırma yönünde atılmış ilk önemli adımdı.
Hilafet
demek, iktidar gücü demektir ve iktidarı olmayan ya da iktidar tarafından
desteklenmeyen Hilafetin varlığını sürdürmesi olanaksızdır. İki yıl önce
Saltanattan ayrılarak gücünden koparılan bu kurum, şimdi görüntüden ibaret
varlığıyla da ortadan kaldırılacak, yaşanan gerçekliğin “adı konacaktı”.
Geçmişten
gelen alışkanlıklar nedeniyle, gerçekleştirilmesi göründüğü kadar kolay olmayan
bu eylem, halka anlatılmalı ve kitlelerin bu olguyu görmesi sağlanmalıydı.
Toplum, “ortadan kaldırma” eylemine hazırlanmazsa, saldırı için fırsat
kollayan tutucu karşıtçılık, halkı yanıltabilir, Devrim’e zarar
verebilirdi.
Yöntemi
belliydi. Kendi söylemiyle; “uygulamaları bir takım evrelere ayırmak ve
olayların gelişiminden yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak
ve adım adım yürüyerek amaca ulaşmak” 8 diye tanımladığı bu
yöntemi, şimdi bir kez daha uygulayacaktı.
Halifenin Tutumu
Abdülmecit, çevresini saran
karşıtçı cephenin etkisiyle, Ankara’yı rahatsız eden, bağlı olarak varlık
süresini kısaltan davranışlar sergiledi. “Softalar, tutucu politikacılar ve
politikacı komutanlarla” 9 kurduğu ilişkilere ve halifeliğin
dokunulmazlığına güvenerek, her geçen gün bir başka “cesur girişimde”
bulundu. “Yabancı devlet temsilcileriyle ilişkiler kurmak, gösterişli
gezintiler düzenlemek, sarayına kabul ettiği subayların sorunlarını dinlemek” 10
gibi padişahlara özgü davranışları sürdürdü.
“Tehlikelere
koştuğunun farkına varmadan” 11 din ve dünya işlerini
birbirine karıştıran bilinçsiz bir politika uyguluyordu. Osmanlı hanedanlığının
eski görkemini arar gibiydi. Kimi zaman, “parlak kadife eğeriyle kır bir ata
binerek, taşlarla süslü kırbacı elinde, sarı sırmalı mavi giysileriyle mızraklı
bir saray birliği arkasında” 12 Ayasofya ya da Üsküdar Camisi’ne
gidiyor; kimi zaman, “beyaz pantolon, züav ceket ve kırmızı fes giymiş on
dört kürekçisi ve yeşil halifelik sancağıyla zarif saltanat kayığında, nar
rengi kadifeyle örtülü bir koltukta oturarak” 13 Boğaz’da
dolaşıyordu.
İzleme ve Saptama
1923 yılı içinde
Lozan, parti örgütlenmesi, seçimler ve Cumhuriyet’in ilanıyla uğraşırken, Abdülmecit’i
izliyor, söz ve davranışlarını zamanı gelince kullanmak üzere bir kenara
yazıyordu. Kimi davranışlar kişisel sayılıp belki hoş görülebilirdi. Ancak,
hanedan anlayışının ürünü olan ve geniş bir çevreyi içine alan davranışlar,
siyasi ilişkilere dönüşmeye başlayınca, işin niteliği değişiyordu.
Abdülmecit, memnun olmayanlar
takımını, “balın sinekleri çektiği gibi üzerine çekiyordu.” 14
Halife konumuyla kendini; hocalar, ulema, emekli generaller ve işsiz kalmış
eski rejim memurlarından oluşan geniş bir çevre içinde bulmuştu. “Etkisi
yalnızca yüksek tabakalarda değil, İstanbul’un diğer halkı arasında da artmaya
başlamıştı.” 15
“Silah Arkadaşlarının Tutumu”
Ankara Hükümeti’ni
İstanbul’da temsil eden Refet Paşa, “Konya” adını verdiği bir
atı, Halife’ye armağan etmiş ve gönderdiği telgrafta, “Hayvanın Halife
hazretleri tarafından beğenilmesini Tanrı’nın bir iyiliği (lûtfu) olarak kabul
edeceğim. Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel bir anısı olduğu için, büyük bir ataklık
(cür’etkârlık) olacağını bilsem de, kendisine bağlı bir eski askerin savaş
armağanı olarak sunduğu ‘Konya’nın, Halife Hazretlerince kabul olunarak
sevindirilmemi rica ederim. En içten kulluk duygularımla ellerini öptüğüm...” demişti.16
Rauf
(Orbay)
Bey, Kazım (Karabekir) Paşa, Adnan (Adıvar) Bey,
Halife’ye olağan sayılamayacak “nezaket ziyaretleri” yapıyor17,
onun “özel danışmanları” gibi davranıyordu.18
Bilimsel Tavır
Halifelik
Kurumu’nu, ortaya çıktığı 7.yüzyıldan başlamak üzere; din, tarih ve toplumbilim
(sosyoloji) açısından, kaynağa dayalı bilimsel verilerle araştırmıştı. Tarih ve
toplumbilim, askerlik dışındaki özel ilgi alanıydı. İslam dinini derinlemesine
incelemişti. İslamiyet onun gözünde; “mantık, muhakeme, bilim ve bilgiyle
uyumluluk içinde ‘doğal’ bir dindi.” 19 Tüm gücüyle karşı olduğu
yobazlık ise onun gözünde “milletin kalbine yöneltilmiş, zehirli bir hançer”
di.20 Çağdaş kurum ve düşüncelerin, “İslamiyet’e aykırı olduğunu
ileri sürenleri” şiddetle eleştiriyordu.21
Hilafeti,
çıkış koşullarıyla birlikte ve Hz.Muhammet’in hadislerine dayanarak ele
aldı. On üç yüzyıllık evrim sonunda uğradığı değişiklikleri, tarihsel boyutunu
ortaya koyarak inceliyor, incelemesini 20.yüzyıla dek getiriyordu.
Halifeliğin
ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda şunları söylüyordu: “Yüce Peygamber, ‘
benden otuz yıl sonra Hilafet olmayacak, sultanlıklar olacak ’ demişti. Bu
konuda kuvvetli hadis-i şerif vardır. Hz.Ömer, halife seçildikten sonra
kendisine Tanrı’nın Halifesi (Halife-i Resulullah) dendiğinde, ‘ben
Tanrı’nın Halifesi olamam, sizin emiriniz olabilirim ’ dedi.. Bu da
gösteriyor ki, Hilafet Makamı’nın korunması, İslam dünyasında daha sonra ortaya
çıkan bir siyasettir.” 22
Kişisel araştırmalarını, din bilginlerinin
görüşleriyle birleştiriyor; yanlış düşünce ve boş inançlardan arınmış, gerçeği
yansıtan bilimsel saptamalar yapıyordu. Hz.Muhammet, dini görevleri
yanında, kurduğu devletin her türlü işini de yönetiyordu. Yani, hem bir
peygamber, hem de devlet başkanıydı. Ölümüyle devlet başsız kalmış ve işleri
yürütebilecek yetkili bir yönetici gerekli olmuştu. Arap büyükleri toplanarak
devletin başına Hz.Ebubekir’i seçtiler. Böylece devlet başkanına Halife
denmeye başlandı.
Ruhani Değil Siyasi
Halifeler, Peygamber’in yalnızca yöneticilik sıfatına vekil
olmuştu. Çünkü, Hz.Muhammet son peygamberdi, yani Tanrı bir başkası
aracılığıyla insanlara seslenmeyecekti. Nitekim, ilk dört halife, tam bir
toplum (cumhur) başkanı gibi davranmışlardır. Mutlak kişi egemenliğine yönelen Emevi,
Abbasi ve Sasani ’lerde de durum farklı değildir. Yani halife
onlarda da ruhani değil, siyasi bir kişidir; dinsel bakımdan Tanrıyı temsil
etmezler. Hükümdarlar, yetkelerini (otorite) güçlendirip sürdürmek için, zaman
içinde kendilerine dinsel sıfatlar yakıştırdılar; halka böyle gösterdiler.
Halifelik bir iktidar kurumu haline geldi.23
Halifelik
siyasileştikçe, Müslümanların değişik kesimleri, örneğin Şiiler, onu
tanımadılar. Peygamber’den sonra Hz.Ali’nin Halife olması gerektiğine
inanan Şiilik, Halifelik kurumuna duyulan tepki nedeniyle ortaya
çıkmıştı. Halifelik, artık yalnızca Sünniliğin saygı duyduğu bir
simgeydi.
Türklerin Durumu
Çok farklı yönetim
geleneklerine sahip Türklerin, Halifelik işleyişiyle bir ilişkisi yoktu ve
olamazdı. Kurdukları devletler, güçlerini ruhanî dayanaklardan değil, yaşamın içinden
ve katılımcılıktan alıyordu. Ancak Fatih’ten sonra Türk yönetim geleneklerinden
uzaklaşmaya başlayan Osmanlılar, yayılma ve daha büyük iktidar gücü peşine
düşmüşlerdi. Güçlenme adına, dini devlet işlerine soktular ve yarı teokratik
bir devlet haline geldiler. Geçmişleriyle çelişen bu eylem, devleti
güçlendirmediği gibi, bozulmasının başlangıcı oldu.
Yavuz
Sultan Selim,
1517’de Mısır’ı alınca, orada, elinde “Kutsal Emanetler-Emanat-ı Mukaddese”
(Hz.Muhammet ve sahabilerine ait eşyalar) bulunan Mütevekkil adında bir
Halife buldu. Onu, “siyasi değeri büyük” emanetlerle birlikte İstanbul’a
getirdi; Halifeliğine dokunmadı, kendisi Halife olmadı.
Mütevekkil öldükten sonra da,
padişahlar kendilerini Halife saymadılar. Kureyş soyundan
olmadıkları için böyle bir hakları yoktu. Devlet güç yitirdikçe, iktidarlarını
tinsel (manevi) güçle beslemek zorunda kaldılar ve Halifeliği üstlenerek dini
devlet işlerine soktular. Bu yolla, içerde din adamlarına dayanarak halkın,
dışarda halifeliğin “evrenselliğini” kullanarak İslâm dünyasının, desteğini
alacaklarını düşündüler.
Ancak,
düşündükleri, sonuca ulaşamadılar. Halifelik, içte ve dışta, somuta dönüşmeyen
bir inanç sorunu olarak kaldı ve İmparatorluğun yalnızca Sünnî uyruklarını
ilgilendiren “Osmanlı Halifesi” kavramını aşamadı.24
Yoğun Uğraş
Hilafet sorunu,
1924 başında gündemin ilk maddesiydi, ama pek çok sorunla daha uğraşıyordu. “Amansız
bir coşkuyla, şafaktan gece geç saatlere dek, çalışma odasının üstündeki yatak
odasında ve yalnızca birkaç saatlik uykuyla yetinerek” 25 çalışıyordu.
Onun için, “ne geriye dönmek, ne de kötüyle uzlaşmak” 26
olanaklı değildi. Türk ulusunu “olmayacak bir hayâl peşinde”
koşturmayacak, onu kesin olarak güçlü ve özgür bir ulus yapacaktı. “Uğrunda
yaşamaya ve ölmeye değecek tek gerçek, bağdaşık (mütecanis), birbirine sarılmış
ve özgür Türk milletidir” diyordu.27
Halifeliğin
korunmasını isteyen kimi ılımlı kişiler, ondan halife olmasını, dünya
Müslümanlarına önderlik yapmasını istediler. “Hindistandan, Mısırdan gelen
kurullar bu dileği iletiyordu.” 28 Hilâliahmer (Kızılay)
adına Hindistan’a giden Rasih (Kaplan) Hoca, “İslam
dünyasının, yani ‘ehli İslam’ın, onun Halife olmasını istediğini” ve
kendisini, bu ortak dileği “iletmekle görevlendirdiğini” söylemişti.29
Önerileri
hemen reddetti. Bilimsel görüşleri olan, belirlenmiş hedeflere sahip gerçekçi
bir insandı ve “büyüklüğü, kendisinin ve ülkesinin sınırlarını bilmesinde
yatıyordu”. 30
Hilafetin
Türkiye’ye uluslararası bir güç kazandıracağını söyleyenlere; “eğer, diğer
Müslümanlar bize yardım ettiyse ve hala yardım etmek istiyorsa, bunun nedeni,
hiçbir gücü olmayan cansız bir kalıntıya, Hilafet makamına sahip olmamızdan
değil, Türkiye’nin güçlü olmasındandır” yanıtını verdi.31
Açık
konuşuyordu. Öneri getirenlere, bu işin olmazlığını sabırla anlatıyor ve “siz
din bilginleri olarak, Hilafetin devlet başkanı demek olduğunu, halifenin
buyruklarının yerine getirilmesi gerektiğini bilirsiniz. Oysa bütün Müslüman
uyrukların başında bulunan krallar, imparatorlar, benim buyruklarımı yerine
getirirler mi? Değeri olmayan sanal (mevhum) bir sıfatı takınmak gülünç olmaz
mı?” diyordu.32
Halkla İlişki
1923 boyunca
yaptığı yurt gezilerinde, düşüncelerini halkla da paylaştı. Soru sorma, görüş
bildirme ve karşılıklı tartışmaya dayalı toplantılar; tarih ve toplumbilim
dersleri gibi geçiyor, herkesin katıldığı canlı söyleşiler yapılıyordu.
Eskişehir, İzmit, Bursa ve İzmir’de uzun süren kalabalık halk toplantılarında,
pek çok konuya elbette Hilafet sorununa da değindi; aydınlatıcı açıklamalar
yaptı. Balıkesir Paşa Camisi’nde “mimbere çıkıp cemaatle konuştu, burada
20’den fazla soruya yanıt verdi.” 33
Eskişehir ve İzmit’te yaptığı konuşmalarda, Halifeliğin yönetim
biçimiyle ilgili bir sorun olduğunu, söylendiği gibi “İslam dünyasının
tümünü” temsil edemeyeceğini, böyle bir temsilin hiçbir zaman
gerçekleşmediğini, bugün ise hiç gerçekleşmeyeceğini söyledi. Farklı yönetim
biçimlerine sahip ülkelerin kendilerini milli özelliklerine göre yönetmeleri gerektiğini
açıkladı. Ardından; “Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Hint ve bütün bu ülkelerde
yaşayan dindaşlarımız özgür ve bağımsız değiller ki, herhangi bir makamın
yapılmasını isteyeceği işleri gerçekleştirebilsinler. Bunun için önce onları
tutsaklıktan kurtarmak gerekir. Yani İngiltere, Fransa, İtalya v.b. devletlerle
savaşmak ve bu savaşı kazanmak gerekir. Ancak iş bununla da bitmez! Başarılı
olduktan sonra, bütün bu kavimlerin hilafet makamının buyruklarına uymayı kabul
etmeleri ya da zorla kabul ettirilmeleri gerekir. Bu mümkün olmayan bir iştir.
Dünyada geçerli yönetim biçimi, milliyet esasına dayanan yöntemdir. Ülkeler, iç
egemenliklerine karışılmasını kabul etmezler. Türkiye halkını böyle bir çıkmaz
iş için görevlendirmek, maddi olarak mümkün olmadığı gibi, olur bir şey
de değildir” 34 dedi.
Uygun Anı Beklemek
Hilafet üzerinden yürütülen siyasi mücadele, 1923 yılı
boyunca, şiddetini arttırarak sürdü. Üstün gibi gözüküyordu. Önlemlerini almış,
hazırlıklarını yapmıştı. Harekete geçeceği anı bekliyordu. Halkın desteği
güçlü, ordunun bağlılığı güven vericiydi. Ancak, karşıtçılar cephesinin az olmadığı
görülüyor gücü kendisini hissettiriyordu.
İstanbul
basını, ağırlıklı olarak, Ankara ’ya karşı Hilafet ’i ve
yandaşlarını destekledi. Eski Başbakan Rauf (Orbay) Bey ve “Ordu’nun
en tanınmış komutanlarından” Kazım (Karabekir) ve Refet Paşalar;
“Türkiye’nin İslam birliği (panislâmizim) politikası izlemeye zorunlu
olduğunu” söylüyor, “300 milyondan çok Müslümanın benimsediği”
Halifelik kurumuna dokunulmamasını istiyorlardı.35 Ülkenin her
yerinde, Mustafa Kemal’i hedef alan bağnaz yaymaca, tüm şiddetiyle sürüyor
“monarşik bir örgütlenme, İslamlık kisvesi altında ve bir tehdit öğesi
olarak” yayılıyordu.36
Siyasi
çatışmaya dolaysız katılan, sözde din adamları, dinsizlikle suçladıkları
hükümete karşı, “gerçek bir manevi gerilla savaşı başlatmışlardı.” 37
İstanbul basını, “hanedan hukukuna çirkin saldırılar yapılıyor, Hilafet
bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye Devleti’nin hem İslam âleminde hem de
Avrupa siyaseti karşısında hiçbir değeri kalmaz, her Türk Hilafete dört elle
sarılmak zorundadır” 38 diyerek kışkırtıcı yayınlar yapıyordu.
Bunlar,
başarılı olup yaratacakları hoşnutsuzluğu “hilafetçilerden yana
çevirebilirlerse”, Anadolu’da “eski Hilafet Ordusu’ndan da büyük
bir tehlike oluşabilirdi.” 39 1923 sonlarında, “havada
yadsınamaz bir komplo kokusu vardı.” 40 Hükümet, Mustafa
Kemal’e suikast yapılacağı bilgisini almış, haber kendisine duyurmuştu.
Güvenlik önlemleri arttırılmış, Ankara’ya gitmek için, “eşiyle birlikte
İzmir’den ayrılırken, gece ve yoğun bir koruma altında” yola çıkmıştı.41
Uygun An
Olayların
gelişimini dikkate alarak harekete geçeceği zamanı belirledi; ya da bir başka
deyişle, harekete geçmek için beklediği fırsatı ona, Saltanatın kaldırılmasında
olduğu gibi, bilmeden “yine İngilizler verdi”. 42
İngilizlerin adamı olduğu bilinen Ağa Han ve Emir Ali adlı
kişilerin, İstanbul gazetelerinde (Tanin, Tevhid ve İkdam) yayımlanan ve
“Hilafetin siyasi konumunun korunmasını isteyen” 43 mektubu,
sonun başlangıcıydı.
Bu
olayın hemen ardından, Abdülmecit’in, harcamalarını karşılamak için
Ankara’dan bir “Halife Hazinesi” oluşturulmasını istemesi, Halifeliği
ortadan kaldıracak eylemin başlatıcısı oldu. Mektup ve Halife
Hazinesi olayı, kamuoyunu rahatsız etmiş, öfkeli bir tepkinin yayılmasına
neden olmuştu.
Uygun
anın geldiğine karar verdi ve titizlikle hazırlamış olduğu planını uygulamaya
soktu. Uygun adımı uygun zamanda attı; erken davranma ya da geç kalma
yanılgısına yine düşmemişti. Bu konuda Nutuk ’ta, “ben, Saltanatın
kaldırılmasından sonra, Hilafetin de kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum.
Sorun, bu durumun uygun zaman ve fırsatta açıklanmasıydı” diyecektir.44
Mektup
yayımlanır yayımlanmaz Meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı. Başbakan İsmet
Paşa, Londra’dan postalanan mektubun, “Halife’ye siyasi nüfuz sağlamak”
amacıyla yazıldığını ve Başbakan olarak kendisine ulaşmadan “İstanbul’daki
muhalefetçi yayın organlarında yayımlandığını” söyledi. “Bu girişim,
Cumhuriyet düşmanlarının, tutucu çevrelerdeki hoşnutsuzluğu işleyerek yeni
rejime karşı komploya girişmek ve Halifelik aracılığıyla eskiye geri dönme isteğini
ifade etmektedir” dedi.45
Eyleme Geçiliyor
Aynı gün İstanbul’a
“İstiklal Mahkemesi” gönderildi. Mektubu yayımlayan gazetenin
yöneticileri; Hüseyin Cahit, Ahmet Cevdet ve Velid Bey
tutuklandı. Eski İstanbul Meclisi’nde yapılan duruşmalar sonunda, “delil
yetersizliğinden” beraat ettiler. Daha sonra, Tanin gazetesinde bir
açık mektup yayımlayarak Abdülmecit’i “yüksek Hilafet görevlerini
bırakmamaya” çağıran, İstanbul Barosu Başkanı Hüseyin Lütfü Bey
yargılandı ve 5 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.46
Tartışmalar siyasi çatışmaya doğru giderken, Rauf
Bey ve Kazım (Karabekir) Paşa, Abdülmecit’e “nezaket
ziyaretleri” yapıyordu. Hükümet, buna sert tepki gösterdi. İsmet Paşa’nın
Meclis’te Başbakan olarak yaptığı konuşma, çatışmanın sertliğini gösterir nitelikteydi:
“Halifeyi ziyaret sorunu Hilafet sorunudur. Devlet sorumluları olarak hiçbir
zaman unutmayacağız ki, Hilafet orduları bu ülkeyi yıkıntı yerine (harebezâra)
çevirmiştir. Türk milleti en acı ıstırabı Halife ordusundan çekmiştir. Bir daha
çekmeyecektir. Tarihin bir döneminde bir Halife, bu ülkenin yazgısına karışmak
isteğine kapılırsa, o kafayı mutlaka koparacağız.” 47
Ordu Destekliyor
2 Ocak 1924’te eşi Latife
Hanım’la İzmir’e geldi. Hilafet’in kaldırılması eyleminin ayrıntılarını, 50
gün kaldığı İzmir’de planladı ve Ankara’ya döner dönmez uygulamaya geçti.
İzmir’in önemi, düzenlenecek büyük bir savaş oyunu (tatbikat) için üst düzey
komutanların burada toplanmasıydı.
Ankara’da,
Başbakan İsmet Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak)
Paşa’yla konuşup, “hilafetin kaldırılması konusunda görüş birliğine” 48
varmış, “alt rütbeli subayların, hatta erlerin duygu ve düşüncelerini
anlamak için dikkatli soruşturmalar” yapmıştı.49 Üst düzey
komutanların düşüncelerini biliyordu. Ancak yine de, Ordu’dan emin olmalıydı. “Halifeyi
ülke dışına gönderip, dini devletten ayırdığında ve Türkiye’yi laik bir
Cumhuriyet yaptığında Ordu ne yapacaktı? Askerler, verdikleri tam desteği, bu
konuda da sürdürecekler miydi?” 50
Komutanlar,
İzmir’de destek ve bağlılıklarını bir kez daha yinelediler ve “önerilerini
tümüyle benimsediler.” 51 Eylem planına son biçimini verip
uygulamaya hazırlanırken, ünlü “Halifelik Hazinesi” istemi geldi. Abdülmecit,
kendisine ayrılan ödeneğin harcamalarına yetmediğini bildirerek, Ankara’dan, bir
“Halifelik Hazinesi oluşturulmasını” ve “gelirinin arttırılmasını”
istedi.
Saltanat
anlayışını ortaya koyan bu isteme sert tepki gösterdi ve İsmet Paşa’ya
bir telgraf buyruğu göndererek, “sağlam ve köklü önlemler alınmasını”
istedi. Telgrafta şöyle söylüyordu: “Halife, ataları olan padişahların
yolunu izler görünmektedir.. Halife ve bütün dünya bilmelidir ki, bugün var
olan Halife’nin ve Hilafet makamının gerçekte ne din ne de siyaset bakımından
hiçbir anlamı ve gerekçesi yoktur. Halifelik makamının bizce, tarihsel bir anı
olmaktan başka bir önemi olamaz.. Halife’nin, Türkiye Cumhuriyeti
yetkililerinin ya da resmi heyetlerinin kendisiyle görüşmesini istemesi,
Cumhuriyet’in bağımsızlığına açık saldırıdır.. Buna yetkisi yoktur.. Geçimini
sağlamak için, Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden kesinlikle daha az bir
ödenekle yetinmesi gerekir. Amaç yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca
yaşamak ve geçimini sağlamaktır. ‘Halifelik Hazinesi’ demekle ne denilmek
istendiğini anlamadım. Halifeliğin hazinesi yoktur ve olamaz. Kendisine
böyle bir hazine atalarından kalmış ise, bilgi alınmasını ve bana
bildirilmesini rica ederim.. Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık
olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükümetçe, sağlam ve köklü önlemler
alınarak bildirilmesini rica ederim...” 52
Hilafet Kaldırılıyor
23 Şubat 1924’te
Ankara’ya döndü. Kararlarını “gereken kişilere bildirdi”.53
Hilafet Makamı, Şer’iye ve Evkaf (Din ve Vakıflar) Vekâleti,
ona bağlı “eğitim kurumlarıyla” birlikte ortadan kaldırılacak; bu sorun
bütçe görüşmeleri sırasında, Meclis işleyişine bağlı teknik bir ayrıntıyla
çözülmüş olacaktı. Gösterişsiz, ancak “sağlam ve köklü” çözümle,
yalnızca Halifelik Kurumu değil, ona yaşam veren vakıf ve eğitim kurumları da
ortadan kaldırılıyordu.
1
Mart 1924’te, Meclis’in 5.Çalışma Yılı’nı açarken yaptığı konuşmayla,
Halifeliğe son verecek yasal süreci başlattı. Yaptığı konuşmada; Cumhuriyet’in “sonsuza
dek korunması” nı sağlamak için, “doğruluğu kanıtlanmış ilkelere
dayanmak”, “eğitim ve öğretimi birleştirmek” ve “Müslümanlığı,
siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarmak ve yüceltmek gerekir” dedi.54
Din
inancının çıkar amacıyla kullanılmasının önlenmesi gerektiğini vurgulayarak
şunları söyledi: “Kutsal tanrısal inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık
ve karışık, her türlü çıkar ve ihtirasa açık olan siyasetten bir an önce ve
kesin olarak kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî mutluluğunun emrettiği bir
zorunluluktur. İslam dininin yüksekliği ancak bu biçimde ortaya çıkar.” 55
Konu,
2 Mart’ta Halk Fırkası gurup toplantısında karara bağlandı. Bir gün
sonra 3 Mart’ta, Meclis oturumunda üç ayrı önerge verildi. Urfa Milletvekili Şeyh
Saffet Efendi ve elli arkadaşı, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı soyundan
olanların yurt dışına çıkarılmasını; Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi
ve elli arkadaşı, Şer’iye ve Efkaf Vekalati’nin kaldırılmasını; Manisa
Milletvekili Vasıf Bey ve elli arkadaşı, eğitim ve öğretimin
birleştirilmesi (tevhid-i tedrisat) ni isteyen önergeler vermişlerdi. Sekiz
saat süren görüşmelerden sonra önergeler oylandı ve kabul edildi.
Türkiye’nin
üzerinde beş yüz yıldır büyük bir yük ve sorun olan Hilafete son verilmiş,
yeniliğe ve gelişmeye kararlı Ankara, önündeki büyük bir engeli kaldırmıştı.
Saltanatın kaldırıldığı 17 Kasım 1922 ile, hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924
arasındaki 14 ay içinde, olağanüstü bir mücadele ile büyük bir iş başarılmış,
birkaç yıl önce, düşünülmesi bile olanaksız tasarılar gerçeğe dönüştürülmüştü.
Halk,
hilafetin kaldırılmasına karşı herhangi bir tepki göstermedi ve kolayca
kabullendi. Türkiye’nin herhangi bir yerinde, “ne bir gösteri, ne de bir
karşı çıkış ya da direniş oldu”. 56 Oluşabilecek olaylar için, “ülkenin
başlıca merkezlerine gönderilmiş olan İstiklal Mahkemelerine” 57
hiç iş düşmedi; yüzlerce yıllık Halifelik “Mustafa Kemal’in güçlü ellerinde
bir saman çöpü gibi” 58 kırılmıştı.
Birkaç
hoca ve tutucu milletvekili “Halk Fırkası’ndan istifa etti”. 59
Rauf Bey, kimi karşıtçı, arkadaşıyla birlikte, “izin alarak Ankara’yı
terk etti”. 60 Hilafete karşı sürdürdüğü sabırlı eylemi o denli
ustalıkla yürütmüştü ki, daha birkaç ay önce ülkenin her yanına yayılmış olan “yaygaracı
muhalefet”, sanki hiç var olmamış gibi sessiz kalmış ve yeraltına çekilmek
zorunda kalmıştı.
DİPNOTLAR
1
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.171
2
a.g.e. sf.172
3
a.g.e. sf.171
4
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.172
5
a.g.e. sf.172-173
6
a.g.e. sf.173
7
a.g.e. sf.173
8
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
I:Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.21
9
“Kemalist Eğitimin Tarih
Dersleri IV” Kaynak Yay. 3.Bas., 2001, sf.160
10
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
I.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1127
11
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas. Ank.-1994, sf.45
12
a.g.e. sf.46
13
a.g.e. sf.47
14
“Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
15
a.g.e. sf.260
16
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.941
17
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.166
18
“Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
19
“Atatürk” Lord Kinross,
Altın Kitaplar, 12.Basım, İst.-1994, sf.451
20
a.g.e. sf.451
21
a.g.e. sf.451
22
“Mustafa Kemal’in
Eskişehir İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay., sf.71
23
“Tarih Açısından Türk
Devriminin Temelleri ve Gelişimi” Prof.Dr.Ahmet
Mumcu, İnkilap Kitabevi, 12 Baskı, İst.-1992, sf.113
24
a.g.e. sf.114
25
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.139
26
“Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.258
27
a.g.e sf.258
28
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.175-176
29
“Devrim Hareketleri
İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.
Dr.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Baskı,
İst.-1994, sf.93
30
a.g.e. sf.176
31
a.g.e. sf.176
32
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1133
33
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.
34
“Atatürk’ün Bütün
Eserleri” Kaynak Yay., 14.Cilt, İst.-2004, sf.254 ve
337
35
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.50
36
a.g.e. sf.50
37
“Mustafa Kemal” Paul
Dumont, Kültür B.Yay., 2.Bas., Ank.-1994, sf.116
38
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.11
39
“Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
40
“Mustafa Kemal” Paul
Dumont, Kültür B.Yay., 2.Baskı, Ank.-1994, sf.115
41
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.167
42
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.173
43
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.166
44
“Kemalist Eğitimin Tarih
Dersleri IV” Kaynak Yay,.3.Bas., 2001, sf.158-159
45
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.56
46
a.g.e. sf.58
47
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.168
48
a.g.e. 3.Cilt, sf.168
49
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.174-175
50
a.g.e sf.175
51
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.59
52
“Nutuk”, M.K.Atatürk,
II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1127-1129
53
a.g.e. sf.1129
54
a.g.e. sf.1131
55
“Atatürk ve Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938”
Prof. Utkan Kocatürk, TTK, 2.Baskı, Ank.-1988, sf.409
56
“Bozkurt” H.C. Armstrong,
Arba Yay., İst-1996, sf.177
57
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., 1994, sf.60
58
“Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.263
59
“Mustafa Kemal ve Uyanan
Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.59
60
a.g.e sf.59
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder