27 Şubat 2014 Perşembe

20.YÜZYIL: ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞLARI ÇAĞI





Ulusçuluk ve toplumculuğun, 20.yüzyılın ilk yarısındaki altın çağı, yerini adım adım Yeni Dünya Düzeni’nin, küresel egemenliğine bıraktı. 20.Yüzyılın ilk yarısında ulusal bağımsızlık savaşımları ikinci yarısında ise emperyalizm etkili oldu. Şimdi 21.yüzyıldaki son kapışma bekleniyor. Beklenen yeni döneme yönelik sonuçlar çıkarabilmek için, ulusçu savaşımın kimi ortak özelliklerini bir kez daha irdelemekte yarar var. Günümüz dünyasını tanıyıp koşullarını kavramak ve geleceğimize yön verebilecek bir bilinç düzeyine ulaşmak için bu şart.


Bütünün Parçaları

Ulusal kurtuluş savaşlarının ortak özelliği, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı olmasıdır. Bu savaşları uluslararası ölçekte birleştiren bu özellik, kaynağını, sömürgeciliğin ve emperyalizmin uluslararası niteliğinden alır. Sanayileşmiş büyük devletler dünya pazarlarına yayılırken, daha önce aralarında herhangi bir ilişki olmayan bu ülkeleri, ister istemez birbirlerine bağlar ve onları yürürlükteki dünya düzeninin parçaları yapar. Parçaları bütüne ulaştıran ortak payda, kurduğu ticari ilişkilerle emperyalizmin kendisidir.
Bu nedenle ulusal bağımsızlık savaşımları, birbirine karşı doğal ve içten bir yakınlık duyar. Bu ülkeler, ilişkiler ağının zorunlu sonucu, ortak bir düşmana sahip olmanın yarattığı dayanışma ruhu içinde olur. Toplumsal dayanağı olan bu dayanışma, ulusal bağımsızlık savaşlarını ulusçuluğun öznel kalıplarından çıkarır ve onu kaçınılmaz olarak uluslararası bir olay durumuna getirir.
Emperyalizme karşı ulus bağımsızlığını elde edememiş bir ülkede ne ulusçu ne de toplumcu siyaset egemen olabilir. Günümüzde bu iki kavram, birbiri içine girerek, evrensel boyutu olan bir ulusçuluk oluşturur.

Uluslaşan Uluslaştırmıyor

Emperyalizm ve onun alt evresi kapitalist sömürgecilik, uluslaşmanın da tarihini oluşturan 500 yıllık bir dönemi kapsar. Bu dönemde önce sömürgeciler uluslaştı. Avrupalılar denizaşırı ülkelere açıldığında, sağladığı sermaye birikimiyle kapitalist üretime geçmiş ve pazara çıkarılması gereken ürünler üretmiştir.
Ürünler önce ulusal pazara sunuldu ve her ülke kendi pazarına egemen oldu. Uluslaşma böyle başladı. Daha sonra dışarıya açılındı. Elde edilen sömürgeler, bütün taşınabilir varlıklarıyla ulusal pazarın gereksinimlerine bağlı kılındı. Böylece ulusal pazar temeli üzerinde yükselen ulus-devletler ortaya çıktı. Ulus-devlet gelir akışını, gelir akışı da ulus-devleti geliştirdi.
Sömürgeler, bu süreci yaşayamadı. Yaşaması da olası değildi. Üretime yönlendirebilecekleri gelir kaynaklarının tümüne el konulmuştu. Sermaye birikmiyordu. İçine sürüklendiği sömürü ilişkileri yoksulluğu, yoksulluk ilkelliği doğuruyordu. Üretip satacağı malı olmadığı için, sahip çıkması gereken ulusal bir pazar oluşmuyordu. Bu nedenle, sömürgecilerin desteklediği, feodal yapılar varlığını sürdürüyor, güçlü bir merkezi devlet örgütlenmesi gerçekleştirilemiyordu. Ulus-devlet oluşmuyor, oluşmasına olanak verecek maddi yapının gelişmesine izin verilmiyordu.

Ulusal Devinimlerin Ortaya Çıkışı

Varsıllaşan sömürgeciler, 19.Yüzyılın ikinci yarısında, yoksullaşan sömürgelere mal yanında sermaye de göndermeğe başladı. Buralara, yatırılan sermayenin gerekli kıldığı ulaşım ağırlıklı birtakım alt yapı yatırımları yapıldı. Yatırımlar, sömürge tipi de olsa ister istemez kapitalizmin görece gelişmesine yol açtı. Bu gelişme, o güne dek salt yabancı düşmanlığına dayalı bilinçsiz duyguların, yavaş da olsa ulus bilincine dönüşmesine yol açtı ve ulusal devinimler ortaya çıkmaya başladı.
Ulusçuluk ve ulusçu savaşım, 20.Yüzyılda beklenmedik bir biçimde güçlenerek yayıldı ve başarılı oldu. Oysa, elde ettiği siyasi ve askeri başarılara denk düşecek bir ekonomik yapı henüz oluşmamıştı. Sanayileşmiş ülkelerde uluslaşmanın itici gücü ekonomi olurken, sömürgelerde bu güç; ağırlıklı olarak, işgale karşı tepki ve yerel gelenekler oluyordu.
Bu iki tepkiyi, ekonomik bağımsızlıkla tamamlayarak ulusal bağımsızlığa ulaştıran az sayıdaki ülke, sanayileşerek hızla gelişti. Bunu yapamayan çoğunluk ise, güçlükle kazandığı siyasi bağımsızlığı kısa sürede yitirdi ve eski duruma geri döndü.
Ulusçuluk ve toplumculuğun, 20.yüzyılın ilk yarısındaki altın çağı, yerini adım adım Yeni Dünya Düzeni’nin, küresel egemenliğine bıraktı. 20.Yüzyılın ilk yarısında ulusal bağımsızlık savaşımları ikinci yarısında ise emperyalizm etkili oldu. Şimdi 21.yüzyıldaki son kapışma bekleniyor. Beklenen yeni döneme yönelik sonuçlar çıkarabilmek için, ulusçu savaşımın kimi ortak özelliklerini bir kez daha irdelemekte yarar var. Günümüz dünyasını tanıyıp koşullarını kavramak ve geleceğimize yön verebilecek bir bilinç düzeyine ulaşmak için bu şart.

Nesnellik

Dünya üzerindeki siyasal ve toplumsal gerilim, çatışma, savaş, ülkeler arası şiddet; ekonomik sömürüye ve uluslararası eşitsiz yarışa dayalıdır. Bu durum, yalnızca günümüzde yaşanan bir gerçek değil, son beşyüz yılı kapsayan tarihsel bir olgudur. Öznelliğin değil toplumsal gelişimin bağlı olduğu nesnel yasaların doğal sonucudur. Büyük devlet politikalarının güce dayanmasının kaçınılmazlığı, bu sonucu doğuran, tarihsel nedenlerden başka bir şey değildir. Batı’nın sömürgelerde yaptığı, içinde bulunduğu koşulların ve giriştiği eylemin sonucudur. Yapılan iş, servete el koymadır ve bu iş ancak güce dayalı yöntemlerle gerçekleştirilir.
Sömürgelerin bu eyleme karşı çıkması, onlar için bir zorunluluktur. Ülkeler ve halklar boyunduruk altına alınıp şiddet küreselleşirken, baskıya karşı savaşım ve karşı şiddet ortaya çıkar ve bunlar da küreselleşir. Baskı kuranlar bunu yaparken istemeden, eşitlik ve özgürlüğü gerçekleştirecek karşıt gücü de yaratmış olur. İnsanlığı yüceltecek olan bu güç, en anlamlı karşılığı, devrimci bir devimsellik (dinamizm) içinde bulunan ulusal bağımsızlık savaşımlarında bulur.

Güç ve Şiddet

İnsanlar ve ülkeler arası çıkar çatışması, tarihin her döneminde vardı. Ancak, hiçbir çatışma kapitalist sömürgecilik ve emperyalist dönemdeki çatışma kadar, tek yanlı, eşitsiz ve dizgeli biçimde yürütülmemiştir.
Bu dönemde insanların ve toplumların; varlık kaynaklarına, benliklerine, kültürlerine ve yaşam biçimlerine karışılmış, ulusların direnme gücünü yok edecek her tür yöntem sınırsızca uygulanmıştır. Geri kalmış ülkelerin gerilikten kurtulmaması için, barışçı ve barışçı olmayan her yol denenmiştir. Din, dil, mezhep, etnik yapı ve diğer yerel ayrımlar, bölünme ve çatışma için kullanılmış; sanayi, ticaret, tarım, ulaşım, eğitim ve kültür alanlarında gelişmeyi ve uygarlaşmayı önlemenin yöntemleri geliştirilmiş ve uygulanmıştır. 500 yıldır dünya üzerinde, gelişmiş ülkelerin dolaylı ya da dolaysız katılmadığı tek bir savaş ve çatışma yoktur. Yarım bin yıllık çatışmalar sürecinin baş sorumlusu Batılı büyük devletlerdir.

Yerel Tepkiden Emperyalizm Karşıtlığına

Sömürgecilere karşı yerel tepki her dönemde vardı. Şiddet kullanılarak kolayca bastırılan bu tepkinin ulusçuluğa yönelmesi, Avrupa’dakiler dışında, 20.Yüzyıla girerken başladı. İdeolojik, politik ve örgütsel yetmezlik içinde, aydın çevrelerle sınırlı kalan bu dönemin ulusçuları, kitlelere öncülük edecek güçten uzaktı. O günlerde Avrupalı devletlere özellikle de İngiltere’ye karşı gelmeyi, düşünmek bile olanaksızdı. “Avrupalılar yenilemezdi, yapılacak en iyi iş onlarla uzlaşmak ve himayeleri altına girmekti.” Dönemin en “inançlı” ulusçuları bile böyle düşünüyordu.
Emperyalist elegeçirmenin (işgalin) gerçek niteliğini kavrayıp, tam bağımsızlığı amaçlayarak, emperyalizme karşı tek başına savaşıma girişen ve bunu başaran ilk ulusal savaş, Türk Kurtuluş Savaşıdır ve Türk Devrimi’nin dünya siyasetine yaptığı etki, sanıldığından çoktur. Dünya’nın tüm geri kalmış ülkelerini saran emperyalist zincir ilk kez Türkiye halkasından koparılmış ve daha sonra arkası gelmiştir.

Türk Devriminin Önemi

Ulusal Bağımsızlık savaşımları, Türk Devrimin’den değişik oranlarda, etkilenmiştir. Ancak, bunlardan hiçbiri, her alanda ulusal proğram belirleme ve belirlenen proğramı uygulama konusunda, Türk Devrimi’nin gösterdiği başarıya ulaşamamıştır. Bu nedenle bağımsızlık savaşımlarının tümünde, başarı süresi uzun, savaşım yitiği olmuştur. Oysa, Türk Kurtuluş Savaşı, sahip olduğu önderliğin yönetimdeki başarısı sayesinde 3,5 yıl gibi kısa bir sürede kazanıldı.
Ülkeyi ve halkı tanıma, ona güvenme, dünya siyasetini ve bölgesel sorunları kavrama, ideolojik bağımsızlık, erişilen tarih bilinci, köktenci anti-emperyalist tavır, özgüven ve tam bağımsızlıkta kararlılık, ulusal birliği sağlama becerisi ile askeri ve siyasi örgütlenme yeteneği... Kemalist önderliğin bu nitelikleri, değişik ülkelere değişik oranlarda esin kaynağı olmuş ancak tümünü birden yaşama geçirebilen bir önder kadro, her hangi bir ülkede ortaya çıkamamıştır.
Türk Devrimi’nin, sömürge ve yarı sömürge ülkelere örnek olması, buralardaki ulusçu devinimlerin anti-emperyalist politik akımlar haline gelmesine yol açmıştır. Anadolu’daki Türk zaferi, Endonezya’dan Fas’a, Hindistan’dan Etyopya’ya, Tunus’a, Yemen’e dek pek çok ülkede kitle eylemleriyle kutlanmıştır.1
Tunus’ta, Cezayir’de, Mustafa Kemal’in resimleri gazetelerden kesiliyor, duvarlara yapıştırılıyordu.
Malezya’da dükkanlar Mustafa Kemal’in posterlerini satıyor ve Malezya’lı gençler bunlardan satın alıyor ve halka dağıtıyordu.2
Tunus’ta Kemal Paşa resimleri, geleneksel cam üzerine boyama sanatının konularından biri olmuştu.3
Afrika’da insanlar, Türkiye’nin haritadaki yerini bilmiyordu ama Mustafa Kemal’i biliyordu.4
Bütün bunlar, okuma yazma bilmeyen toplumlarda ve insan resminin dince yasaklandığı ülkelerde oluyordu.
Mustafa Kemal imgesinin yarattığı büyük etki, Türkiye’nin adını yüzmilyonlarca insan için özgürlük savaşımıyla eşanlamlı duruma getirmişti.5
İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee’nin 1923 yılındaki görüşleri, Türk Devrimi’nin yalnızca Türkiye’yle sınırlı kalamayacağı yönündedir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel sularını, Ankara kapılarında durdurarak, İzmir’e, Trakya’ya ve İstanbul’a doğru süren Türkler’in başlattığı yeni akım, belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı selini sürükleyip götürecektir.” 6
Alman yazarı Dagobert Von Mikusch: “Doğunun bu büyük reformcusuna, eğer deyim yerinde ise, bu uluslararası ulusçuya, tarih iki çağın eşiğinde kendine layık olduğu önemli yeri vermiş, ve buradaki başarıları O’nun tarihsel ödevi olmuştur.” 7
Yunanistan Başbakanı Mihail Metaksas’ın: “Atatürk’ün devlet yönetimi ve yaptığı devrimler, yalnız Türkiye’yi değil, bütün dünyayı etkilemiştir.” 8 biçimindeki görüşleri de aynı yöndedir.
Etyopya’lı büyükelçi Osman Muhammet’e göre, Afrika’da özgürlüklerine kavuşmuş olan 42 ülke bunu Atatürk’ün Bağımsızlık savaşımından hareket ederek sağlamıştır.9
Kemalist Devrim, Güney Amerika ülkelerinde de geniş yankı uyandırmıştır. Buna karşın, Latin Amerika’nın yetiştirdiği en önemli marksist düşünür Jojé Karlos Mariatégui, 1924’de yayınlanan eserinde, Türk Devriminin devrimci niteliğini vurgulamış ve övmüştür.10




Bağımsızlık Devinimleri Yayılıyor

Ulusçuluğun yayılması 1920’den sonra yoğunlaşmış ve kısa sürede bağımsızlık savaşlarına dönüşmüştür. Bilinç düzeyi, yabancı düşmanlığıyla sınırlı eskinin köylü direnişçileri bu süreçte, politik tavırlı kurtuluş savaşçıları ve inançlı yurtseverler olmuştur. Dünya nüfusunun yarıdan çoğu, 40-50 yıl içinde, savaşarak bağımsızlığına kavuşmuştur.
Güç kullanarak önlenemez olduğu görülen bu hızlı gelişme, emperyalist ülkelerin, uluslararası ölçekli yeni politikalar üretmelerine yol açmıştır. Yeni Dünya Düzeni böyle doğmuştur.
Yeni Dünya Düzeni’nin özü; Dünya egemenliğinin, askeri işgal ve açık şiddeti sınırlandırarak yerine, ondan daha etkili olan, ekonomik ve siyasal bağlantılarla sürdürülmesidir. Sömürgelerin yarı-sömürge, bağımsızların yarı-bağımsız duruma getirilmesidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra onlarca ülkenin ‘barış içinde’! ‘bağımsızlıklarına’ kavuşmasının nedeni burada yatmaktadır. Bu işlem için silaha gerek yoktur. BM kararı yeterlidir. Ancak, bağımsızların yarı-bağımsız hale getirilmelerinde silahlı şiddet dahil her türlü yöntem geçerlidir. Doğrudan silahlı karışmalar, askeri darbeler, iç karışıklıklar, siyasi cinayetler ve iyi hesaplanmış dengesizleştirme (istikrarsızlaştırma) eylemleri bu ülkeler içindir. Borçlandırma, ikili anlaşmalar, bağlayıcı uluslararası ticari sözleşmeler, yaratılan yerli işbirlikçiler, sistemi tamamlar.
Bunlar son derece etkili yöntemlerdir. Büyük bedeller ödenerek kazanılan bağımsızlık hakları, teker teker geri alınır. Türkiye, Endonezya, Mısır, Tunus, Yugoslavya, Laos Kamboçya, Afganistan, Sudan, Orta ve Güney Amerika ülkeleri böyle ülkelerdir. Doğu Avrupa ülkeleri, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri bu kervana yeni katılmıştır. Hindistan, Vietnam ve Küba güç de olsa direnmektedir.

Yeni Dünya Düzeni

Ulusalçuluk, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki 50 yıllık dönemde etkili oldu. 1970’lerde başlayan yeni bir süreçle etkisini yitirmeye başladı ve 21.Yüzyıla girerken büyük oranda etkisizleşti. 30 yıllık bu dönem, özellikle 1990’dan sonra Yeni Dünya Düzeni’nin dünyaya tam olarak egemen olduğu dönemdir. Yeni Dünya Düzeni’nin, en temel ve belirleyici özelliği, ulusal girişimlere ve ulus-devletlere karşıtlılıktır.
Dünya savaşlarında birbirleriyle askeri çatışma içine giren büyük sanayi ülkeleri, Yeni Dünya Düzeni’nin oluşturulmasında coşkuyla biraraya geldi. Yeni pazarlar için birbirleriyle askeri çatışmaya girişecek güçleri yok artık (ya da böyle bir çatışmayı göze alamayacak kadar güçlüler). Bu tür çatışmaların yol açtığı dolaysız zararları iki büyük savaşta gördüler. Serbest ticaret bölgeleri, ortak pazarlar, gümrük birlikleriyle ve uluslararası ticaret anlaşmalarıyla tüm dünya pazarları, ortak kullanıma açıldı. Tek bir ülke pazarı için yarışma ve çatışma yapılmıyor artık.
Emperyalist devletlerin tümü, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere ve bu ülkelerdeki ulusal eğilimlere karşı, güçlerini birleştiriyor. Bu konuda ödün vermiyor ve bugün için global ölçülerle, birlikte davranıyor.
Gerçekte, bu davranış, yeni bir tutum değil. Ulusçu savaşımlara karşı ortak davranış onların politik geleneğinde var. Yeni olan, bu davranışın, çok yönlü uluslararası anlaşmalarla, egemen dünya düzeni durumuna getirilmiş olmasıdır.
Ulusal bağımsızlık hareketlerinin ortadan kaldırılması, dünya egemenleri büyük devletler için bir varlık sorunudur. Amerikalılar’ın söylediği gibi; ulusal kurtuluş savaşları insanlığın baruttan sonra bulduğu en tehlikeli silahtır.

Sınıfsal Değil Ulusal

20.Yüzyıl’daki ulusal bağımsızlık savaşımlarının kanıtladığı belki de en önemli sonuç, bu savaşımın sınıfsal öncelikleri temel alan bir anlayışla değil, ulusal nitelikte program ve stratejilerle yürütülmek zorunda olunmasıdır.
Özellikle Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan ideolojik belirlemeler nedeniyle, ulusal hareketler içinde yayılan ve maddi temeli olmayan ideolojik öncelikler, ulusal savaşım için son derece zararlı olmuştur. Anti-emperyalist erekle birleştirilmesi gereken tüm ulus güçleri, bu tutum nedeniyle bir araya getirilememiş ve ulus birliği tam olarak sağlanamamıştır. Bu da, savaşımın uzamasına, yitiklerin artmasına yol açmıştır.
Benzer yaklaşım kimi ülkelerde, bağımsızlıktan sonra da sürdürülmüş, bu nedenle kısa süre içinde, yönetimi koruma ve kurulan yeni düzeni sürdürme sorunuyla karşılaşılmıştır.

Türk Devriminin Niteliği

Öznel siyasi öngörüleri, tarihsel ve toplumsal gerçeklerin önüne çıkarmayan, ülkenin ekonomik ve kültürel gelişme düzeyini temel alarak, bu yapıya uygun düşecek ulusçu programlar oluşturan ilk ülke, 1919-1938 dönemi için Türkiye’dir. Türk Devrimi bundan başka birçok konuda ilktir:
Emperyalizme karşı başarılı olan ilk ulusal savaştır...
Bağımsızlık savaşını 3,5 yıl gibi kısa bir sürede, zaferle sonuçlandıran ilk ve tek ulusal devrimdir...
Ulusal kurtuluş savaşını, savaş içinde oluşturulan meclis aracılığıyla sürdüren ilk ve tek örnektir...
Savaş sürerken yeni bir kamu düzeni kuran, yasalcılığı temel alıp, yasasız yetkeye izin vermeyen ve yasalara bağlı kalarak devrim yapan, enflasyonsuz kurtuluş savaşı veren, 15 yıl içinde bir toplumu “bir çağdan yeni bir çağa” ulaştıran ve sürekli devrimciliği devlet politikasına yerleştiren ilk ve tek ülke, Türkiye’dir.
Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden çöküşü, Çin’in 1980 den sonra elde ettiği ekonomik gelişme, Vietnam’ın güç durumda olması, Kemalist politikanın azgelişmiş ülkeler için geçerliliğini kanıtlayan gelişmelerdir. Toplumsal ilerleme için yapılacak girişimler yaşamın gerçeklerine uygun olmak zorundadır. Unutmamalıdır ki, sürekli değişen ve gelişen özelliğiyle yaşam devrimcidir ve devrimci olmak için, onun bu özelliğini görüp buna uygun davranmak yeterlidir.

Dünyanın Durumu

21.yüzyıla girerken, dünya, azgelişmiş ülkeler açısından 20.yüzyıl başlarına benzer bir görünüm veriyor. Üç büyük ülke; ABD, Almanya ve Japonya ile bunların çevresindeki üç ülke, İngiltere, Fransa ve İtalya şiddetli bir ekonomik yarış içindeler. Bu ülkeler, dünya ekonomi ve siyasetine yön veriyor ve askeri üstünlüğü şimdilik tartışılmaz gözüküyor.
Kağıt üzerinde siyasi bağımsızlıkları olan ancak ekonomik bağımlılık içindeki 150’yi aşkın azgelişmiş ülke giderek güç yitiriyor. Gelir düzeyleri düşen, yaşam koşulları bozulan ya da işsiz kalan kitleler; ulusal haklarını, kimliklerini, kültürlerini ve yerel geleneklerini yitirip hızla yoksullaşıyor. Ulus-devletler parçalanıyor ya da güçsüzleştiriliyor. 21.Yüzyılın, yerel toplulukların etkin olacağı ulussuz bir dünya olacağı ileri sürülerek, insanlığın ulusçuluğu aştığı söyleniyor.

Gerçek Nedir

Gerçek bu mudur? İnsanlık bir bütün olarak böylesi bir uygarlık düzeyine ulaşmış mıdır? Günümüz dünyasının böyle bir noktadan çok uzak olduğu açık. Ulus-devletler, doğal yaşam sürelerini doldurmuş yapılar değil tam tersi, özellikle az gelişmiş ülkeler için korunup güçlendirilmesi gerekiyor.
Gelişmiş ülkeler kendi devlet yapılarını sürekli olarak güçlendirmekte ve yetkinleştirmektedir. Günümüzdeki gelişmeler azgelişmiş ülkelerdeki ulus-devletlerin doğal süreçle ortadan kalkması değil, değişik araç ve yöntemle ortadan kaldırılmasıdır. Bir başka deyişle, ulus-devlet yetkilerinin yerel gerici yapılanmalara ve denetim altında tutulan uluslararası örgütlere devridir.
Ulusları köleleştirerek insanları ilkelleştiren bu eğilime karşı, ulus-devlet yetkinliğini geliştirmek ve gücünü arttırmak için savaşım, uygarlığın ve toplumsal ilerlemenin ölçütü durumundadır. Bugün, Dünya nüfusunun yüzde 80’inin bu nitelikte bir savaşıma gereksinimi var.

21.Yüzyıl

Baskı altına alınmış olsa da 21.yüzyıla girerken, ulusal duygularda bir yükseliş yaşanmaktadır. Güce ve sömürüye dayalı uluslararası ilişkiler, baskıcı yönetimler ve büyük boyutlu eşitsizlikleriyle bugünün geçerli dünya düzeni, sürgit egemenliğini koruyamaz.
Tarih, yıkılmaz görünen büyük gücün çöküş öyküleriyle dolu. Dünyanın tek egemeni Roma, “Kuzeyli akıncılar” ve “çıplak köleler” tarafından yıkıldı. “Üzerinde güneş batmayan” İngiltere İmparatorluğu’nu, yoksul sömürge halkları çökertti. Vietnamlı köylüler, dünyanın en büyük silahlı gücünü yendi. Yaşam kaynaklarına el konulan ezilen uluslar, 20.Yüzyıl başında ayağa kalkarak, tüm dünyada eşitlik ve özgürlük rüzgarları estirmişti. Benzer eğilimler yeniden oluşuyor.
Bugünkü durum, 20.Yüzyıl başına büyük oranda benziyor. Azgelişmiş uluslar üzerinde, büyük baskı var. Bu ülke halkları giderek yoksullaşıyor. Eşitsiz ilişkiler ve sömürü, insanları eziyor. Ancak, bunlara karşı tepkiler de gelişiyor.
20.Yüzyıl başında emperyalizmi ve yöntemleri anlamağa çalışan insanlar bugün, küreselleşmenin ne olduğunu öğrenmenin çabası içinde. O gün, demiryolu ayrıcalıklarını, kapitülasyon koşullarını, Düyun-u Umumiye vergilerini ve konsolosluk mahkemelerini tartışan yurtseverler; bugün, yabancı sermaye yatırımlarını, özel ticari anlaşmaları, gümrük birliklerini, özelleştirmeleri ve Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’nı tartışıyor. Nobel ödüllü ünlü ekonomist Norman Engell, 1910 yılında; “Uluslararası finans, ticaret ve endüstrisiyle o derece bütünleşmiştir ki... Siyasi ve askeri iktidar artık, gerçek yaşamda çok az şeye egemendir” diyordu.11 Bu sözler günümüzden 90 yıl önce söyleniyordu. 20.yüzyıl, gerçekten uluslararası finansın her şeye egemen olduğu bir yüzyıl oldu. Öyle olmayı sürdürüyor.
Emperyalist ülkeler, küresel egemenliği devlet gücüyle ayakta tutuyor. Ulus-devletlere karşı her girişim, ulus-devletlerin karşı girişimini getiriyor. Bu bir doğal bir tepki, kaçınılmaz bir zorunluluk. Maddi temeli yok olmadan hiçbir toplumsal olgunun ortadan kalkmayacağını herkes biliyor. Bu nedenle, 21.Yüzyıl, yeni bir ulusçu dalganın yükseleceği bir yüzyıl olmaya aday. Türk Devrimi’nin ilke ve değerlerinin, bugün (özellikle Çin’de) şaşırtıcı bir biçimde yükselebilmesinin nedeni budur.

DİPNOTLAR

1      “Kemalizm ve İslam Dünyası” İ.Gökalp-F.Georgeon, Arba Yay. sf.26
2      A.C. Milner, sf. 157 ak. a.g.e. sf.27
3      “Travaux et Recherches en Turquie” J.L.Bacque, 1982, sf.188-199 ak. a.g.e. sf.27
4      “Tek Adam” Ş.Süreyya Aydemir, Remzi Kitapevi, 9.Baskı 1983, sf.419
5      “20.Yüzyıl Başında Cezayirlinin Bilincinde Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye” Benjamin Stora, “Kemalizm ve İslam Dünyası” İskender Gökalp-Francoıs Georgeon, Arba Yay. sf.180
6      Asia Dergisi, Ekim 1923, Arnold J.Toynbee “Atatürk İçin Diyorlar ki” Selahattin Çiller, Varlık Yay. sf.101
7      “Türk Dili 1964”, XIV.Cilt, sayı 158 ak. “Atatürk İçin Diyorlar ki” Selahattin Çiller, Varlık Yay. sf.187
8      “Ulus” 23 Kasım 1938, ak. a.g.e. sf.228
9      “Cumhuriyet” 23 Ocak 1973 ak. a.g.e. sf.110
10    “La Révolution Turque et I’Islam” Jojé Carlos Mariatégui Lima 1924, ak.Prof.Taner Timur “Türk Devrimi ve Sonrası” İmge Kit., 3.Bas. 1994 sf.299
11    “POWER Ocak 1999” Aybim Bilgisayar, garildi.yore.com.tr.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder