Yunan Ordusu tarafından İzmir’de
başlatılan silahlı şiddet, kendiliğinden ortaya çıkan anlık
bir düşmanlık tepkisi değil; her yönüyle düşünülmüş,
amacı belli ve planlı bir göç
ettirme eylemiydi.
Anadolu’yu, Antik Çağ’dan beri mülkünün
bir parçası, Ege’yi bu mülkün
iç denizi gören ve Alman Profesör K.Kruger’in
“megalo manyak emeller”
dediği, değişmez
Grek anlayışına dayandırılmıştı. Megalo
İdea, 3 bin yıl sonra,
şimdi gerçekleşecekti. Belirlenen amacın doğal sonucu, ele
geçirilecek topraklarda yaşayanların yerlerinden çıkarılması,
yani göçe zorlanmasıydı. Böyle bir sonucu elde etmek için doğal
olarak kıyım, üstelik iyi tasarlanmış bir kıyım gerekliydi.
Engel tanımayan bir terör dalgasını, bağlarından boşanmış
bir yoketme isteğiyle gittikleri her yere yaydılar. Saldırdılar,
soydular, ırza geçip hakaret ettiler; yaktılar, yıktılar ve
öldürdüler. Kendilerini, topraklarına geri dönen yeni efendiler
olarak görüyorlardı. Müslüman halkı, terör yoluyla yaşadıkları
topraklardan kaçıracaklardı.
15 Mayıs 1919; İzmir
İngiltere’nin
Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İstanbul İşgal Gücü Yüksek
Komiseri Sir Arthur
Calthorpe (1864-1939), 14
Mayıs 1919 gecesi saat 23:00’de, İzmir’deki İngiliz Garnizon
Komutanlığı’na bir telgraf buyruğu göndererek, Mondros
Mütarekesi ve Paris
Barış Konferansı
kararları gereği, kentin Yunan askeri birliklerince işgal
edileceğini bildirdi; olası karışıklıkları önlemek için
yardımcı olunmasını istedi. 15 Mayıs sabahı saat yedide; yani
Calthorpe’un
emrinden sekiz saat sonra Averoff
ve Limnos
zırhları, peşlerinde birçok nakliye gemisiyle birlikte limana
yanaştı ve Yunan birlikleri karaya çıkmaya başladı.
Önce, bir efzun
(püsküllü bir takke ile kısa etek giyen, Yunan ordusunun seçkin
birlikleri) alayıyla 40. ve 50. Piyade Alayları ve kimi deniz
birlikleri karaya çıktı. Türk birliklerinin bildirime uyup
kışlalarında kalıp kalmadığını denetledikten sonra, asıl
birlikler saat 11:00’de Kordon’a yayıldı. İngiliz birlikleri
posta ve telgraf binalarını işgal etti. Calthorp,
basına bir açıklama yaparak, Müttefik güçlerin güvenliği
sağlayacağını bildirdi.
İzmir’in Müslüman
mahallelerinde derin bir sessizlik vardı. Ancak, Osmanlı yurttaşı
yerli Rumlar; erkekleri silahlı, kadın ve çocukları ellerinde
mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla kentin caddelerini doldurmuş,
saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç
gösterilerinde bulunuyordu. Yunan askerleri, çevrelerinde silahlı
sivillerle birlikte uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş, kente
yayılıyordu. 9 Eylül 1922’ye dek sürecek ve Anadolu’yu yangın
yerine döndürecek bir
vahşet dönemi,
o gün İzmir’de başlıyordu.
Vahşet
Saldırıların
ilk hedefi, doğal olarak Sarıkışla
ve buradaki Türk subayları oldu. İstanbul Hükümeti’nden
direnmeme buyruğu alan birlikler, Kışla’da bekliyordu. Yunan
birlikleri ve çevresindeki silahlı yerli Rumlar oraya yöneldiler.
O günün olaylarını, yüksek
rütbeli bir Fransız subayı not defterine şöyle yazmıştı:
“Yürüyüş kolunun
önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca
‘zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı
sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide
kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk
askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. Kışlada,
silah altına yeni alınmış yedek subaylar, 56.Süvari Alayı’nın
subayları ve düşüncesizce verilmiş emir gereği burada toplanmış
başka birçok subay vardı. Bunlar, herhangi bir taşkınlığa
neden olmamak ve kolayca suçlanmalarına bahane yaratmamak için
kendi rızalarıyla silahlarını teslim ettiler. Sinirli, kederli ve
yaptıkları bu gereksiz fedakarlıktan şimdiden pişman olmuş bu
savunmasız insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada
kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından patlatılan bir
tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti.
Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir
ateş salvosu başladı. Ateşe makineli tüfekler de katıldı.
Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere serildiler.
Anlatılamayacak bir panik içinde silahsız insanlar koridorlara
yığıldılar... Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk
subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal
süngülendi ve yere yıkıldı. Daha sonra yeniden başlayan ateş
yavaşlayınca, Türk komutan çıktı. Tehditler ve küfürler
arasında, komutana bazı emirler verildi. Türk subay ve erler,
kışlayı terk edecekler ve derhal gemilere bineceklerdi. Çıkış
başladı, ayakta yürüyebilecek durumdaki yaralılar,
arkadaşlarının yardımıyla kafileye katıldılar. Limana doğru
yürüyorlardı. Kentin yerli Rumları, dindaşlarının
kışkırtmasıyla
heyecana gelerek toplanmışlardı. Hakaretler, tecavüz ve
cinayetler başladı, Türk subaylar, tüfek dipçikleri ve
süngülerle hırpalandılar. Üstleri arandı ve soyuldular. Fesler
yırtılıp yere atılıp, ayaklar altında hırsla çiğneniyordu.
Bu, her Müslüman Türk için, en büyük hakaretti. Yunan subayları
olanları alkışladılar. Kalabalık bağırmak ve vurmaktan
yorulunca, küfürler başladı. Türk subaylar iki sıra saldırgan
arasında, yavaş yavaş yürümeye zorlandılar. Perişan kafile,
sonunda liman önünde durdu. Ölü ve ağır yaralılar yola
bırakılmıştı. Hayatta kalarak oraya kadar gelebilmiş olanlara;
Petris kruvazöründen, destroyerlerden, İzmir’deki Yunan Bankası
ve çevresinden ve civardaki Rum evlerinden ateş açıldı. Yunan
denizciler birbirleriyle gülüşerek Türk subaylara nişan
alıyorlardı. Otuz’dan fazla subay vurularak, binecekleri geminin
önünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle
bindikleri geminin ambarına, hayvanlarla beraber tıkıldılar.”1
İzmir’deki önceden tasarlanmış
saldırı, kırk sekiz saat sürdü. Cadde ve sokaklardan başlayıp,
çarşılara, konut ve işyerlerine uzanan bir insan avı
başlatılmış; sınır konmamış şiddet, Fransız ordu
kaynaklarına göre, o gün 300 Türk’ü öldürmüş, 600’ünü
de yaralamıştı.2
Umarsız
ve Yalnız
Evlerine
kapanan İzmirli Türkler, örgütsüz, dirençsiz ve tepkisiz,
sıranın kendilerine gelmesini bekleyen sessiz kurbanlar gibi,
umarsız (çaresiz) ve yalnızdılar. Öç almayı amaçlayan
düşmanlık o denli ölçüsüzdü ki, dizginlenmeyen saldırı,
kimi zaman Türk olmayanları bile yanlışlıkla içine alıyordu.
Valilikte çalıştıkları için fes giyen 15 Rum memur, Fransız
Demiryolu Şirketi’nin gar şefi ve İngiliz uyruklu bir tüccar da
öldürülmüştü. Olayları, İzmir’de görevli bir Fransız
subayı şöyle anlatıyordu: “Rıhtımda
ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir haber
almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış,
çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin
izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini
hırsızlıklara bırakmaktadır. Kimi Yunanlı tüccarlar, silahlı
çeteleri, borç aldıkları alacaklıların evlerine
saldırtıyorlar.”3
Metropolit
Hrisostamos
Fener
Rum Patrikliğine bağlı, Osmanlı yurttaşı bir “din
adamı!” olan İzmir
Metropoliti Hrisostomos,
bunca vahşetin yaşandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı,
daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle
kutsuyordu: “Bugün
sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir
törendir ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez
gerçekleştirme şansına sahip olabilirler. Huşu ve saygıyla
eğiliniz, ama başlarınızı dik tutunuz. Kardeşler, beklenen an
gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Olağanüstü
yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız
Yunanistan’la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi
yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün,
tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor.
Bugünden sonra, büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir
parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine
çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm.”4
Vahdettin’in
İhaneti
İzmir’de
işgale tepki gösterilmemesinin nedeni, ihanete varan teslimiyet
anlayışının devlet yönetimine egemen olmasıydı. 13 Mayıs’ta
Vahdettin’in
gönderdiği bir Saray Kurulu, İzmir halkına, yakında
gerçekleştirilecek olan Yunan işgalinin geçici olacağını, bu
nedenle “her ne olursa
olsun kan dökülmesine yol açacak”
hareketlerden kaçınılmasını söylemişti.
Dahiliye Nazırlığı, işgalden
birkaç gün önce İzmir Valiliğine bir yazı göndermiş, “silahlı
direnişe izin verilmemesini”5
ve “işgal güçleri
hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk
misafirperverliğinin gösterilmesini”6
gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Padişah temsilcisi
Süleyman Şefik Paşa,
halkı Hükümet Konağı önüne toplamış ve burada, Padişah’ın
yazılı buyruğunu (hattı hümayununu) okumuştu. İşgale direnç
gösterilmemesinin nedeni buydu. Direniş, ancak işgalden sonra
başlayacaktır.
Uyarıcı
Etki
İzmir’in
işgali, Anadolu’da 3,5 yıl sürecek yaygın ve şiddetli bir
terörün başlangıcıydı, ama aynı zamanda ulusal uyanışın da
başlangıcı oldu. Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması,
Türkler için kabullenilmesi ya da sessiz kalınması olanaksız bir
girişimdi. Her sonuca katlanabilecek gibi görünen yorgun ve yoksul
Türk halkında, işgalden hemen sonra, ‘şaşırtıcı’ bir
hareketlilik başlamıştı. Nerede
ve nasıl gizlendiği
bilinmeyen bir ek güç devreye girmiş, güçlü bir direnme
eğilimi, ülkenin her yerine yayılmıştı.
İzmir Yunanlılar değil de,
örneğin İngiltere tarafından işgal edilseydi, Kurtuluş
Savaşı belki de farklı
bir yol izleyecekti. Ulusal mücadele yine sürdürülecek, ancak
yorgun
halk
bu mücadeleye, her halde daha geç katılacaktı. İngiltere, Yunan
Ordusu’nu Anadolu’ya göndermekle büyük bir hata yapmıştı.
Saldırılarıyla yüz yıldır uğraştıkları Yunanlıları hiç
sevmeyen Türkler’in, yapılarından gelen savunmaya dönük
gizilgücü (potansiyeli) harekete geçirmişti. Mustafa
Kemal, bu konudaki
düşüncesini şöyle ifade eder: “Ahmak
düşman İzmir’e gelmeseydi, belki de bütün ülke gerçekleri
göremez halde kalırdı.”7
“Yunan’a
Duyulan Nefret”
İngilizler
için beklenmedik bir gelişme olan, “Yunan
işgaline karşı yurt düzeyinde başlayan milli tepki”8,
Türk halkı için, son
tutunma noktası
Anadolu’yu kurtarma girişimiydi. Halkta yaygın olan kanıya göre,
ana tehlike emperyalist politika uygulayan büyük devletler değil,
ordusunu karşısında gördüğü Yunanistan’dı. Eğitimsizlik ve
örgütsüzlük, yanıltıcı Batı propagandasıyla birleşince, bu
yanlış ya da yetersiz görüş etkili olabiliyor; işgali yaptıran
değil, yalnızca yapan
görülebiliyordu. Ülkeyi, “İngiltere
işgal edebilir, Amerika himayesine alabilir, ama Yunanistan asla
gelemezdi”.
Açıkça dile getirilen bu görüş,
Alaşehir Milli Kongresi
Başkanı Hacim Muhittin
Bey’in
21 Ağustos 1919’da söylediklerine şöyle yansıyordu: “Eğer
işgal, askeri zorunluluklar nedeniyle olsaydı ya da öyle
sayılsaydı ve bu işgal İngiliz, Fransız ya da Amerikalılar
tarafından yapılsaydı, kimse ses çıkaramazdı. İşin içine
Yunanlık girince, buna kamu vicdanı susamazdı. Milli coşkunluk bu
nedenle ortaya çıktı.”9
Emperyalizm yeterince bilinmiyordu
ancak Yunanlılığın
ne olduğu iyi biliniyordu. Türk halkı bunu, Mora ve Girit
ayaklanmalarından beri yüz yıldır, yaşadığı acılarla
öğrenmişti. Palikarya
dediği Yunanlıların, amacını ve neyin peşinde olduğunu
kavramıştı.
Rum yönetimi altında yaşamak
Türkler için söz konusu bile olmazdı. 3 Eylül 1919 tarihli bir
istihbarat raporunda, “Türkler,
Yunan denetimine girme olasılıklarının asla bulunmadığını
belirtmektedirler. Anadolu’yu ikinci bir Makedonya durumuna
getirmektense, gerektiğinde yaşamlarına fazla önem vermeyen bu
insanlar, Yunanlılar’a karşı savaşarak ölmeyi yeğ
tutmaktadırlar”10
deniliyordu.
Raporda yazılanlar doğruydu.
Türkler için, Rum yönetimi altında yaşamak, gerçekten ölümden
beterdi. Duyduğu
nefretin gereğini yapmakta gecikmediler ve çatışmaya başladılar.
Yunan işgalinden önce, her meslekten sıradan
sakin
insan, bir anda yenilmesi zor savaşçılar haline geldi.
Churchill,
bu durum için daha sonra, “Türkler
derin nefret ve kin beslediği, kuşaklar boyu düşmanı olan
Yunanistan’a boyun eğeceğini anladığı an, denetlenemez hale
geldi” diyecektir.11
Direniş
Yunan
nefretini, Denizli Müftüsü, Ahmet
Hulusi Hoca
önderliğindeki Denizli
Harekatı Milliye Reddi İlhak Cemiyeti,
10 Haziran 1919’da yayınladığı bildiride şöyle dile
getiriyordu: “Güzel
İzmir’imizi işgal eden Yunan canavarları, vilayetimizin içlerine
doğru ilerliyor. Ayak bastıkları her yerde hadsiz hesapsız
vahşet, tüyler ürperten alçaklıklar yapıyorlar, camilerimize
Yunan bayrağı asıyorlar... Biz bu hain düşmana karşı
ayaklandık. Bunları önce Menderes’ten bu tarafa geçirmemeye ve
sonra vilayetimizden temizlemeye karar verdik... Yarın Yunanlılar’ın
pis ve murdar ayakları altında inleye inleye ölmektense, bugün ya
mertçe ölmeye, ya da şerefle, namusla yaşamaya azmettik.”12
Denizliyi Isparta izler. Fatih
camisi hocalarından Hafız
İbrahim (Demiralay),
Ispartalı gönüllülerle bin kişilik Demiralay
Müfrezesi’ni oluşturur
ve başkanlığı altında kurduğu Isparta
Milli Müdafaa-i Vataniye
örgütünü, Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin
şubesi haline getirir. Yunan ilerleyişine karşı, örgütü adına
yayınladığı ve köylere dek tüm bölgeye yolladığı bildiride
şunları söyler: “Sefil
ve yolsuz Yunanlıların kirli ayakları altında ezilen aziz vatan
topraklarının, hayat ve namusları perişan edilen dindaşlarımızın
yardımına koşmak ve Ispartamızı koruyup savunmak için;
Allahını, Peygamberini, dinini, vatanını seven Müslümanlara;
canını, malını Allah adına feda etmek farz olmuştur...”13
Denizli ve Isparta’dan yükselen
ses, Yunan ordusunun girdiği her yerden yükselmeye başlar ve hemen
tüm Batı Anadolu’ya yayılır.
26-30 Temmuz 1919’da Birinci,
10 Ekim 1919’da İkinci
Balıkesir Kongresi
toplanır. Alaşehir, Soma, Salihli ve Uşak delegelerinin katıldığı
Alaşehir Kongresi,
16-25 Ağustos 1919’da yapılır.
Unutulan
Yıllar
Yunan
Ordusu’nun, 3,5 yıl boyunca Anadolu’da yerli Rumlarla birlikte
uyguladığı terör, yalnızca bugün değil, geçmişte de
yeterince açığa çıkarılmamış bir konudur; Batı kamuoyunda
bilinmediği gibi, terörün doğrudan hedefi olmuş Türkiye’de de
bilinmemektedir. İlginçtir ki, bugün konuşulan, Anadolu’yu
yangın yerine çeviren
Yunan vahşeti değil, Türklerin Batı Anadolu’da “Rum
soykırımı yaptığı” dır.
Güney Kıbrıs Cumhuriyeti Parlamentosu, 1922’de Rumların
Anadolu’dan çıkarıldıkları son gün olan 14 Eylül’ü, “Batı
Anadolu Rumları Soykırım Günü”
ilan etmiştir. Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros
Pangalos, 1997’de,
“hırsız, katil, ırza
geçen Türkler’le, müzakere yapmamız mümkün değildir”
diyebilmiştir.14
Megalo
İdea
Yunan
Ordusu tarafından İzmir’de başlatılan silahlı şiddet,
kendiliğinden ortaya çıkan anlık bir düşmanlık tepkisi değil;
her yönüyle düşünülmüş, amacı belli ve planlı bir göç
ettirme eylemiydi.
Anadolu’yu, Antik Çağ’dan beri mülkünün
bir parçası, Ege’yi bu mülkün
iç denizi gören ve Alman Profesör K.Kruger’in
“megalo manyak
emeller”15 dediği,
değişmez Grek anlayışına dayandırılmıştı.
Megalo İdea,
3 bin yıl sonra, şimdi gerçekleşecekti. Ruh bozukluğu yaratan bu
heyecanla saldırdılar. Subay ve erler yıllarca bu iş için
eğitilmişlerdi. Arkalarında İngiltere, yanlarında, yetmiş
yıldır toprak satınalarak buralara yerleşen işbirlikçi yerli
Rumlar vardı. Ordularının donanımı iyi, morali
yüksekti. Anadolu’ya
bir daha çıkmamak üzere, kesin biçimde yerleşmek için
geliyorlardı.
Belirlenen amacın doğal sonucu,
ele geçirilecek topraklarda yaşayanların yerlerinden çıkarılması,
yani göçe zorlanmasıydı. Böyle bir sonucu elde etmek için doğal
olarak kıyım, üstelik iyi tasarlanmış bir kıyım gerekliydi.
Engel tanımayan bir terör dalgasını, bağlarından boşanmış
bir yoketme isteğiyle gittikleri her yere yaydılar. Saldırdılar,
soydular, ırza geçip hakaret ettiler; yaktılar, yıktılar ve
öldürdüler. Kendilerini, topraklarına geri dönen yeni efendiler
olarak görüyorlardı. Müslüman halkı, terör yoluyla yaşadıkları
topraklardan kaçıracaklardı. Sistemli kıyımın nedeni buydu.
Berthe G.Gaulis
bu amacı şöyle özetlemişti: “Yunanlılar
için, öz unsurlarının yok edilmesi Anadolu’yu
sömürgeleştirmenin tek yoluydu. Bu nedenle yok etmeye yönelik
bütün çabaları; kutsal binaların, tarihi yerlerin, belediye
mülklerinin, kısacası, Türk milletinin yerinde kalmasını
sağlayan herşeyin yok edilmesinde toplanıyordu.”16
Yayılan
İşgal
Yunan
Ordusu, içine aldığı ya da milis olarak silahlandırdığı yerli
Rumlar’la birlikte, hızla İzmir’in çevresine yayıldı. Bir ay
içinde Urla (16 Mayıs), Çeşme (17 Mayıs), Menemen (21 Mayıs),
Manisa (26 Mayıs), Aydın (27 Mayıs), Tire (28 Mayıs), Ayvalık
(29 Mayıs), Ödemiş (1 Haziran), Akhisar (5 Haziran), Bergama (12
Haziran) ve Salihli’ye (23 Haziran) girdiler.
Daha sonra İzmit’ten Balıkesir,
Bursa, Uşak, Afyon ve Eskişehir’e, Ankara’nın dibindeki
Haymana Ovası’na dek, hemen tüm Batı Anadolu’yu ele
geçirdiler. Girdikleri her yerde, İngilizler’in bilgisi ve sessiz
onayıyla, dünya kamuoyundan ustaca gizlenen, sınırsız kıyım
uyguladılar.
Menemen
Menemen’de
korumasız halka yöneltilen saldırı, aralıksız üç gün sürdü.
Bu süre içinde üçyüz kişi öldürülmüş, tarlalarda ekin
kaldırmaya giden yedi yüz köylü, geri dönmemişti. Menemenli
tüccarların malları yağmalanmış, altınları alınmıştı.17
hemen her Müslüman aile bir ölü vermişti.
Fransız birliklerinden, 6.Demiryolu
İstihkam Bölüğü’nün Menemen istasyonunda görevli çavuş
Pichot,
Menemen’de olanları gördükten sonra, İzmir’deki yüzbaşısına
şu mektubu yazmıştı: “Burada
geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir yardımcım olmaması
nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlılar’ın olmadığı
bir yere atamanızı rica ederim. Burda hayat çekilmez bir hal aldı.
Gördüklerim ve duyduklarım nedeniyle, büyük bir nefret
duymaktayım. Dün Bergama’dan dönen Yunan askerleri, Gar
meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş
takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya
satıyorlar. Bunlar, İngiliz yetkililerin kendilerine rastladıkları
her Türk’ü öldürmelerini emrettiğini, bu yolla elde
ettikleriyle, Fransız askerlerini de giydirip kuşatıp
donatacaklarını, savaşı kazandıklarını, gerekirse Fransa’yla
bile savaşmaya hazır olduklarını övünerek söylüyorlardı.”18
Aydın
Yunan
kırımının boyutunu gösteren ikinci belge, Rahibe
Marie’ye aittir ve
Aydın’da yaşananları aktarır. Bölgede uzun yıllar misyoner
olarak çalışan ve olayları yakından izleyebilecekleri bir
konumda olan Rahibe Marie,
hazırladığı raporda şunları yazıyordu: “24
Haziran Salı. Öğleden sonra kentin güneyine giden Yunan birliği,
akşam saat 08:00’de Emineköy’ü ateşe verdikten sonra kente
döndüler. Askerler, tüfeklerinin ucundaki süngülere, yağmadan
ele geçirdikleri şeyleri takmışlardı. Yol kenarındaki
ırkdaşları onları, sanki dünyayı fetihten geliyorlarmış gibi
alkışlıyorlardı. 28 Haziran Cumartesi öyleye doğru silah
sesleri yeniden duyulmaya başladı. Türk mahallelerinden ateş
ediliyor, evler yanıyordu. Kaçmak isteyen Türkler, Yunan
askerlerince yanmakta olan evlere tıkıldı. Bir kısmı da,
süngülerin ucuyla dürtülerek kolay yağma yapmak için oradan
uzaklaştırıldı. Bunların çoğu öldürüldü. Akşam saat
06:00’da, bir Türk aile bize gelerek sığınmak istedi. Yangın
gece boyunca, Türk mahallelerinin tümüne yayılarak, bütün
korkunçluğuyla sürdü. Türkler sokak ortasında öldürülüyordu.”19
Söğüt,
Bilecik
Berthe
G.Gaulis, Ankara’ya
gelirken Söğüt ve Bilecik’te yaşananlardan çok etkilenmiş ve
gördüklerini kendine özgü anlatımıyla yazıya dökmüştür.
Yazdıkları, uygulanan kıyımı ve Türk insanının çektiği
acıları, gerçek boyutuyla aktaran saptamalar; tarihsel değeri
olan belgelerdir. Gaulis
gördüklerini şöyle aktarır: “Söğüt’e
doğru geliyoruz. İleri geçen Türk topçusu ile karşılaşıyoruz.
Malzeme ve yiyecek bulmanın korkunç sorunlarını yaşıyorlar.
Düşman köprüleri atmış, köyleri yakmış. Her yerde üstleri
hâlâ tüten kararmış taşlar. Yokedilmiş yuvalarının
yıkıntıları içindeki zavallı insanlar, ölü hayvanlarına,
harap olmuş meyvalıklarına, yakılmış tarlalarına bakıp
duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu’nun o muhteşem ilkbaharının
yeşillikleri içinde oluyor. Bölgenin en güzel kasabası Söğüt’te,
Ertuğrul Gazi’nin türbesine bekçilik eden bu ince kasabada,
yerel komutanın yanında duruyoruz. Eşraf
yanımıza
geliyor; ‘bunları
İngilizler istedi, Yunan İngiliz’in uşağıdır’
diyor... Ay ışığında, Söğüt, hâlâ kanayan yaralar üzerine
inen bir kasaba karartısından başka bir şey değil. 1054 haneden,
800’ü yakılmıştı. Camiler, okullar, dükkanlar, evler;
parçalanmış, dinamitle patlatılmış ve Alman pastilleriyle ateşe
verilmişti. Yıkıntılar altında kalan insan ölüleri, pis
kokularını belli etmeye
başlamıştı. İhtiyarlar bile öldürülmüş, kadınlara kızlara
tecavüz edilmişti.
Anadolu köylüsü,
insanların en sakini, en disiplinli olanı, en çalışkanı ve en
iyi askeridir. Seçtiği şefe her zaman en sadık adamdır... Ne
kadar çok görmüşümdür; bu insanlara her türlü maddi zarardan
bin kez daha acı veren şey; kadınlara, çocuklara yapılan tecavüz
ve kutsal yerlerin kirletilmesiydi. Yitirdikleri mallar için
söyleniyorlardı, ama bu tür iğrenç suçları asla
affetmiyorlardı. Böyle bir manzara karşısında yabancı tanık ne
yapabilir ki?...”20
İnsanlık
Sorunu
Anadolu’daki
Yunan kırımı, yakıp yıkma ve yok etmelerle birlikte, İzmir’in
kurtuluşuna dek 3,5 yıl sürdü. Bu süre içinde; öldürme,
yaralama, tecavüz ve yağma gibi suçların miktarı ve ne kadar
insan öldürüldüğü tam olarak bilinmemektedir. Bu ülkede
yaşayıp varsıllaşan, üstelik ülkenin asal unsuru Türklerden
bile ayrıcalıklı konumdaki insanların; uyruğu bulunduğu ülkeye
ve birlikte yaşadığı insanlara ihanet edip bu denli acımasızlıkla
saldırması, elbette bir insanlık sorunudur. Birçok kimse için,
anlaşılması zor bir acıklı durumdur (dramdır).
Doğuda Ermeniler, Batıda Rumlar,
girdikleri yerlerde uyguladıkları sistemli terörden başka,
çekilirken her yeri ve her şeyi yakıp yıktılar. Ülkenin Doğusu
ve Batısında, neredeyse oturacak ev, yaşayacak kent ya da köy
kalmamıştı. Erzurum, Ağrı, Kars ve çevreleri, Kocaeli, Bilecik,
Bursa, Balıkesir, Kütahya, Afyon, Uşak, Denizli, Manisa, İzmir,
ilçe ve köyleriyle yakılmış, büyük bölümü ağır hasar
görmüştü. 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen yakılmıştı.
Yakılan bina sayısı 114 408,hasar gören bina sayısı 404’dü.21
Mustafa Kemal-Bir İmparatorluğun
Ölümü adlı bir yapıtı
bulunan Fransız tarihçi Benoit
Méchin, Yunan Ordusu’nun
30 Ağustos 1922’den sonra İzmir’e doğru kaçarken yaptıkları
konusunda şunları yazar: “Yunanlılar,
Anadolu yaylasının taşlı ovaları arasında, arkalarında
olağanüstü miktarda savaş artığı bırakarak kaçtılar. Hem
kaçanlar hem de kovalayanlar, insanlar ve atlar, ölüler ya da
yaralılar, üstlerine yapışmış bir toz tabakasıyla örtülmüştü.
Sineklerin ve akbabaların yemi olan cesetler, cehennem gibi bir
sıcak altında çürüyorlardı. Kaçan Yunanlılar çocuk, kadın,
yaşlı gözetmeksizin önlerine çıkan bütün Türkleri
öldürüyordu. Kaçanlar, büyük bir Hıristiyan kalabalığına
dönüşmüş, köyleri yakıyor, su kuyularına zehir atıyordu...
Eskiden, Yunan işgalinden önce; tahıl ve meyvanın bol yetiştiği,
verimli otlaklar, bağlar ve sebze bahçeleriyle dolu Ege ovaları,
şimdi, acı veren bir boşluk haline gelmişti. Köyler, gözlere
yalnızca üzerinde duman tüten görüntüler sunuyordu. Yakılan
bağ ve bahçeler, korkunç biçimde parçalanmış cesetlerle
doluydu. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra ağaçlara çarmıha
gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına
çakılmıştı. Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de
yanmış insan cesetlerinin mide bulandırıcı kokusu geliyordu...”
22
DİPNOTLAR
- “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” Berthe Georges-Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.56-58
- a.g.e. sf.60
- “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İstanbul-1999, sf.60
- “Sancılı Yıllar:İzmir 1918-1922” Engin Berber, Ayraç Yay., 1997, sf.218
- a.g.e. sf.58-59
- “Tamu Yelleri”, Esat K.Ertur, T.T.K. Ankara-1994, sf.158
- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.19
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.18
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.23
- a.g.e. sf.25
- a.g.e. sf.27
- “Anadolu Inkılabı-Milli Mücadele Anıları”, Miralay Mehmet Arif Bey, Arba Yay., 2.Bas., sf.20
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, III.Cilt, İst. Mat.,-1974, sf.1012
- “Pangalos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı”, Cumhuriyet, 25.09.1997
- “Kemalist Türkiye ve Ortadoğu” K.Kruger, Altın Kit. Yay., 1981, sf.16
- “Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., 2001, sf.12
- “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçileri”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İst.-1999, sf.63
- a.g.e. sf.63-64
- a.g.e. sf.64-65
- “Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit.,2001, sf.10-14
- “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof.Dr.Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., No:1, sf.19
- “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Kit., Ank.-1997, sf.220-221
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder