Başarılı olabilmek için, “büyük
bir irade gücüne”,
nitelikli düşünsel donanım ve sınırsız bir yurt sevgisine
gereksinim vardı. Bu nitelikler ise, “doğal
sürükleyici bir güç”
olarak onun yaradılışında bulunuyordu. Aynı nitelikler, yoksul
ve eğitimsiz görünen Türk halkının doğal yapısında da vardı.
İnançlı bir yurtseverin yapması gerekeni yapacak; kendi gücünü,
kaynağı olan millet gücüyle birleştirerek, ülkesini kurtaracak
bir eyleme, ulusal bağımsızlık eylemine girişecekti. Bu girişim,
kendi adına bir şey istemeyen, “şan
ve şeref peşinde koşmayan”,
yalnızca “geleceğin
Türkiyesi üzerinde tasarladığı yapıcı düşüncelere”
yönelmiş olan bir yurtseverin tutkulu eylemiydi.
Direniş Örgütlemek
Mustafa
Kemal, 19 Mayıs’ta
geldiği Samsun’da altı gün kaldı ve 25 Mayıs 1919’da iç
kesimlere gitmek üzere buradan ayrıldı. Önemli bir Türk gücünün
bulunmadığı bu küçük kentte, her an denetim altındaydı.
İstihbarat subayları girişimlerini izliyor, yaptığı her işi
soruşturuyorlardı. Gönüllü ajanlar konumundaki yerli Rumlar,
gittiği yerleri, görüştüğü kişileri, hatta telefon
konuşmalarını bile İngilizler’e haber veriyordu. Kimi Türkler,
onunla karşılaşmaktan kaçınıyor, konuşmaktan çekiniyordu.1
Limanı olmayan bu kentte, sandallar onu ve karargahını karaya
çıkardığında, burada fazla kalmamaya zaten karar vermişti.
Anadolu yaylasının içlerine gidecek, ulusal direnişi oralarda
örgütleyecekti.
Otuz
sekiz yaşında, rütbelerini savaş alanlarında kazanmış genç
bir general, kendine ve halka güvenen bilinçli bir yurtsever ve
inanmış bir savaşçıydı. Kesin kararlıydı ve her şeyi göze
almıştı. “Türk
yurdunu” ya kurtaracak
ya da bu uğurda ölecekti.
Amacını
ve izleyeceği yolu genç yaşta belirlemişti. Subaylığa
başlarken, “benim;
amaçlarım, üstelik çok yüce amaçlarım var. Bunlar; makam elde
etmek, manevi zevklere erişmek ya da para kazanmak gibi şeyler
değildir. Amaçlarım gerçekleştiğinde, yurduma yararlı olmanın
mutluluğunu yaşayacağım. Hayatım boyunca tek ilkem, bu ülkü
olacaktır. Yürüyeceğim yolu, çok genç yaşta seçtim, ama son
nefesime kadar bu yoldan ayrılmayacağım”
demiş2
ve o güne dek bu söze sadık kalmıştı.
Dağılmayla
karşı karşıya kalan Türkiye’nin, şimdi her zamankinden çok
ona gereksinim duyduğunu düşünüyor, kendine verdiği söz
yolunda harekete geçiyordu.
Savaş
sanatında, dost-düşman
herkesin saygı duyduğu usta bir kuramcı, güvenilir bir
uygulamacıydı. Ancak, aynı zamanda saygı uyandıran bir halk
önderi, dengeli bir yönetim adamı ve nitelikli bir aydındı. Türk
tarihini ve bu tarihin Türk halkında yarattığı bağımsızlıkçı
birikimi biliyor, tümüyle bu birikime güveniyordu.
Şimdi,
tutkuyla bağlı olduğu ve sevgisine her zaman karşılık bulduğu
halka gidiyor, kurtuluşu sağlayacak tek güç olan millete
başvuruyordu. “Bütün
ulusları tanıyorum. Onları, bir milletin karakterinin bütün
çıplaklığıyla ortaya çıktığı anda, savaş alanında ve ateş
altında, ölümün eşiğindeyken inceledim. Türk milletinin manevi
gücü, yemin ederim ki bütün dünyanınkinden daha üstündür”
diyor3,
varlığını ve umutlarını bütünleştirdiği bu “üstün
gücü” harekete
geçirmeye gidiyordu.
Yüksek
Nitelik
Ülkeyi
ve halkı tanıdığı gibi, dünyayı ve dünya olaylarını da
doğru kavrıyordu. Kültürel gelişkinliğe bağlı yorum ustalığı;
yönünü, geçeceği yolları ve olası gelişmeleri, önceden
biliyormuşçasına
görmesini sağlıyordu. Dostlarının olduğu kadar düşmanlarının
da adeta “ruhunu okuyan”
ve bilinçle irdelenmiş deneyimlere dayanan bir sezgi gücüne,
sıradışı bir öngörü yeteneğine sahipti.
Her
zaman dengeli bir gerçekçilik içindeydi. Uygulama olasılığı
olmayan istemlere, aşırı yönelmelere asla izin vermiyordu.
Düşüncelerini açıklamada acele etmiyor; zamanı, koşulları ve
ilişkiler düzenini dikkate alarak, neyi ne zaman yapacağını
bilmenin yarattığı, ölçülü bir sabırla hareket ediyordu.
Nesneldi ve “toplumu
kendi düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım
his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim.
Allah beni böyle bir hatadan korusun”4
diyecek kadar düşünsel olgunluğa erişmişti.
Savaşın
kazanılması için, silahın şart, ancak yetmez olduğunu biliyor,
gerçek zaferin düşünce birliğine ulaşmış insanlarla
kazanılacağına inanıyordu. Düşünce birliği ise ona göre
ancak; eğitimle sağlanan özgür düşünce ve örgütlü
birlikteliklerle sağlanabilirdi. Yüzyılların tutucu geleneklerini
yaşayan, geri ve eğitimsiz bir toplumda bunu başarmak, birçok
insan için, çok güç, belki de olanaksız gibi görünüyordu.
Başarılı
olabilmek için, “büyük
bir irade gücüne”,
nitelikli düşünsel donanım ve sınırsız bir yurt sevgisine
gereksinim vardı. Bu nitelikler ise, “doğal
sürükleyici bir güç”
olarak onun yaradılışında bulunuyordu. Aynı nitelikler, yoksul
ve eğitimsiz görünen Türk halkının doğal yapısında da vardı.
İnançlı bir yurtseverin yapması gerekeni yapacak; kendi gücünü,
kaynağı olan millet gücüyle birleştirerek, ülkesini kurtaracak
bir eyleme, ulusal bağımsızlık eylemine girişecekti. Bu girişim,
kendi adına bir şey istemeyen, “şan
ve şeref peşinde koşmayan”,
yalnızca “geleceğin
Türkiyesi üzerinde tasarladığı yapıcı düşüncelere”5
yönelmiş olan bir yurtseverin tutkulu eylemiydi.
İnanç
Sağlamlığı, Kararlılık
“Bütün
yurdun ve koskoca bir ulusun ölüm kalımı söz konusuyken,
vatanseverim diyenlerin kendi geleceklerini düşünmelerine yer var
mıdır” diyor6,
arkadaşlarına izleyeceği ve onların da izlemesini istediği yol
konusunda şunları söylüyordu: “Hiçbir
zaman baş eğmeyeceğiz. Tuttuğumuz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz.
Hiçbir şartta teslim olmayacağız ve başarılı olmaya
çalışacağız. Yerli ya da yabancı düşman karşısında
haklarımızı savunacağız. Son vardığımız sınırda, eğer
yenme umudumuz kalmamışsa, bir Türk bayrağının altına sığınıp,
orada istiklâl uğrunda can vereceğiz.”7
Çevresine
yalnızca sözleriyle değil, tutum ve davranışlarıyla da örnek
oluyordu. Ulusal eyleme katılması için kimseyi zorlamıyor,
herkesin özgürce karar vermesini istiyordu. Ona göre, amaç
yönünde karşılaşılacak güçlükler, ancak gönüllü
katılımların çıkarsız dayanışmasıyla aşılabilirdi. Çatışma
ve tehlike dolu bu yola girmek isteyenler, sonuçlarına katlanmaya
hazır olmalı, gerektiğinde ölümü göze almalıydılar.
Telgraf
ve Vahdettin
II.Abdülhamit
döneminde başlanan, İttihat ve Terakki hükümetlerince
geliştirilen ve o dönem için “mükemmel”
sayılabilecek telgraf sistemi çok işine yaradı. Sistemi derhal
denetim altına alarak, askeri ve sivil yöneticilerle ilişki kurdu.
Her yerde işgal karşıtı kitle gösterileri düzenletti. Yabancı
devlet temsilcilerine, Babıâli’ye,
yapılanları kınayan telgraflar göndertti. Müdafaai
Hukuk örgütleriyle
ilişki kurdu, birbirleriyle ilişki kurmalarını sağladı.
“Kendisine verilen emre
uyarak” direniş
örgütlerini dağıtması gerekirken “yenilerini
kurmaya koyuldu.”8
Vahdettin,
Mustafa Kemal’in
Doğudaki eylemlerinin gerçek niteliğini anlayınca, “tam
bir sinir krizi geçirdi”9 İstanbul’dan
ayrılacağı gün aldığı ihbar, şimdi üstelik hiç beklemediği
bir yaygınlıkla gerçekleşiyordu. Halkın direncini kırmak için
gönderdiği, buyruğu altındaki bir asker, bunu yapmak yerine,
onların başına geçerek herkesi direnişe çağırıyordu.
Bu
“çılgın”
girişim İngilizleri kızdıracak, “İmparatorluğu
parçalayacaklardı”.
Sadrazam damadı Ferit’den,
“öfkeden titreyen
sesiyle”, Mustafa
Kemal’in görevine son
verilip derhal İstanbul’a çağrılmasını istedi. Samsun’a
çıkışından yalnızca 20 gün sonra, 8 Haziran 1919’da geri
çağrıldığında, İstanbul’a şu yanıtı verdi : “Millet
tam bağımsızlığını elde edene dek Anadolu’da kalacağım.”10
Halka
Ulaşma
Samsun’dan
Ankara’ya dek, altı ay boyunca dolaştığı Anadolu’da;
yalnızca kongreler, bildiri ve yönergeler, telgraf yazışmaları
ve örgütlenme işleriyle uğraşmadı. Köyleri, kasabaları, kent
merkezlerini, mahalle ve mezraları dolaştı. Ev, okul, kahve, kışla
ve devlet binalarında; köylüler, öğretmenler, din adamları,
gençler ve subaylarla görüştü. Ülkenin geleceğinden kaygı
duyan, ancak ne yapması gerektiğini bilmeyen insanlara umut ve güç
verdi.
Halkı
etkiliyor
ve ondan etkileniyordu.
Toplumsal yapıya biçim veren özdeğerlere dayandığı için halk
onu anlıyor ve çağrısına katılıyordu. Türk halkının en
yoksul döneminde bile yok olmayan yurda bağlılık tutkusu,
inancını pekiştiriyor, kararlılığını arttırarak direnme
gücünü yükseltiyordu.
Erzurum’a
giderken karşılaşıp görüştüğü yaşlı bir köylünün
sözleri, Türk halkının yurduna bağlılığını gösteren
örneklerden biridir. Mustafa
Kemal’in hatır sorup
konuştuğu, “Doğu
mitolojisindeki yarıtanrı”
görünümündeki; “sıkıntılara
teslim olmamış, beli bükülmemiş, uzun aksakallı bu dev
ihtiyar!”11,
Adana’da işlerinin iyi olmasına karşın ailesiyle birlikte
memleketi olan Erzurum’a geri dönmektedir. Dönüş nedeni
sorulduğunda: “Son
günlerde duydum ki, İstanbul’daki ırzı kırıklar, bizim
Erzurum’u Ermeniler’e verecekmiş. Durumu görmeye geldim. Bu
namertler kimin malını kime veriyorlar?” der.12
Ş.S.Aydemir,
Tek Adam
adlı yapıtında, bu olayla ilgili olarak şunları aktarır:
“Gördüğü kimi
tükenmişliklerden sonra bu yenilmemiş insan, Mustafa Kemal’in
ruhunda ıssız yolların kasvetini, bozkır içindeki insansızlığın
uyandırdığı sıkıntılı tasayı dağıtmıştır. Halk yoksul
ve perişandır, ama hamurunda eğer bu yaşlı insanın kanı
kaynarsa?... Mustafa Kemal’in yüzünde başka anlamlar belirir.
Kalkar karşısındakiyle vedalaşır. Çevresindekilere döner ve
‘bu milletle neler yapılmaz’ der.”13
Yunan
İşgali, Ermeni Cumhuriyeti
Kişisel
hazırlığının yanı sıra, o aşamada amacına hizmet eden iki
somut gelişmeyle işe başladı. İtilaf
Devletleri’nin
desteğinde Yunanlılar’ın İzmir’i işgal etmesi ve
İngilizlerin Kafkaslar’da, sınırları Türk topraklarına taşan
bir Ermeni Cumhuriyeti kurması. Bu iki gelişme, Türk halkında
uyarıcı etki yaptı ve büyük bir tepkiye neden oldu. Batıdaki
Yunan katliamı ve Doğudaki Ermeni saldırganlığı öğrenildikçe
tepkiler arttı, devreye Mustafa
Kemal girince öfke
örgütlenmeye yöneldi.
Ayrıca
O, gittiği her yerde; milli duygularda yükseliş, devrimci bir
direnme ruhu yaratıyordu. İzmir’den, kışlalarında öldürülen
savunmasız subayların, yakılan köylerin ve toplu öldürmelerin
haberleri geliyordu. Devlet kurmaya yönelen Ermeniler’in,
şımartılmış Pontus’lu Rumların eylemleri yayılıyordu.
Türk
halkı yüzlerce değil, belki de binlerce yıl hiç görmediği bir
aşağılanmayla karşı karşıyaydı. “Bellerine
fişekler dolamış, kara giysileriyle Rum çeteciler”14,
Kocaeli’nden Hopa’ya dek yol kesiyor, Müslüman köylere
saldırıyor, “Türk
öldürmeyi” övünç
nedeni sayıyorlardı. Silahsızlandırılmış Türkler’in elinden
bir şey gelmiyordu; “çünkü
İngilizler, ‘karışıklıkların’ nedeni sayarak Türkler’in
silahlarına el koymuş, Rumlar’ın silahlarına dokunmamıştı.”15
Genç
Subaylar Öncü
Çağrısına
ilk karşılık verenler, ordu mensupları ve terhis edilmiş rütbeli
subaylar, özellikle genç subaylar oldu. Kendisi Osmanlı Ordusu’nun
en genç generaliydi, ona katılan subaylar da öyleydi. Padişaha
bağlı kalan rütbeli subayların yaş ortalaması 58’ken, ona
katılanlarınki 38’di.16
Subaylar,
sayıları giderek artan gönüllüleri de beraberlerinde getirdiler.
Onu dinleyen ya da giriştiği işi duyan yoksul ve yorgun köylüler,
yavaş yavaş uyanmaya, ününü Çanakkale
ve Bitlis Savaşları’ndan duydukları bu
genç paşanın peşinden gitmeye başladılar.
“Yaman
komutandır; sert muharebe eder; üzerine atıldığı düşmanı
kırmadan bırakmaz”
sözü17,
Anadolu’nun hemen her köyünde gizemli bir söylence gibi dilden
dile dolaşıyordu. Şimdi, onu dinledikçe, ezilmişliklerini
ve ölgün durumdaki
kızgınlıklarını,
direnme duygusuna dönüştürüyorlardı. “Adeta
yaşama geri dönmüşlerdi. Bütün köylerde parlayan nefret ateşi,
halkı yeni bir enerjiyle harekete geçirdi.”18
Halkı
uyandırmakla kalmadı, onların mücadele isteklerini
derinleştirerek daha fazla köyü harekete geçirmeleri için
kendine bağlı subayları çevreye gönderdi.19
Tümen ve kolordu komutanlarını, askerlik dairesi başkanlarını,
halkın örgütlenmesinde görev almaya çağırdı.
24
Kasım 1919’da, komutanlara ve Müdafaa-i
Hukuk’un örgüt
birimlerine çektiği telgrafta, “milli
örgütün mahalle ve köylere dek yayılmasını”
istedi ve şunları söyledi: “Yaşamsal
önemdeki bu soruna acele çözüm bulmak, vatanın geleceğiyle
milli örgütü sağlam esaslara dayandırmak için, kolordu ve tümen
komutanlarının ve askerlik dairesi başkanlarının bu mukaddes
görevle doğrudan ilgilenmeleri;
bu
yolda ilişkide oldukları örgüt başkanları ve mülkiye
memurlarının vatansever yardımlarından azami yararlanma gereği
karar altına alınmıştır.”20
Yurtseverleri,
ulusal direniş temelinde birbirine bağlayan başlıca halka, başta
komutanları olmak üzere, kendisine tutkuyla bağlı askeri
birliklerdi. Bunlar kendi bölgelerinde, askerlik görevleri yanında
halka siyasi önderlik de yapıyordu. Kararlarını, bildirim ve
buyruklarını, genelgelerini halka onlar yayıyordu. Öğretmenler,
doktorlar, gazeteciler, esnaf ve tüccarlar, ona bağlı askerlerin
çevresinde toplanıyordu. Subaylar arasında ünü ve saygınlığı
çok yüksekti. O, subaylarına, subayları da ona güveniyordu.
Örgütlenme, haberalma ve halkla ilişki gibi önemli konularda
subayları görevlendiriyor onların yaptığı çalışmalara güven
duyuyordu.21
Havza
Çalışmaları
Havza’ya geldiğinde (25
Mayıs 1919) Rum teröründen yılmış, çaresiz insanlarla
karşılaşmıştı. Bir yandan kaplıcalarda böbrek sancılarını
dindirmeye çalıştı22,
diğer yandan halkla toplantılar yaptı. Çanakkale
kahramanı Kemal
Paşa’nın, Havza’ya
geldiğini duyan civar köylüleri ilçeye akın ediyordu. Eşrafı
ve köy temsilcilerini karargahına topladı. “Düşmanın
hedefi bizi öldürmek değil, bizi diri diri mezara gömmektir.
Şimdi çukurun tam kenarında bulunuyoruz. Ancak son bir gayretle
toparlanırsak, kendimizi kurtarmamız mümkündür”23
diyerek onları birlik olmaya çağırdı.
İlçe
halkı, iki ayrı toplantı sonunda direniş konusunda görüş
birliğine vardı ve Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti Havza Şubesi
kuruldu. Havza Camisinde, “İzmir
şehitlerinin ruhuna”
mevlüt okundu. Çevre köylerden gelenlerle birlikte büyük bir
kalabalığın katıldığı mevlüt, bölgede dayanışma
duygularını yükselten kitlesel bir eyleme dönüştü; ulusal
direniş için hareket ettirici manevi bir güç yarattı... Kurmay
Kurulu içinde onunla Samsun’a çıkan Binbaşı Hüsrev
Gerede, o günü
anılarında şöyle anlatır: “Namazdan
sonra Havza Camisi’nde İzmir şehitlerinin ruhlarına mevlüt
okuttuk... Duada halkın can ve yürekten amin deyişleri; İzmir
olaylarını, şehit arkadaşlarımızı, ulusça düştüğümüz
ölümcül günleri gözler önüne seriyordu. Dünya savaşındaki
kahramanlıkların ve akıtılan kanların boşa gidişi,
istiklalimizin tehlikede oluşu; acı çeken her yüreğin iç
parçalayıcı seslerle, ulusun kurtuluşunu isteyen ‘amin’
nidalarını çıkarmasına yol açıyordu. Kalplerdeki üzüntünün
dışa vurumu olan sıcak gözyaşları, matem yüklü gözlerden iki
sıra halinde akıyordu...”24
İlçe
meydanında yapılan mitinge kendisi katılmadı, karargah olarak
kullandığı evin penceresinden izledi. Konuşmacılar, yurdun
tehlikede olduğunu, “düşman
çizmesi altında çiğnenmek istenmiyorsa”,
bütün Müslümanların silaha sarılması gerektiğini söylüyordu.
Topluca mücadele yemini edildi. Önderini bulduğuna inanan Havza
halkı, anlamlı bir eylem içine girmiş, ilerki aylarda ülkenin
değişik yerlerinde kurulacak direniş örgütlerine öncülük
etmişti; kendi yöresine olduğu kadar, kurtuluş önderlerine de
güç ve güven vermişti.
Havza
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
ilk eylemini kuruluşundan birkaç gün sonra gerçekleştirdi.
Doğudaki Türk birliklerinden alınan silahları, hayvan sırtında
Samsun’a götüren bir İngiliz konvoyuna saldırıldı, on bin
tüfek mekanizması
ve çok sayıda hayvan ele geçirildi. “İngilizleri
gülünç duruma düşüren”
Havza çevresi “gerilla
gurubu”, silahları
ustalıkla gizlenmiş yerlerde saklarken, hayvanları “direniş
hareketine para sağlamak için”
sattı.25
Amasya
Havza’da
18 gün kaldıktan sonra, 12 Haziran 1919’da Amasya
’ya geldi. Havza’daki söz ve
davranışları, burada da duyulmuş ve milli mücadeleye yönelen
bir hareketlilik başlamıştı. Kimi gönüllü kişiler, “bir
papazın emrinde Müslüman köylere saldıran Rum çetecilere karşı”26
savaşmak için, saygın bir din adamı olan Abdurrahman
Kamil Efendi’nin
çevresinde birleşmeye başlamışlardı.
Onun
gelişi nedeniyle Sultan Beyazıt Camisi önünde büyük bir kitle
toplandı. Önce Kamil
Efendi konuştu ve
“Milletin istiklali
tehlikededir. Bu felaketten kurtulmak için vatanın son ferdine
kadar ölmeyi göze almak gerekir. Padişahın bir hikmeti
kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi halkın hakimiyetini doğrudan
doğruya ele almasıdır”
dedi.27
Ardından,
o söz aldı. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ilk kez bu denli
büyük bir kalabalık önünde konuştu. Direniş konusundaki
düşüncelerini en açık biçimde açıkladı ve halkı açıktan
silahlanmaya çağırdı. Söylediği sözler, padişahın “düzeni
sağlamak için gönderdiği”
bir generalin değil, ulusal bağımsızlık ve özgürlük için her
şeyi göze almış devrimci bir halk önderinin sözleriydi. İşgal
güçlerine, işbirlikçilere ve Türkiye’yi paylaşmaya çalışan
herkese meydan okuyor, halkı ayaklanmaya çağırıyordu.
Milli
direniş hareketinin üç ayrı cephede; Batıda Yunanlılara,
Güneyde Fransızlar’a, Doğuda Ermeniler’e karşı
başlamış olduğunu bildirdi ve Amasya halkına şunları söyledi:
“Amasyalılar. Daha ne
bekliyorsunuz? Düşman’ın Samsun’dan yapacağı herhangi bir
çıkartma hareketine karşı, ayaklarımıza çarıklarımızı
giyecek, dağlara çekileceğiz; vatanımızı en son taşına kadar
müdafaa edeceğiz. Eğer Tanrının iradesi bizim yenilmemizi uygun
görmüşse, yapacağımız şey evimizi, barkımızı ateşe vererek
yurdu harabeye çevirerek ıssız bir çöle çekilmektir. Bunu
yapmaya hepimiz yemin etmeliyiz.”28
Amasya’dan
25/26 Haziran gecesi, “sabah
karanlığında ve kimseye haber vermeden”29
Sivas’a hareket etti. 26 Haziran’da Tokat’a uğradı. Her yerde
olduğu gibi önce telgrafhaneye el koydu ve diğer bölgelerle hiç
ara vermediği telgraf iletişimini sürdürdü. Konya’da 2.Ordu
Müfettişliğine, Erzurum 15.Kolordu Komutanlığı’na,
vilayetlere ve mutasarrıflıklara yazılar gönderdi. Erzurum
Valiliğine gönderdiği telgrafla, “bölgedeki
Hıristiyan unsurların Müslümanlara karşı siyaseten
uyguladıkları her türlü zulüm ve yolsuzluğa ait olayların açık
olarak bildirilmesini”
istedi.30
Bir gün kaldığı Tokat’ta akşam kentin ileri gelenleriyle
toplantı düzenledi. Toplantıda görüşlerini ve edindiği son
bilgileri aktaran bir konuşma yaptı. Tokatlıları milli mücadeleye
çağırarak; “Savaşmak
için topumuz, tüfeğimiz olmayabilir. Bu durumda dişimiz ve
tırnağımızla dövüşeceğiz”
dedi.31
Amasya
Genelgesi (Tamimi)
Samsun’dan
Amasya’ya dek geçen bir ay içindeki çalışmalarıyla, giriştiği
eylemin amaç ve niteliğini ortaya koymuştu. Ancak, eylemin,
“kişisellikten
çıkarılarak bütün ulusun birlik ve
dayanışmasını
sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması”32
gerekiyordu. Dile getirdiği görüşlerini; öz olarak koruyup bir
genelge haline getirdi ve yanındaki komutanlara da imzalatarak
ülkenin her yanına, asker ve sivil yöneticilere gönderdi.
“Türkiye’nin
Bağımsızlık Bildirisi”33,
ünlü Amasya Genelgesi
böyle ortaya çıktı. “Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nın ilanı”34
anlamına gelen bu genelge, aynı zamanda “Kemalist
Devrimin doğuş bildirisiydi”.35
Amasya
Genelgesi için Nutuk
’ta “18
Haziran 1919 günü Trakya’ya verdiğim direktifte işaret ettiğim
bir noktanın uygulama zamanı gelmiş bulunuyordu. Hatırınızdadır
ki bu nokta, Anadolu ve Rumeli ulusal örgütlerini birleştirmek,
bunları bir merkezden yönetmek ve adlarına iş görmek üzere,
Sivas’ta genel bir ulusal kongre toplamaktı. Bu amaçla emir
subayım Cevat Abbas Bey’e 21/22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da
söyleyip yazdırdığım genelgenin başlıca noktaları şunlardı”
der ve genelgeyi Nutuk ’un
26 sıra numaralı belgesi olarak açıklar.36
Nutuk
’ta, sekiz madde haline
getirilerek özetlenen Amasya
Genelgesi; ülkenin ve
ulus varlığının tehlikede olduğunu, buna karşın İstanbul
Hükümeti’nin üzerine düşeni yapmadığını belirtir ve
“milletin istiklalini
yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”
diyerek, ulusu örgütlenmeye çağırır; Erzurum ve Sivas’ta
yapılacak kongrelere delegeler seçilmesini ve gönderilmesini
ister. Amasya
Genelgesi’nde şöyle
söylenir: “Vatanın
bütünlüğü ve milletin istiklali tehlikededir. İstanbul
Hükümeti, üzerindeki sorumluluğun gereklerini yerine
getirmemektedir. Bu durum, milletimizin adı var kendi yok gibi
görünmesine yol açmaktadır. Milletin istiklalini, yine milletin
azim ve kararı kurtaracaktır... Milletin içinde bulunduğu durumu
göz önüne alıp haklarını dünyaya duyurmak için, her türlü
etki ve denetimden uzak bir milli kurulun yaratılması
gerekmektedir... Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan
Sivas’ta, milli bir kongrenin süratle toplanması
kararlaştırılmıştır... Bunun için bütün illerin her
sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin,
olabildiğince çabuk yetişmek üzere, hemen yola çıkarılması
gerekmektedir. Her olasılığa karşı, bu iş ‘milli bir sır’
gibi tutulmalı ve delegeler, gereken yere kimliklerini gizleyerek
gelmelidirler... Doğu illeri adına 23 Temmuz’da, Erzurum’da
bir kongre toplanacaktır. O güne kadar öteki il delegeleri de
Sivas’a ulaşabilirlerse, Erzurum kongresinin üyeleri de Sivas’ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola
çıkacaklardır.”37
İstanbul’un
Telaşı
İstanbul
Hükümeti, 8 Haziran’da başlattığı geri dön buyruklarını,
Amasya Genelgesi’nden
sonra sıklaştırarak yineledi. Dahiliye Vekili Ali
Kemal, Bakanlar
Kurulundan, Mustafa
Kemal’i görevden
uzaklaştırma yetkisini almış ve 24 Haziran’da, yani onun
Amasya’dan ayrılmasından iki gün önce, tüm illere bir yönerge
göndermişti. Yönergede, “iyi
bir asker olmasına karşın”
Mustafa Kemal’in,
“zamanın siyasetini
bilmediği için yeni görevinde başarılı olamadığı, İngiltere
’nin ısrarıyla
görevinden alındığı
ve yaptığı yanlışların açık olarak ortaya çıktığı”
ileri sürülüyor ve şöyle söyleniyordu: “İpsiz-sapsız
ve zaten kanunen takip edilen bazı heyetler için
(Müdafaa-i Hukuk ve Kuvayı Milliye örgütleri kastediliyor y.n.)
sağa-sola telgraflar
çekti. Artık, o zatın görevinden alınmış bir kişi olduğunu
biliniz. Hiçbir isteğini yapmayınız. Hükümet işlerine
karıştırmayınız. Kendisini yakalamaya ve tutuklamaya
muktedirseniz, derhal tutuklayıp gönderiniz.”38
Gücünü
ve varlık nedenini yitirmiş bir hükümetin İstanbul’dan
gönderdiği buyruklar, doğal bir sonuç olarak, kağıt üzerinde
kaldı. Haklı olmanın ve ulusa dayanmanın verdiği güç, halkın
desteğiyle birleşince, onu geri dönüşe zorlamak ya da
tutuklamak, olanaksız duruma gelmişti.
Ayrıca,
askeri güç olanaklarının yetersizliğine karşın, önlem almada,
karşı önlem geliştirmede çok ustadır. Tokat’tan Erzurum’a
gitmek için Sivas’a uğradığında (27 Haziran 1919) Ali
Kemal’in yönergesinden
henüz haberi yoktu. Ancak, önlemini almış ve geleceğini bildiren
telgrafını, yola çıktıktan 6 saat sonra çektirmişti. Sivas
Valisi Reşit Paşa
telgrafı aldığında; O, Sivas’ın birkaç kilometre yakınındaki
Nümune Çiftliği’ne
gelmiş bulunuyordu.
Padişah’ın
Mustafa Kemal’i
tutuklamak için özel yetkilerle Elazığ Valisi yaptığı Ali
Galip Sivas’tadır ve
valinin yanında alınması gereken “tutuklama
önlemlerini”
konuşmaktadır. Reşit
Paşa, telgrafı gösterir
ve “işte geliyor, buyur
tevkif et” der. Ali
Galip “sapsarı
kesilir” ve ne
diyeceğini şaşırır. En doğru sözü gene Sivas Valisi söyler
ve “madem ki tevkif
edemiyoruz, öyleyse buyrun karşılamaya çıkalım” der.39
Nümune
Çiftliği’nde Valiyi beklerken yanında karargah subaylarından
başka, herhangi bir askeri güç yoktur. Ancak, geleceğini henüz
duymuş olan Sivas halkı; çocuk, öğrenci, esnaf ve memuruyla
geçeceği yolu doldurmuş, ülkeyi kurtarmak için direnişe geçen
“Çanakkale Kahramanını”
karşılamaya çıkmıştır.
Karşılayanlar
içinde, Arıburnu ya
da Anafartalar’da onun
komutası altında
çarpışmış erler, onbaşılar, çavuşlar, yedek ya da muvazzaf
subaylar ve aileleri vardır. Mustafa
Kemal’i karşılarında
görünce coşkulu bir heyecana kapılarak gözyaşlarını
tutamamışlar, bütün Sivaslıları da duygulandırmışlardır.
Şevket Süreyya Aydemir, o
günü, Tek Adam
adlı yapıtında şöyle anlatır: “Mustafa
Kemal’i karşılarında gördüklerinde
Sivaslılar;
özgürlüğüne kavuşmuş tutsaklar, gençliğini duyumsayan
tükenmişler ya da aniden iyileşen hastalar gibiydi. O gün, Sivas’ın havasını birden; ümit, şenlik ve halkın kendine gelişinin
rüzgarı sardı. Halk sanki o gün orada, egemenliğine yeniden
kavuştu. İstanbul, ilk kez o gün Sivas’ta yenildi. İstanbul
Hükümetinin Nazır emri, ilk kez o gün orada yırtıldı.”40
Mustafa
Kemal’i yenilmez kılan,
Sivaslılar’ın davranışında somutlaşan halk desteği ve bu
desteğin yarattığı büyük manevi güçtü.
DİPNOTLAR
- “Bozkurt”, H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.88-89
- “Atatürk”, Paraşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.71
- “Bozkurt”, H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.239
- “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan, 1982, Türk Tarih Kurumu Yay.
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.202
- “Nutuk” M. K. Atatürk, I.Cilt, T. Dil Kur. Bas., 4.Bas., 1999, sf.95
- “Atatürk’ten Hatıralar”, Celal Bayar, sf.28-29; ak. Ş.S.Aydemir, “Tek Adam” II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.297
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.204
- “Mustafa Kemal” B. Méchin, Bilgi Yay., Ankara-1997, sf.170
- a.g.e. sf.170
- “Tek Adam” Ş. S. Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.88
- a.g.e. sf.88
- a.g.e. sf.89
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.206
- a.g.e. sf.206
- “Milli Mücadelede İttihatçılık”, E.J.Zürcher, Bağlam Yay., 2.Bas., İst.-1995, sf.142
- “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber”, M. M. Kansu, I.Cilt, Türk Tarih Kur. Yay., 3.Bas., Ank.-1988, sf.25
- “Bozkurt”, H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.92
- a.g.e. sf.92
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay., Ank., sf.121
- “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” S.İ.Aralov, Birey ve Toplum Yay., 2.Bas., İst.-1985, sf.65
- “Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in Doğuşu” Dietrich Gronon, Altın Kitaplar Yay., 2.Bas., İst.-1994, sf.150
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.206
- “Hüsrev Gerede’nin Anıları” Hazırlayan Sami Önal, Literatür Yay., İst.-2002, sf.31
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.207
- a.g.e. sf.209
- “Tek Adam” Ş. S. Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.38
- a.g.e.sf. 37 ve “Atatürk” L.Kinross, Altın K. Yay., 12.B., İst-1994, sf.209
- “Nutuk”, M. K. Atatürk, I.Cilt, T. Tar. Kur. Bas., 4.Bas., Ank.-1989, sf.55
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U.Kocatürk, T İş Ban.Yay., Ank., sf.92
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.211
- “Nutuk”, M. K. Atatürk, I.Cilt, T. T. K. Bas., 4.Bas., Ank.-1989, sf.41
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.210
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, I.Cilt, sf.487
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.210
- “Nutuk”, M. K. Atatürk, I.Cilt, T. T K. Bas., 4.Bas., Ank.-1989, sf.43
- a.g.e. sf.43
- “Tek Adam” Ş. S. Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.44
- a.g.e. sf.47
- a.g.e. sf.49-50
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder