“Türk
tarihi üzerine yazı yazanların çoğu, böyle bir işi yapabilmek
için varolan kaynaklardan habersiz kişilerdi ve bunlar genel bir
önyargıya bağlıydılar. Ancak, Harold Bowen’in belirttiği
gibi, Türkiye ve Türkler, kendileri üzerine bilimsel çalışma
yapanlar üzerinde, tutkulu duygular uyandırıyordu. Bunlar, ‘Türk
acımasızlığı’ gibi yalanlara tepki duyuyor ‘Türk
muhteşemliği, inceliği ve çekiciliğinin’ etkisine
giriyorlardı.”
Zeine N.Zaine
Tarihe Karşı Sorumluluk
Tarihte
hiçbir toplum, Türkler kadar dünyaya açılıp geniş alanlara
yayılmadı; hiçbir toplum kendisini ve ilişki kurduğu
toplulukları Türkler kadar değiştirmedi; hiçbir toplum tarihin
akışı üzerinde Türkler kadar etkili olmadı; dönemine ve
geleceğe yön vermedi.
Türkler,
tarihin hemen her aşamasında ve çok uzun dönemler boyunca,
sıradışı bir devingenlik içinde oldular; çok uzak yerlere
gittiler, gittikleri yerleri etkilediler
ve o yerlerden etkilendiler.
Uygarlıklar
içinde eriyerek
ya da onları kendi içinde eriterek,
yeni ve ileri birliktelikler, kaynaşmalar yarattılar; tarihin
akışına yön veren devrimci dönüşümlere neden oldular.
İnsanlık tarihinin hemen her döneminde var oldular, tarihle
bütünleştiler. Bütünleşme o denli karmaşık ve yoğundu ki,
Alman bilim adamı Prof.Fritz
Neumark’ın
söylemiyle; “içinden
çıkarıldıklarında ortada tarih diye bir şey kalmaz”
duruma geldiler.1
Yok
Saymak
Türkler’in
tarihe yaptığı etki ne denli açık bir gerçekse, bu etkinin yok
sayılmak istenmesi de o denli açık bir gerçektir. Tarih biliminin
bugün erişmiş olduğu düzey düşünüldüğünde, birbiriyle
çelişen bilim dışı bu karşıtlığın nedeni, bilgi yoksunluğu
ya da araştırma eksikliğiyle açıklanamaz.
Tarihi,
ekonomik-politik çıkarın aracı durumuna getirerek bu yönde
kullanmanın bilimsel bir yanı olamaz. Ancak, bu uygulama, geçmişin
sömürgeci bugünün küresel politikalarının temelinde yer
almaktadır.
Ulus
karşıtlığının güncel politika durumuna getirilmesi yerelleşmeyi, yerelleşme de ulusal ayrışmayı gerekli kılmaktadır.
Bu gerekliliğe hizmet edecek ideolojik çıkış, elbette tarihin
çarpıtılması
ya
da yok
sayılmasıyla
olanaklıdır. Eğer tarih bu amaç için kullanılacaksa, her şeyden
önce ve kaçınılmaz olarak, Türk tarihinin çarpıtılması
ya
da yok
sayılması
gerekir. Çünkü bu tarih, millet kavramını her dönemde yaşatmayı
başarmanın ve bu başarıyı ayakta tutmanın uygulamalarıyla
doludur.
Tarihin
Çarpıtılması
Batılı
politikacılar ve kimi “bilim”
adamları, Türk tarihini çarpıtmada kendilerine herhangi bir sınır
koymamıştır. Bilimsel bir kılıfla örtülmek istenen düşünsel
düzey, kimi zaman o denli ilkeldir ki, yalnızca bilim açısından
değil, insanlık açısından da acıklı
bir durum
(trajedi) yaratmaktadır.
Amerikalı
tarihçi Prof.H.Mc.Neill’in,
“Türkler’in
M.S.1071’de ortaya çıkarak uygar toplumlara sızdığını”
söylemesi ya da Alman tarihçi R.Scala’nın
“Osmanlı
Türkleri’nin Asya’dan yalnızca Karagöz oyununu getirdiğini,
uygarlık konusunda askeri, siyasi ve toplumsal örgütlenmenin
tümünü ele geçirdikleri Bizans’tan aldığını”
söylemesi 2,
yaşanan
durumun iki küçük örneğidir.
Bilime
Saygı Duymak
Batıda
resmi tutum olan Türk tarihini yadsıma, aynı zamanda; öğretim
üyelerinden politikacılara, din çevrelerinden halk kesimlerine dek
her düzeyde kabul gören geleneksel bir davranış biçimidir.
Ancak,
bu davranışı aşarak; gerçekleri gören ve bilimsel sorumluluk
bilinciyle hareket eden bilim adamları da kuşkusuz vardır. Resmi
tarihçiler, politik çıkarlar yönünde açıklamalar yaparken bu
insanlar, ulaştıkları bilgiler yönünde davranmışlar ve
gerçekleri dile getirmişlerdir; Harold
Bowen
bunlardan biridir.
Ortadoğu
uzmanı olarak tanınan tarihçi Zeine
N.Zeine,
Harold
Bowen’in
Batıdaki Türk karşıtlığı konusundaki görüşlerini şöyle
aktarmaktadır; “Türk
tarihi üzerine yazı yazanların çoğu, böyle bir işi yapabilmek
için varolan kaynaklardan habersiz kişilerdi ve bunlar genel bir
önyargıya bağlıydılar. Ancak, Harold Bowen’in belirttiği
gibi, Türkiye ve Türkler, kendileri üzerine bilimsel çalışma
yapanlar üzerinde, tutkulu duygular uyandırıyordu. Bunlar, ‘Türk
acımasızlığı’ gibi yalanlara tepki duyuyor ‘Türk
muhteşemliği, inceliği ve çekiciliğinin’ etkisine
giriyorlardı.” 3
Türk
Karşıtlığı
Eriştiği
ekonomik güçle, son ikiyüz yılda dünya egemenliğine yönelen
Batı için Türk karşıtlığı, politik gereksinimlerin yol açtığı
bilinçli ve çıkar amaçlı bir eylemdir. Bu davranış, çıkarları
için kuşkusuz yararlı, üstelik kaçınılmaz ancak asla bilimsel
değildir; ayrıca günümüzle de sınırlı değildir.
Batı
tarihinin büyük bölümü, Türklerle çatışmanın, çoğu kez
boyun
eğmenin,
eğmese de savaşımların tarihi gibidir. Dünyanın birçok yerinde
Türkler’le uğraşmak
zorunda kalanlar, eskiden gelen duyguların dürtüsüyle, Türk
karşıtlığına her zaman hazır ve isteklidirler. Bu nedenle,
Türk’ün
Türk’ten başka dostu yoktur
sözü, hamasi
bir söylem değil, tarihsel dayanağı olan bir yaklaşımdır.
Tarihi,
bugünün sorunlarına ışık tutacak biçimde ele almak, olay ve
olguların gerçek boyutunu kavramak için; duygusal tepkilerden
kaçınmak, bilime yönelmek ve kanıta dayanmak gerekir.
Dışardan
kaynaklanan, içerde yandaş bulan Türk karşıtlığını önlemek
için herşeyden önce; bilgi sahibi olmak, bilim dışı savlardan,
dayanaksız ve isteğe bağlı yorumlardan kurtulmak gerekir. Bu ise;
emek vermek, araştırmak ve incelemek demektir. Böylesi bir çaba,
eğer siyasi çıkar amacıyla yapılmıyorsa; tarihsel gerçekler
görülüp öğrenilecek, bugün
kavranarak gelecek
tasarlanacaktır.
Devletsizleştirme
Tarih
olmadan ulus, ulus olmadan da devlet olmaz. Bu nedenle sömürgen,
kendi devletine ve doğal olarak tarihine alabildiğine sahip
çıkarken; sömürgelerde, devlete ve onun dayandığı tarihe karşı
çıkacaktır; tarihi çarpıtacak ve giderek yok etmek isteyecektir.
Devletin
ve tarihin etkisizleştirilmesi, ulusal belleğin yok edilmesine
bağlıdır. Bu ise ekonomik çöküntü, örgütsüzlük ve
eğitimsizliğin yaygınlaştırılmasıyla sağlanabilir. Pazar
durumuna getirdiği uluslara, anlaşmalar ya da işbirlikçiler
aracılığıyla sızarak içsel bir güç konumuna gelen sömürgen,
bu işi başarmak için gerekli ekonomik üstünlüğe de sahiptir.
Adı yerel, düşüncesi yabancı insanların yönetime
gelerek/getirilerek ülkeyi dış isteklere göre yönetmesi, ulusal
devletin ve tarihin yozlaştırılmasına, giderek
etkisizleştirilmesine bağlıdır. Kimliksizleşme
ve yozlaşmanın
yaygınlığı, yakın ve uzak tarihe açık saldırı ya da ders
kitaplarına günümüzde gösterilen yakın
ilgi,
bu çabanın somut sonuçlarıdır.
Resmi Politikaya Uyan Tarih
Gelişmiş
ülkelerde, resmi politikaya uyum gösteren tarih araştırmaları,
devletin birinci sınıf ilgi alanına giren bir konudur ve özel
kaynaklarla desteklenmektedir.
Dışardan
desteklenen vakıflar, dernekler; özel olarak hazırlanmış
kitaplarla dergiler; ucuz medya propagandası; tümünden daha önemli
olmak üzere ders kitapları ve üniversitelerdeki bozulmalarla,
ulusların tarihleriyle oynanmaktadır. İnsanlar kökenlerini ve
yalnızca uzak geçmişlerini değil, yakın geçmişlerini bile
bilemez duruma getirilmektedir.
Tarihine Sahip Çıkmak
Sömürgen
ilişkileri besleyen tarih yozlaşması, ekonomi kadar güçlü,
siyaset kadar bağlayıcı ve yıkıcı bir etken olarak ulusal
varlığın tüm alanlarına ve tüm direnç noktalarına
yönelmektedir. Ulusal varlığın korunması için tarihe, bağlı
olarak devlete yönelen ve saldırıya dönüşen girişimlerin,
kesin olarak önlenmesi ve ulusal tarihin ortaya çıkarılarak
korunması gerekir.
Binlerce
yılda oluşan ve halkın ortak duygusunu, ruhsal şekillenmesini
oluşturan tarihe sahip çıkmadan ulusal varlık korunamaz. Tarihçi
A.W.Gulyga
bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “Sömürgecileri
tarafından tarihleri yok edilip yadsındığı için, kendi
geçmişlerini bilme, Asya ve Afrika ulusları için özellikle
önemlidir. Geçmişine sahip çıkmayan bir toplum ve devlet
düşünülemez. Tarih insanlığın belleğidir.” 4
“Avrupa
Tarihi”
Dünya
egemenliğine yönelen Batı için Dünya
tarihi,
Avrupa tarihidir. “Avrupa
ulusları, tarihî uluslar”
diğerleri ise “tarihi
olmayan topluluklardır”.
“Uygarlığın
merkezi Avrupadır.”
Bu uygarlık; “beyaz
Avrupalı ırkın üstünlüğüne”,
“Grek
ve Roma’nın mirasçılığına”
ve “Hıristiyanlığın
yüksek erdemlerine”
dayanır. Öteki uluslar, “uygarlık
dışıdırlar”.
“Bilime
ve akılcılığa kapalı” bu
insanlara “uygarlık
götürme”,
Avrupalılar’ın “evrensel
yükümlülüğü”
ve “görevidir”.
Akılcılığın
(rasyonalizm)
öncülerinden sayılan E.Renan
(1823-1892), Doğu aydınlanması’nda
yer alan Müslüman bilim adamlarının yüksek niteliğini bilmesine
karşın; “kafalarını
çeviren bir cins demir çember, Müslümanı kesinlikle bilime
kapar; onun herhangi bir yeni düşünceye açılmasını ve herhangi
bir şey öğrenmesini olanaksız kılar”
der. 5
İnsanlar arasında eşitliği “savunan”
F.Engels
(1820-1895) bile, “tarihi
uluslar”
kabul ettiği Avrupa toplumları dışındaki ulusları; “gerici
ve yok olmaya mahkum, tarihsiz uluslar”
ve “barbarlar”
olarak kabul eder.6
Batılıların
büyük çoğunluğu, evrenin
merkezinin
Batı olduğuna tartışmasız bir gerçek olarak inanırlar. Bu
inancı o denli abartırlar ki, Cevat
Şakir Kabaağaçlı’ya (1886-1973) göre; “evren
ne için yaratıldı sorusuna Batılılar, Batı uygarlığını
yaratmak için yanıtını verirler.”7
Düşünsel
çılgınlığa varan kendini
beğenmişliğin
örnekleri çok, propagandası yaygındır. Gerçeği yansıtmayan
zorlama kuramlara ve bilinçli yanlışlıklara dayanan bu
propaganda, çoğu kez bilim ve akıl dışı savlara dayandırılır;
sınır konmayan aşırılıklarla, pek çok insan için inanılması
güç boyutlara vardırılır.
Örneğin
uygarlığın çıkış merkezi olarak Orta
Asya’nın
giderek ağırlık kazanması üzerine kimi tarihçiler, bilgi
ve kültür yoksunu tarih dışı Türkler’in
böyle bir uygarlık gelişimini başlatamayacağını düşünerek,
şu yorumu yapmışlardır: “Çok
eski zamanlarda bir grup Avrupalı, Batı Avrupa’dan yürüyerek
(tarihin
çok eski olması için bu yürüyüş, atın ehlileştirilmesinden
önceye denk getirilmiştir) yola
çıkmışlar, Orta-Asya’yı çeviren yüksek dağların
vadilerinden Baykal’ın güneybatısındaki Tamgalı vadisine ve
Arios nehri kenarlarına yerleşmişlerdir. Orta Asya uygarlığını,
Avrupa’dan gelen ve adını Arios nehrinden alan Ari ırktan bu
insanlar başlatmışlardır.”8
Batılıların
tarih üzerinde yarattığı bozulma o denli yaygın ve kabul
edilemezdir ki, sayıları az da olsa kimi Batılı tarihçiler bile
bu davranışa sert tepki göstermiştir. Herbert
Buttenfield,
Batı okullarında öğretilen tarihi “kötülerin
en kötüsü”
olarak tanımlar ve şunları söyler: “Tarih
olarak öğretilenler övünme, gurur, bağnazlık ve küstahlık
getirdi. ‘Bizden başka herkes haksız, yalnızca biz haklıyız’
inancını yaydı ve besledi. Yapılanlara karşı önerebileceğim
tek çözüm, öğrendiklerimizin tümünü unutmaktır.”9
İçteki
Karşıtlar
Türklere
ve Türk tarihine karşıtlık, Batı başta olmak üzere yaygın bir
tutumdur, ancak bu tutum dışarıyla sınırlı da değildir. Bilgi
ve bilinçten yoksun olanlardan ayrı olarak, ülke içinde bilinçli,
kararlı ve oldukça şiddetli bir Türk karşıtlığı daha vardır.
Başlangıcı
Osmanlıya dayanan ve uzun dönemler boyunca resmi devlet politikası
yapılan bu karşıtlık, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki aradan
sonra, bugün yeniden yürürlüğe sokulmuştur.
Artık
isim ve davranış olarak da Türk kimliğinden uzak Batıcı
ya da Arapçı
yabancılaşma, o denli yaygınlaşmıştır ki; siyasi yönetim
dâhil, görevlendirilmiş birtakım insanlar, toplumun her alanında,
özellikle yazılı ve görsel basında şiddetli bir Türk
karşıtlığını açıktan yürütmektedirler. Ana sorun ve ulus
varlığı için gerçek çekince, kökleri eskiye giden ve bugün
küresel güçlerle bütünleşmiş olan bu “iç”
karşıtlıktır.
Kendini
İnkar
Osmanlı
Devleti, başlangıç dönemi dışında, Türk tarihine sahip çıkmak
bir yana, bu tarihe ve mirasçıları olan Türkler’e yoğun bir
baskı uygulamıştır. Okullarda soyu
temiz kavim (kavm-i necip)
diye yüceltilerek yalnızca Arap (ve İslam) tarihi okutulmuş, Türk
ve Türkmen
sözcüğü “kaba
saba, cahil dağlılar”
anlamında kullanılmıştır.
Osmanlı
gözünde Türk, “uygarlık
dışı, yağmacı ve idraksiz (ahmak) göçebelerdir.”10
Mevlana
Celaleddin’i Rumi
(1207-1273); “Tanrı’nın
Türkler’i yakıp yıkmak için”
yarattığını, “dünyanın
yapımının Grekler’e
(Yunanlılar’a y.n.), yıkımının
ise Türkler’e özgü” bir
iş olduğunu söyler ve Türkler’in “Grek
yapıtlarını yıktığını, sonsuza kadar da yıkacağını”
ileri sürer.11
19.yüzyılda
yurtseverlik duygusunu geliştiren Namık
Kemal
(1840-1888) bile, Osmanlı toplumunu etnik yapısından ayırır ve
Türkler’e toplum içinde yer vermez; “Osmanlı
Ümmetinin millet olarak; İslam, Hıristiyan ve Yahudiler’den
meydana geldiğini”
yazar. Ona göre millet, ırkı değil, dinsel bir topluluğu temsil
eder.12
Son
Osmanlı vakanüvisi
(zamanın olaylarını yazan devlet tarihçisi) olarak kabul edilen
Abdurrahman
Şeref’in (1853-1925) Türkler hakkındaki görüşü, Avrupalılar’ın
görüşlerinden farklı değildir ve E.Renan’yla
hemen tümüyle örtüşmektedir.
İlerlemiş
yaşında Kurtuluş Savaşı’na katılmış olmasına karşın bu
tarihçi, Türkler ve kültürleri konusunda şunları söylemiştir:
“Türkler,
nesnel etkinlikleri ölçüsünde düşünsel etkinlik
gösterememişlerdir. Çünkü düşünce olarak yaratıcılıkları
ve tarihte, uygarlıkta ilerleme sağlayacak hiçbir yapıtları
yoktur. Batıda İslam uygarlığına, Doğuda Çin uygarlığına
çok kolay mahkûm olmalarının nedeni budur.”13
DİPNOTLAR
- “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Kum Saati Yay., 1.Bas.–2003, sf.182
- “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Prof.Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 5.Bas. 2002, sf.15
- “Türk Arap İlişkileri” Zeine N.Zaine, Gelenek Yay., 2003, sf.19
- “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay.–1995, sf.19
- a.g.e. sf. 8
- a.g.e. sf.7-8
- Cevat Şakir Abasıyanık’tan aktaran D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay.–1995, sf.8
- “Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas.–1998, sf.36
- “Türk Kimliği”, Prof.Bozkurt Güvenç, Kül.Bak.Yay., 2.Bas., 1994, sf.14
- “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt., Tekin Yay.–1995, sf.14
- a.g.e. sf.157
- a.g.e. sf.14
- a.g.e. sf.13
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder