9 Mayıs 2014 Cuma

TARİHTE TÜRKLER




 “Türk tarihi üzerine yazı yazanların çoğu, böyle bir işi yapabilmek için varolan kaynaklardan habersiz kişilerdi ve bunlar genel bir önyargıya bağlıydılar. Ancak, Harold Bowen’in belirttiği gibi, Türkiye ve Türkler, kendileri üzerine bilimsel çalışma yapanlar üzerinde, tutkulu duygular uyandırıyordu. Bunlar, ‘Türk acımasızlığı’ gibi yalanlara tepki duyuyor ‘Türk muhteşemliği, inceliği ve çekiciliğinin’ etkisine giriyorlardı.” Zeine N.Zaine



Tarihe Karşı Sorumluluk


Tarihte hiçbir toplum, Türkler kadar dünyaya açılıp geniş alanlara yayılmadı; hiçbir toplum kendisini ve ilişki kurduğu toplulukları Türkler kadar değiştirmedi; hiçbir toplum tarihin akışı üzerinde Türkler kadar etkili olmadı; dönemine ve geleceğe yön vermedi.
Türkler, tarihin hemen her aşamasında ve çok uzun dönemler boyunca, sıradışı bir devingenlik içinde oldular; çok uzak yerlere gittiler, gittikleri yerleri etkilediler ve o yerlerden etkilendiler.
Uygarlıklar içinde eriyerek ya da onları kendi içinde eriterek, yeni ve ileri birliktelikler, kaynaşmalar yarattılar; tarihin akışına yön veren devrimci dönüşümlere neden oldular. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde var oldular, tarihle bütünleştiler. Bütünleşme o denli karmaşık ve yoğundu ki, Alman bilim adamı Prof.Fritz Neumark’ın söylemiyle; “içinden çıkarıldıklarında ortada tarih diye bir şey kalmaz” duruma geldiler.1

Yok Saymak

Türkler’in tarihe yaptığı etki ne denli açık bir gerçekse, bu etkinin yok sayılmak istenmesi de o denli açık bir gerçektir. Tarih biliminin bugün erişmiş olduğu düzey düşünüldüğünde, birbiriyle çelişen bilim dışı bu karşıtlığın nedeni, bilgi yoksunluğu ya da araştırma eksikliğiyle açıklanamaz.
Tarihi, ekonomik-politik çıkarın aracı durumuna getirerek bu yönde kullanmanın bilimsel bir yanı olamaz. Ancak, bu uygulama, geçmişin sömürgeci bugünün küresel politikalarının temelinde yer almaktadır.
Ulus karşıtlığının güncel politika durumuna getirilmesi yerelleşmeyi, yerelleşme de ulusal ayrışmayı gerekli kılmaktadır. Bu gerekliliğe hizmet edecek ideolojik çıkış, elbette tarihin çarpıtılması ya da yok sayılmasıyla olanaklıdır. Eğer tarih bu amaç için kullanılacaksa, her şeyden önce ve kaçınılmaz olarak, Türk tarihinin çarpıtılması ya da yok sayılması gerekir. Çünkü bu tarih, millet kavramını her dönemde yaşatmayı başarmanın ve bu başarıyı ayakta tutmanın uygulamalarıyla doludur.

Tarihin Çarpıtılması

Batılı politikacılar ve kimi “bilim” adamları, Türk tarihini çarpıtmada kendilerine herhangi bir sınır koymamıştır. Bilimsel bir kılıfla örtülmek istenen düşünsel düzey, kimi zaman o denli ilkeldir ki, yalnızca bilim açısından değil, insanlık açısından da acıklı bir durum (trajedi) yaratmaktadır.
Amerikalı tarihçi Prof.H.Mc.Neill’in, “Türkler’in M.S.1071’de ortaya çıkarak uygar toplumlara sızdığını” söylemesi ya da Alman tarihçi R.Scala’nın “Osmanlı Türkleri’nin Asya’dan yalnızca Karagöz oyununu getirdiğini, uygarlık konusunda askeri, siyasi ve toplumsal örgütlenmenin tümünü ele geçirdikleri Bizans’tan aldığını” söylemesi 2, yaşanan durumun iki küçük örneğidir.

Bilime Saygı Duymak

Batıda resmi tutum olan Türk tarihini yadsıma, aynı zamanda; öğretim üyelerinden politikacılara, din çevrelerinden halk kesimlerine dek her düzeyde kabul gören geleneksel bir davranış biçimidir.
Ancak, bu davranışı aşarak; gerçekleri gören ve bilimsel sorumluluk bilinciyle hareket eden bilim adamları da kuşkusuz vardır. Resmi tarihçiler, politik çıkarlar yönünde açıklamalar yaparken bu insanlar, ulaştıkları bilgiler yönünde davranmışlar ve gerçekleri dile getirmişlerdir; Harold Bowen bunlardan biridir.
Ortadoğu uzmanı olarak tanınan tarihçi Zeine N.Zeine, Harold Bowen’in Batıdaki Türk karşıtlığı konusundaki görüşlerini şöyle aktarmaktadır; “Türk tarihi üzerine yazı yazanların çoğu, böyle bir işi yapabilmek için varolan kaynaklardan habersiz kişilerdi ve bunlar genel bir önyargıya bağlıydılar. Ancak, Harold Bowen’in belirttiği gibi, Türkiye ve Türkler, kendileri üzerine bilimsel çalışma yapanlar üzerinde, tutkulu duygular uyandırıyordu. Bunlar, ‘Türk acımasızlığı’ gibi yalanlara tepki duyuyor ‘Türk muhteşemliği, inceliği ve çekiciliğinin’ etkisine giriyorlardı.” 3

Türk Karşıtlığı

Eriştiği ekonomik güçle, son ikiyüz yılda dünya egemenliğine yönelen Batı için Türk karşıtlığı, politik gereksinimlerin yol açtığı bilinçli ve çıkar amaçlı bir eylemdir. Bu davranış, çıkarları için kuşkusuz yararlı, üstelik kaçınılmaz ancak asla bilimsel değildir; ayrıca günümüzle de sınırlı değildir.
Batı tarihinin büyük bölümü, Türklerle çatışmanın, çoğu kez boyun eğmenin, eğmese de savaşımların tarihi gibidir. Dünyanın birçok yerinde Türkler’le uğraşmak zorunda kalanlar, eskiden gelen duyguların dürtüsüyle, Türk karşıtlığına her zaman hazır ve isteklidirler. Bu nedenle, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur sözü, hamasi bir söylem değil, tarihsel dayanağı olan bir yaklaşımdır.
Tarihi, bugünün sorunlarına ışık tutacak biçimde ele almak, olay ve olguların gerçek boyutunu kavramak için; duygusal tepkilerden kaçınmak, bilime yönelmek ve kanıta dayanmak gerekir.
Dışardan kaynaklanan, içerde yandaş bulan Türk karşıtlığını önlemek için herşeyden önce; bilgi sahibi olmak, bilim dışı savlardan, dayanaksız ve isteğe bağlı yorumlardan kurtulmak gerekir. Bu ise; emek vermek, araştırmak ve incelemek demektir. Böylesi bir çaba, eğer siyasi çıkar amacıyla yapılmıyorsa; tarihsel gerçekler görülüp öğrenilecek, bugün kavranarak gelecek tasarlanacaktır.

Devletsizleştirme

Tarih olmadan ulus, ulus olmadan da devlet olmaz. Bu nedenle sömürgen, kendi devletine ve doğal olarak tarihine alabildiğine sahip çıkarken; sömürgelerde, devlete ve onun dayandığı tarihe karşı çıkacaktır; tarihi çarpıtacak ve giderek yok etmek isteyecektir.
Devletin ve tarihin etkisizleştirilmesi, ulusal belleğin yok edilmesine bağlıdır. Bu ise ekonomik çöküntü, örgütsüzlük ve eğitimsizliğin yaygınlaştırılmasıyla sağlanabilir. Pazar durumuna getirdiği uluslara, anlaşmalar ya da işbirlikçiler aracılığıyla sızarak içsel bir güç konumuna gelen sömürgen, bu işi başarmak için gerekli ekonomik üstünlüğe de sahiptir. Adı yerel, düşüncesi yabancı insanların yönetime gelerek/getirilerek ülkeyi dış isteklere göre yönetmesi, ulusal devletin ve tarihin yozlaştırılmasına, giderek etkisizleştirilmesine bağlıdır. Kimliksizleşme ve yozlaşmanın yaygınlığı, yakın ve uzak tarihe açık saldırı ya da ders kitaplarına günümüzde gösterilen yakın ilgi, bu çabanın somut sonuçlarıdır.


Resmi Politikaya Uyan Tarih


Gelişmiş ülkelerde, resmi politikaya uyum gösteren tarih araştırmaları, devletin birinci sınıf ilgi alanına giren bir konudur ve özel kaynaklarla desteklenmektedir.
Dışardan desteklenen vakıflar, dernekler; özel olarak hazırlanmış kitaplarla dergiler; ucuz medya propagandası; tümünden daha önemli olmak üzere ders kitapları ve üniversitelerdeki bozulmalarla, ulusların tarihleriyle oynanmaktadır. İnsanlar kökenlerini ve yalnızca uzak geçmişlerini değil, yakın geçmişlerini bile bilemez duruma getirilmektedir.


Tarihine Sahip Çıkmak


Sömürgen ilişkileri besleyen tarih yozlaşması, ekonomi kadar güçlü, siyaset kadar bağlayıcı ve yıkıcı bir etken olarak ulusal varlığın tüm alanlarına ve tüm direnç noktalarına yönelmektedir. Ulusal varlığın korunması için tarihe, bağlı olarak devlete yönelen ve saldırıya dönüşen girişimlerin, kesin olarak önlenmesi ve ulusal tarihin ortaya çıkarılarak korunması gerekir.
Binlerce yılda oluşan ve halkın ortak duygusunu, ruhsal şekillenmesini oluşturan tarihe sahip çıkmadan ulusal varlık korunamaz. Tarihçi A.W.Gulyga bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “Sömürgecileri tarafından tarihleri yok edilip yadsındığı için, kendi geçmişlerini bilme, Asya ve Afrika ulusları için özellikle önemlidir. Geçmişine sahip çıkmayan bir toplum ve devlet düşünülemez. Tarih insanlığın belleğidir.” 4

Avrupa Tarihi”

Dünya egemenliğine yönelen Batı için Dünya tarihi, Avrupa tarihidir. “Avrupa ulusları, tarihî uluslar” diğerleri ise “tarihi olmayan topluluklardır”. “Uygarlığın merkezi Avrupadır.” Bu uygarlık; “beyaz Avrupalı ırkın üstünlüğüne”, “Grek ve Roma’nın mirasçılığına” ve “Hıristiyanlığın yüksek erdemlerine” dayanır. Öteki uluslar, “uygarlık dışıdırlar”. “Bilime ve akılcılığa kapalı” bu insanlara “uygarlık götürme”, Avrupalılar’ın “evrensel yükümlülüğü” ve “görevidir”.
Akılcılığın (rasyonalizm) öncülerinden sayılan E.Renan (1823-1892), Doğu aydınlanması’nda yer alan Müslüman bilim adamlarının yüksek niteliğini bilmesine karşın; “kafalarını çeviren bir cins demir çember, Müslümanı kesinlikle bilime kapar; onun herhangi bir yeni düşünceye açılmasını ve herhangi bir şey öğrenmesini olanaksız kılar” der. 5 İnsanlar arasında eşitliği “savunan” F.Engels (1820-1895) bile, “tarihi uluslar” kabul ettiği Avrupa toplumları dışındaki ulusları; “gerici ve yok olmaya mahkum, tarihsiz uluslar” ve “barbarlar” olarak kabul eder.6
Batılıların büyük çoğunluğu, evrenin merkezinin Batı olduğuna tartışmasız bir gerçek olarak inanırlar. Bu inancı o denli abartırlar ki, Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya (1886-1973) göre; “evren ne için yaratıldı sorusuna Batılılar, Batı uygarlığını yaratmak için yanıtını verirler.”7
Düşünsel çılgınlığa varan kendini beğenmişliğin örnekleri çok, propagandası yaygındır. Gerçeği yansıtmayan zorlama kuramlara ve bilinçli yanlışlıklara dayanan bu propaganda, çoğu kez bilim ve akıl dışı savlara dayandırılır; sınır konmayan aşırılıklarla, pek çok insan için inanılması güç boyutlara vardırılır.
Örneğin uygarlığın çıkış merkezi olarak Orta Asya’nın giderek ağırlık kazanması üzerine kimi tarihçiler, bilgi ve kültür yoksunu tarih dışı Türkler’in böyle bir uygarlık gelişimini başlatamayacağını düşünerek, şu yorumu yapmışlardır: “Çok eski zamanlarda bir grup Avrupalı, Batı Avrupa’dan yürüyerek (tarihin çok eski olması için bu yürüyüş, atın ehlileştirilmesinden önceye denk getirilmiştir) yola çıkmışlar, Orta-Asya’yı çeviren yüksek dağların vadilerinden Baykal’ın güneybatısındaki Tamgalı vadisine ve Arios nehri kenarlarına yerleşmişlerdir. Orta Asya uygarlığını, Avrupa’dan gelen ve adını Arios nehrinden alan Ari ırktan bu insanlar başlatmışlardır.8
Batılıların tarih üzerinde yarattığı bozulma o denli yaygın ve kabul edilemezdir ki, sayıları az da olsa kimi Batılı tarihçiler bile bu davranışa sert tepki göstermiştir. Herbert Buttenfield, Batı okullarında öğretilen tarihi “kötülerin en kötüsü” olarak tanımlar ve şunları söyler: “Tarih olarak öğretilenler övünme, gurur, bağnazlık ve küstahlık getirdi. ‘Bizden başka herkes haksız, yalnızca biz haklıyız’ inancını yaydı ve besledi. Yapılanlara karşı önerebileceğim tek çözüm, öğrendiklerimizin tümünü unutmaktır.”9

İçteki Karşıtlar

Türklere ve Türk tarihine karşıtlık, Batı başta olmak üzere yaygın bir tutumdur, ancak bu tutum dışarıyla sınırlı da değildir. Bilgi ve bilinçten yoksun olanlardan ayrı olarak, ülke içinde bilinçli, kararlı ve oldukça şiddetli bir Türk karşıtlığı daha vardır.
Başlangıcı Osmanlıya dayanan ve uzun dönemler boyunca resmi devlet politikası yapılan bu karşıtlık, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki aradan sonra, bugün yeniden yürürlüğe sokulmuştur.
Artık isim ve davranış olarak da Türk kimliğinden uzak Batıcı ya da Arapçı yabancılaşma, o denli yaygınlaşmıştır ki; siyasi yönetim dâhil, görevlendirilmiş birtakım insanlar, toplumun her alanında, özellikle yazılı ve görsel basında şiddetli bir Türk karşıtlığını açıktan yürütmektedirler. Ana sorun ve ulus varlığı için gerçek çekince, kökleri eskiye giden ve bugün küresel güçlerle bütünleşmiş olan bu “iç” karşıtlıktır.

Kendini İnkar

Osmanlı Devleti, başlangıç dönemi dışında, Türk tarihine sahip çıkmak bir yana, bu tarihe ve mirasçıları olan Türkler’e yoğun bir baskı uygulamıştır. Okullarda soyu temiz kavim (kavm-i necip) diye yüceltilerek yalnızca Arap (ve İslam) tarihi okutulmuş, Türk ve Türkmen sözcüğü “kaba saba, cahil dağlılar” anlamında kullanılmıştır.
Osmanlı gözünde Türk, “uygarlık dışı, yağmacı ve idraksiz (ahmak) göçebelerdir.”10 Mevlana Celaleddin’i Rumi (1207-1273); “Tanrı’nın Türkler’i yakıp yıkmak için” yarattığını, “dünyanın yapımının Grekler’e (Yunanlılar’a y.n.), yıkımının ise Türkler’e özgü” bir iş olduğunu söyler ve Türkler’in “Grek yapıtlarını yıktığını, sonsuza kadar da yıkacağını” ileri sürer.11
19.yüzyılda yurtseverlik duygusunu geliştiren Namık Kemal (1840-1888) bile, Osmanlı toplumunu etnik yapısından ayırır ve Türkler’e toplum içinde yer vermez; “Osmanlı Ümmetinin millet olarak; İslam, Hıristiyan ve Yahudiler’den meydana geldiğini” yazar. Ona göre millet, ırkı değil, dinsel bir topluluğu temsil eder.12
Son Osmanlı vakanüvisi (zamanın olaylarını yazan devlet tarihçisi) olarak kabul edilen Abdurrahman Şeref’in (1853-1925) Türkler hakkındaki görüşü, Avrupalılar’ın görüşlerinden farklı değildir ve E.Renan’yla hemen tümüyle örtüşmektedir.
İlerlemiş yaşında Kurtuluş Savaşı’na katılmış olmasına karşın bu tarihçi, Türkler ve kültürleri konusunda şunları söylemiştir: “Türkler, nesnel etkinlikleri ölçüsünde düşünsel etkinlik gösterememişlerdir. Çünkü düşünce olarak yaratıcılıkları ve tarihte, uygarlıkta ilerleme sağlayacak hiçbir yapıtları yoktur. Batıda İslam uygarlığına, Doğuda Çin uygarlığına çok kolay mahkûm olmalarının nedeni budur.”13


DİPNOTLAR


  1. Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Kum Saati Yay., 1.Bas.–2003, sf.182
  2. Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Prof.Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 5.Bas. 2002, sf.15
  3. Türk Arap İlişkileri” Zeine N.Zaine, Gelenek Yay., 2003, sf.19
  4. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay.–1995, sf.19
  5. a.g.e. sf. 8
  6. a.g.e. sf.7-8
  7. Cevat Şakir Abasıyanık’tan aktaran D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay.–1995, sf.8
  8. Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas.–1998, sf.36
  9. Türk Kimliği”, Prof.Bozkurt Güvenç, Kül.Bak.Yay., 2.Bas., 1994, sf.14
  10. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt., Tekin Yay.–1995, sf.14
  11. a.g.e. sf.157
  12. a.g.e. sf.14
  13. a.g.e. sf.13

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder