Arap
ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu.
Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her
olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya
açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış
Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik
düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline
geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları
vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci
kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir.
Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması
nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler,
ders alınması gereken özelliğe sahiptir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar
Türk
Ordusu, 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda,
Çanakkale’den Hicaz’a (Arabistan’ın Batısı), Kafkasya’dan
Basra’ya dek geniş bir coğrafyada çok ağır bir savaşa girdi.
Yetersiz bütçe ve donanımla girilen ve yükünü, Anadolu’daki
12 milyonluk Türk nüfusun yüklendiği bu savaşta, dünyanın en
büyük askeri güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’yla
savaşıldı. Teknolojiden çok; insan gücüne, inanca, direnme
gücüne ve savaşkanlığa dayanılarak sürdürülen bu büyük
savaşta, kimsenin ummadığı bir direnç gösterildi, genel bir
yenilgiye uğranılmadı. Tam tersi, Çanakkale’de İngilizler ve
bağlaşıkları yenildi, Bağdat’ı almaya kalkan İngiliz Ordusu
Kutü’l-Amare’de
teslim alındı.
Ermeni Ve Arap İhaneti
1.Dünya
Savaşı’nın dört yıllık ağır ve kanlı savaş süresince
Türk Ordusu, emperyalist kışkırtmaya dayalı iki ihanet
hareketiyle arkadan vuruldu; Ermeni ve Arap örgütleri, düşmanla
anlaşarak Türkler’e karşı silahlı savaşım yürüttüler ve
önemli düzeyde can ve mal yitiklerine neden oldular. Yüzlerce yıl
Türk yönetimi altında özel ayrıcalıklarla yaşayan insanların,
özellikle de aynı dine sahip Araplar’ın girişimleri, tarihsel
olduğu kadar insan ilişkileri açısından da kabul edilemez
nitelikteydi.
Arap
örgütlerinin çalışmaları; Arapçılığı
işleyen ideolojik propaganda, İngiliz ve Fransızlara hizmet eden
haber edinme (istihbarat), Türk Ordusu içinde dinsel kışkırtma
ve
doğrudan çatışmaya katılmaya
dayanıyordu. Oldukça iyi örgütlenmişlerdi ve donanımlıydılar.
Örgütlenme ve donanımı sağlayan, geliştiren ve destekleyen
İngiliz ve Fransızlardı. Bu gerçeği ortaya koyan ve artık
yayınlanmış olan çok sayıda bilgi ve belge bulunmaktadır. Belli
merkezlerde hazırlanan ve İngiliz desteğiyle dağıtılan
bildirilerde, “İngiltere
ve müttefiklerinin savaşa, Araplara karşı değil, onları Türk
despotların baskısından kurtarmak için girdiği” yazılıyor
ve Arap halkı
“müttefik güçleri desteklemeye çağrılıyordu.”1
Cemiyet
es-Suriye el Arabiye
adlı örgüt, Mısır’lı Aziz
Ali
tarafından kurulmuştu. Aziz
Ali
orduyu
isyana teşvik
suçlamasıyla tutuklanıp İstanbul’da yargılanan ve idama mahkum
edilen ancak İngilizler’in istemi üzerine; Enver
Paşa’nın
önerisi, Padişah V.Mehmet’in
kararıyla serbest bırakılan İngiliz yanlısı bir Mısırlı’ydı.2
Bu örgüt, Birinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca 1,5 ay önce, 11
Haziran 1914’de yayımladığı bildiride şunları söylüyordu:
“Türk
düşmanlığının anlamını şimdi daha iyi anlamaya başlıyoruz.
Bunu geçmişte anlamış olan bir Arap şairi ‘ağaran saçlarımda,
Türk düşmanlığı ile Ebu Cesel kini yer tuttu’ demişti. Evet,
Türk devletinin bize olan düşmanlığı, ‘Ebu Cesel’
hayvanının yavrusuna beslediği düşmanlık gibidir. ‘Ebu Cesel
yavrularını nasıl yerse Türk Devleti de çocuklarını öyle
yer... Ey! Damarlarında yurdunu seven gençlik kanı akanlar, biz
her ilde birbiri ardınca üç Türk valisi öldürsek, ülkemize
atanacak valiler, artık her zaman isteklerimizi yerine
getirecektir... Ey ahali, güçlü çeteler oluşturunuz, zalim Türk
Devleti’nin adamlarından, ülkemizde kimi bulursanız öldürünüz.”
3
Arap
İhtilali Cemiyeti
adlı bir başka örgüt, savaş sürerken 1916’da dağıttığı
bildirilerle, Arap halkını Türk Ordusuna karşı ayaklanmaya
çağırıyor ve Ermeniler’in yaptığı kırımları savunarak,
onların yaptıklarının örnek alınmasını istiyordu. Bildiri
şöyleydi; “Ey
kahtan
(ezilen y. n.) çocukları!
Uykuda mısınız ve ne vakte kadar uyuyacaksınız, çevrenizdeki
ümmetlerin
(milletlerin y.n.) sesleri
kulakları sağır ederken, siz derin uykunuza nasıl devam
ediyorsunuz? Kendi ülkenizde, insafsız zalimlere
(Türkler’e y.n.) köle
oldunuz. Arap öldürmeyi ve Arap’ın malını gasp etmeyi din
kabul edenlerin elinde oyuncak olduğunuzu hala anlamıyorsunuz. Siz
onların gözünde ‘yünü alınır sütü içilir, eti yenir’
bir sürüsünüz, ülkenizi babalarından kalan miras gibi görürler.
Size göre sayıları çok az olduğu halde, Ermeniler bağımsız
bir yönetime kavuştular, artık özgürler... Bilmiyor musunuz ki,
ceset kana boyanmadıkça şeref ezadan kurtulmaz. Bu sözün
doğruluğunu, Türkler’in, artık önlerinde saygıyla eğildikleri
Ermeniler’de görürsünüz... Ey Araplar kalkınız, kılıçlarınızı
kınından çıkarınız. Kendinize, ırkınıza, dilinize düşmanlık
gösterenleri, sizi aşağılayanları ülkenizden temizleyiniz. Ey
Müslüman Araplar, eğer bu zalim hükümeti
(Osmanlı Hükümeti y.n.) İslam
hükümeti zannediyorsanız çok aldanıyorsunuz. Tarihteki
şerefinizi yeniden kazanmak için, Arap hukukunun silinmesine neden
olan kurnaz tilkilerin (Türkler’in
y.n.)
merkezi yönetiminden kurtulmak ve merkez dışı Arap devletleri
kurmak gerekir.” 4
Orduyu
Arkadan Hançerlemek
Birinci
Dünya Savaşı’nda Türk Ordusunun karşılaştığı ihanet,
“sinir
bozucu”
bir acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile donatılmış
İngiliz Ordusuyla savaşılırken, öte yandan bu orduyla bağlantılı
Arap çetelerinin saldırılarıyla uğraşıldı. Olanaksızlıklar
ve karşılaşılan vahşet, her türlü öngörünün üzerindeydi;
yüzyıllarca birlikte yaşayan insanlar, açıklanması zor bir
acımasızlıkla Türk Ordusunun “din
kardeşi”
subay ve erlerine saldırıyor ve ele geçirdiklerinin tümünü
öldürüyorlardı. Şevket
Süreyya Aydemir’in
tanımıyla; “Arap
çölleri Anadolu gençliğinin mezarı” haline
gelmişti.5
1916
yılında Suriye, Sina-Filistin ve Hicaz’da görev yapan Osmanlı
Seyyar Ordusu’nun (Kuvva-i Seferiye ),
700 bin askeri ve 368 bin tüfeği vardı. Yoğun çarpışmaların
olduğu Suriye (173 bin kişi ) ve Filistin-Sina (100 bin kişi)
cephelerinden ayrı olarak 35 bin kişi 2000 kilometrelik Mekke demir
yolunu korumak için ayrılmış, Medine’yi
koruyan 8 bin askerlik gücün “savunmayı
kendi olanaklarıyla yapmasına”
karar verilmişti. 1917’de demir yolunu savunan birliklerin büyük
bölümü ile Medine savunmasına katılan Türk askerlerinin tümü
yok olmuştu. Cemal
Paşa,
kendi karargahının koruması dahil olmak üzere, güçleri bir
araya toplamaya çalıştığında, tüm Lübnan’da elinde yalnızca
bir piyade taburu kalmıştı, o da 800 kişiydi.6
Çölde
Akan Türk Kanı
Kızıldeniz
kenarındaki Elvecih’i,
Arap ayaklanmacılarının silah ve parayla beslendiği bir üs yapan
İngilizler; Lawrence
adlı ajanlarının örgütlediği çeteleri, demiryolu boyunca
dağılmış olan Türk birliklerine saldırttılar. Demiryolunun
tahrip edilmesi ya da kum fırtınalarıyla örtülmesi nedeniyle
ulaşım sürekli kesiliyor, çok geniş bir alana yayılmış olan
Türk birlikleri yardım alamadığı için; açlık, hastalık ya da
çatışmalar içinde yok olup gidiyordu. Medine’yi
savunan Türk birliği hiçbir yardım almadan, bu kutsal kenti tam
iki yıl savunmuş, burada insanlık için eşine az rastlanır bir
acıklıdurum (dram) yaşanmıştır. Tek ulaşım aracı olan
develer kesilip yenmiş, o da tükenince çöl çekirgeleriyle
beslenilmeye çalışılmıştı.7
Savaştan
sonra, Medine-Medayin
Salih
arasındaki demiryolunda görev yapan J.E.Dayton
adlı bir İngiliz mühendisi, anılarında şunları yazacaktır:
“Sıcaklık
gün ortasında 65 dereceyi buluyor ve ortalıkta büyük akrep ve
örümcekler dolaşıyor... Yol boyunca Türk müstahkem mevkileri
vardı. Çoğunda çok sayıda mezar ve açıkta kalmış iskeletler
bulunuyordu. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki ikmal yüklü Şam
treninin bu karakollara ulaşamaması nedeniyle açlıktan
ölmüşlerdi.”8
Fahri
Paşa Ve Mekke Direnişi
Mekke
Şerifi
Hüseyin,
10 Haziran 1916’da ayaklandı ve İngiliz desteğiyle Mekke’nin
bağımsızlığını ilan etti; Lawrence’in
yol göstericiliğinde Hicaz ve Güney Suriye’deki Osmanlı
birliklerine baskınlar düzenledi. Mekke’yi
ele geçirdiğinde, hastanedeki yaralı ve hastalara dek tüm Türk
askerlerini öldürttü. Medine’de
Fahri
Paşa
komutasındaki küçük kuvvet, direnişini Peygamber’in kabrini
korumak için, savaşı bitiren silah bırakışmasından sonra da
sürdürdü. Bu direniş, yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nın
değil, belki de tüm zamanların en acılı savunmasıydı. Fahri
Paşa
karşılaştığı vahşet ve ihanetten o denli etkilenir ki, bir gün
subaylarını yanına alır ve Hz.Muhammet’in
kabrine gider. Türk bayrağına sarınır, namazını kılar,
dualarını okur ve sonra şöyle haykırır: “Kalk,
kalk yâ Muhammet!.. Allah’ın Resulü kalk ve sana inanan, senin
için burada savaşanlara görün! Allah’ın yardımını onlara
ulaştır..”9
Fahri
Paşa’yı
bu denli etkileyen olayları yaratan Mekke
Şerifi
Hüseyin,
Peygamber sülalesinden geldiğine inanılan bir soya sahipti. Bunlar
Osmanlı Devleti’ne vergi vermez, askere gitmezlerdi. İstanbul,
her yıl bunlara önemli miktarda altın gönderir; bu altınlar,
değerli padişah armağanlarıyla birlikte, en şerefli görev
sayılarak Surra
Alayı
tarafından, gösterişli törenlerle Şerifle’e
ulaştırılırdı. Şerifler,
aldıklarının karşılığı olarak, Surra
emini
aracılığıyla padişaha “hayır
dualarını”
gönderirlerdi. Şerif
ailesinden
birçok kişi, İstanbul’da Ayan
üyesi olarak ancak Ayan’a
uğramadan aylıklarını alırlardı. Hepsinin Boğaziçi’nde
muhteşem yalıları, köşkleri vardı. İngilizler’le anlaşıp
Türkler’e bu denli ölçüsüz şiddet uygulayan Şerif
Hüseyin’in,
Osmanlı katında böyle bir ayrıcalığı vardı.10
Altın
Savaşları
Arabistan’a
altın gönderme işi, tüm yoksunluğa karşın savaş sırasında
da aksamadan sürdürüldü. “Enver
Paşa ile Cemal Paşa arasında en sıkıntılı yazışmalar”
altın
yetiştirme üzerine oluyordu.11
Almanya’dan
alınan altınlar Şerif’e aktarılıyor, Almanlar da bu altınları
Osmanlı Devletine borç yazıyordu. Üstelik Şerif
Hüseyin
İngilizler’den de altın alıyordu. Açıklanan İngiliz
belgeleri, “Arap
ayaklanmasında”
ne kadar altın kullanıldığını açıklamaktadır. Bu tür
işlerle görevli Sir
Ronald Storrs,
“Arap
ayaklanmasının İngiliz vergi mükelleflerine maliyetinin toplam 11
milyon sterlin”
olduğunu belirterek şunları söyler: “Benim
verdiğim ilk miktardan ayrı olarak, Şerif Hüseyin 8 Ağustos’tan
sonra, her ay 125 bin sterlin aldı. Bunun toplamı 1 milyon
sterlinden biraz daha azdı. Geriye kalan 10 milyonluk miktar, askeri
harekatlar ve İngiltere’den getirilen malzemelerin sonucudur.”
12
Şerif
Hüseyin’in,
Türkler ve İngilizler’den ayrı olarak Fransızlar’dan da altın
aldığı, Fransız belgelerinde görülmektedir. Yarbay Edouard
Bremond,
yanına Cezayir,
Tunus,
Fransız
Batı Afrikası’ndan
getirttiği “seçkin
bir Müslüman heyeti”
alarak 20 Eylül 1916’da Cidde’ye
gitmiş ve burada Şerif
Hüseyin’e,
1 milyon 250 bin altın frank vermişti. Bunu, kısa bir süre sonra
küçük bir Fransız askeri gücünün; makinalı silahlar, sahra
topları ve tüfekler getirmesi izledi.13
Türkler’in
dağıttığı altın miktarı konusunda, Enver
Paşa’nın
10 Ekim 1916’da tuttuğu şu kayıt bir fikir vermektedir: “Halil
Paşa, Güney’deki aşiretler için 50 bin altın istiyor, 2. ve 6.
Ordu’nun ihtiyacı için bana ayda 200 bin altın gerekiyor. Ancak,
maliyeye verilmekte olan 250 bin altından Maliye Nazırı bana bir
şey vermiyor. Çünkü o da, gerek Mekke Şerifi’nin, gerek diğer
emirler ile elde tutulması
kesinlikle
şart olan diğer Arap şeyhleri için altın para ödemeye
mecburdur. Rica ederim, Hindenburg Cenaplarına yazınız. Savaşın
sürdürülmesine bizce çok etkisi olacak bir miktar altın parayı
mutlaka temin buyursunlar.” 14
Altın:
Arap’a Var Orduya Yok
Arabistan’a
bu denli yoğun altın akışı varken, Kafkasya Cephesini tutan
3.Ordu’ya bütün savaş boyunca bir tek altın lira bile
gönderilmemiş15,
koskoca ordu açlık ve donanımsızlık nedeniyle onbinlerce ölü
vermişti.16
1917
yılında Mekke
Şerifi’ne
altın ve armağan götüren kurulun
başkanı (surra emini)
olan Yüksek Yargıç Hüseyin
Kamil Ertur,
anılarında şunları yazacaktır: “Osmanlı
Devleti her yıl Araplar’a binlerce altın gönderiyordu. Hazinesi
tamtakır olduğu, kendi askerine savaş alanlarında bir lokma
yiyecek veremediği, düşmana atacak kurşun sağlayamadığı ve
çıplak
ayaklarına
giydirecek bir çift çarık bulamadığı günlerde bile, Galata
bankerlerinden borç alarak Araplar’a altın gönderiliyordu. Din
kardeşliği ya da Hilafet kurumuyla kendimize bağlı tutamadığımız
Araplar’ı, altın ve parayla besleyerek kazanmaya çalışıyorduk.
Ne var ki, Arap’ın gözü doymuyordu; bizim verebildiğimizden
daha çoğunu ‘Müslüman düşmanı’ İngilizler verebiliyordu.
Hem bizden hem onlardan para almanın daha kârlı olduğunu görüyor
ve ona göre davranıyordu.” 17
Mekke
Emiri Şerif
Hüseyin’e
sürekli altın gönderilirken, surra
emini
olarak Arabistan’a altın götüren Hüseyin
Kamil’in
de belirttiği gibi, Türk askeri çoğu çöl olan cephelerde
sıradışı yoksunluklar, açlık, donanımsızlık ve ağır bir
Arap ihaneti altında savaşıyordu. Doğan
Koloğlu’nun
aktarımına göre bir Türk subayı cephe koşullarını şöyle
anlatıyordu: “Erlerin
giysileri, yamanamayacak durumda, yırtık pırtık paçavralar
haline gelmiştir Ayağa giyilen çizme, potin ve yemeniler parça
parçadır ve askerin tümünde bunlar da yoktur. Çıplak ayaklara
mahmuz
(çizme ve potinin arkasına takılan ve atları dürtüp hızlandıran
demir parça y.n.) takıyoruz...
Geçen gün Araplar tarafından soyularak tümüyle çıplak hale
getirilen altı subayla dörtyüz kadar er geldi. Tümen, bunların
hiç olmazsa avret yerlerinin
(insanın görülmesi ayıp olan yerleri y.n.) örtülmesi
için çaba harcadı... Elimizdeki bitkin erat ve atla herhalde
mağlup olacağız, sonuçta hepimiz, Araplar tarafından çırılçıplak
soyulup rezil olacağız...” 18
Para
Gücü: Yöntem Değişmiyor
Birinci
Dünya Savaşı’nda özellikle Araplar üzerinde uygulanan, para ve
işbirlikçiliğe dayalı siyaset; araçları değişen, içeriği
aynı kalan yeni yöntemlerle, günümüzde de geçerlidir. Bugün,
dünyanın birçok ülkesinde mali, siyasi ya da askeri güçle
işbirlikçiler yaratılmakta ve bunlar aracılığıyla ülkeler
yönetilmektedir. Halkı temsil etmeyen ayrılıkçı örgütler,
dinsel görünümlü siyasi topluluklar, işveren
örgütleri ya da iletişim olanaklarıyla yaratılan karmaşık
ortam; küresel güçlerin azgelişmiş ülkeleri denetim altında
tutmasını sağlayan, yaşam alanlarıdır. Bugün dünyanın her
yerini sarmış olan uluslararası ilişkiler ağının temelleri,
sömürgeciliğe dek gider. Ancak, bu konudaki gerçek birikim,
20.yüzyılda Osmanlı topraklarında geliştirilmiştir.
İşbirlikçiliğin emperyalist devletler açısından değeri, tüm
boyutlarıyla bu dönemde görülmüş ve yarı-sömürgecilik,
yarı-bağımlılık
ya da küresel
entegrasyon
adı verilen egemenlik biçimi, bu dönemin derslerine dayanılarak
geliştirilmiştir.
Halklar
Barışçıdır
Ayrılıkçı
Arap örgütlerinin, Türkler’e yönelttiği düşman davranışı
ve gerçekleştirdiği ihanet saldırısı, Arap halkının
sorumluluğunun olmadığı bir azınlık hareketidir; emperyalizmin
kışkırttığı bir eylemdir. Tüm halklar gibi Arap halkı da, her
zaman dostluğa dayalı barışa eğilimli olmuştur. Köklü bir
tarihe sahiptir. Aynı dini paylaştığı ve bin yıl birlikte
yaşadığı Türk halkıyla ve Türk yönetimiyle bir sorunu
olmamıştır. Arap halkı, Atatürk’ün
emperyalizme karşı savaşımını coşkuyla karşılamış ve örnek
almıştır. Cezayir, Tunus, Mısır bu yoldan giderek, büyük
başarılar sağlamıştır. 20.yüzyıl başında emperyalist
kışkırtma ile gerçekleştirilen insanlık dışı saldırıların
yıkıcı sonuçları, Türkler’e olduğu kadar Arap halkına da
acı çektirmiştir. Türkler, Cumhuriyet’le kendilerini kurtarıp
yaralarını sarmayı başardı ancak Araplar bu acıyı, Irak’ta,
Filistin’de hala çekiyor.
DİPNOTLAR
- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.132
- a.g.e. sf.32–33
- a.g.e. sf.35–36
- a.g.e. sf.37–39
- “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 1978, sf.264
- a.g.e. sf.268 ve 272
- “Bedevi Lawrens, Arap Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., İst. 1993, sf.75
- a.g.e. sf.221
- “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 1978, sf.271
- a.g.e. sf.263
- a.g.e. sf.264
- “Orientations” Sir Ronald Storrs, sf.153, No.2; ak. Z.N.Zeine “Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.114
- “Le Hedjaz dans la guerre mondiale” Eduard Bremond (Paris 1931) sf.48-53, 64-67, 348-49; ak. a.g.e. sf.114
- “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit. 1978, sf.288
- a.g.e. sf.288
- “Bir Yedek Subayın Anıları” Faik Tonguç, T.İş.Ban. Yay., 2.Bas. 2001, sf.127
- “Tamu Yelleri” Esat K.Ertürk, TTK Basımevi 1994, sf.117-118
- “Bedevi, Lawrens, Arap, Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., 1993, sf.126–127
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder