5 Mayıs 2014 Pazartesi

TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ – 2



Arap ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir. Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler, ders alınması gereken özelliğe sahiptir.



Batının Arap Politikası ve Arap Ayaklanmaları

Araplar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşten çöküşe evrildiği 19.yüzyılda, Batının kışkırtma ve desteğiyle ve kendilerini nasıl bir sonun beklediğini anlamadan, Osmanlı yönetimine karşı savaşım vermeye başladılar.
Savaşımın öncüleri, başlangıçta özgürlük ve eşitlik sözleri ediyorlardı. Ancak, Türk devletinde, Türk unsurlardan bile daha özgür oldukları için, bu tür söylemler önceleri Arap halkı içinde etkili olmadı. Girişimler 19.yüzyıl boyunca, genellikle siyasi propaganda düzeyini aşamadı.
Emperyalist çatışmanın yoğunlaştığı ve petrolün önem kazandığı 20.yüzyılla birlikte Arap ajanları ortaya çıktı ve yayıldı. Ayaklanmalar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin içinde oluşan bir ihanet hareketine dönüştü. Ayaklanmacıların uyguladığı yöntemler, Emevi uygulamalarını aratmayacak denli vahşi, insanlık suçu oluşturacak denli şiddet içeriyordu. Batılılarla işbirliğine dayanan Arap ayaklanmaları nedeniyle, Arabistan çölleri onbinlerce Anadolu gencine mezar olacaktır.
Osmanlı yönetimine karşı ilk karşı çıkış, 19.yüzyıl başlarında Vahabiler tarafından başlatıldı; Emir Muhammed Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırdı ve 1806 yılında muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girdi. I.Selim’in (Yavuz) halifeliği İstanbul’a aldığı 1517’den beri Osmanlı padişahları adına okunan Mekke Hutbesi, III.Selim değil, Muhammed Suud adına okundu.
Suudlar; III.Selim’in giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı Hükümeti’nin ve Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı eğilim” içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu söylüyordu.1

İngiltere ve Fransa Kışkırtıcılığı

Muhammed Suud, o güne dek hiçbir Arap ileri geleninin düşünmediği, düşünse de göze alamadığı böylesi bir girişimin cesaretini, İngiltere ve Fransa’nın bölgeye yönelik politikalarından alıyordu. Bu iki devlet, o dönemde sömürgeler için sert bir rekabete girişmiş; bu rekabete yön veren politikalar, bölgedeki siyasi dengeyi bozma amacına yönelmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Hicaz bölgesindeki etkisini kırmak için; İngilizler Basra kıyılarına, Fransızlar ise Sina’ya girmeye başlamışlardı. Fransa’nın Bağdat Büyükelçisi Jean Raymond, o günlerde Paris’e gönderdiği gizli raporda şunları yazıyordu: “Fetih ruhu Araplar arasında yayılmaktadır. Geçmişteki Arap gücünün hatırası ve kavmin kendi prenslerince yönetilme ümidi, en zayıf kalplerde bile yeniden diriliyor. Vahabiler, bir Arabı tekrar hilafet makamında göreceğimiz gün yaklaşıyor; çok uzun zamandır, bir zorbanın (Osmanlı padişahının y.n.) boyunduruğu altında acı çektik diyorlar.”2
Muhammed Suud ayaklanması, kapsadığı alan ve halkın katılımı bakımından değil, niteliği nedeniyle önemlidir. Araplar, Osmanlı yönetimine karşı ilk kez, siyasi içerikli silahlı savaşıma girişmişler ve Mekke’yi ele geçirecek kadar başarılı olmuşlardı. Buna ek olarak, Avrupalı büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu içinde, dinsel kışkırtmayı siyasal amaçla ilk kez kullanıyor ve bunda da son derece başarılı oluyordu. Hıristiyan olmalarına karşın, paranın gücüne ve işbirlikçilere dayanarak Müslümanı Müslümana kırdırıyor, üstelik bunu çok ustalıklı bir biçimde yapıyorlardı.
Günümüzde de süren bu politika, son ikiyüz yıl boyunca hem Türkler’in hem Araplar’ın bağımsızlıktan yana tüm yenileşme girişimlerinin karşısına çıkarılmıştır. İngilizler, Fransızlar ya da Almanların (şimdi Amerikalıların da) Doğu politikaları tümüyle, dinin politik araç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Suud ayaklanması ve halifelik sorunu, bunun dolaylı örneklerinden biridir.
1806’da, yeniden elde etmek için uğrunda ayaklanılan halifelik, yüzyıl sonra 1922’de Türkiye’den çıkarıldığında; hemen tümü Batılılarca kurulmuş olan hiçbir Arap devleti tarafından sahiplenilmemiş ve ortada kalmıştı. Dinin siyasi amaçlı kullanımı bugün, artık büyük yatırım yapılan bir “sanayi” ve değer verilen bir siyasi uzmanlık alanı olmuştur. Büyük devletlerin tümünün, Müslüman ülkelere karşı uyguladığı politikaların temeli, bu politika üzerine oturtulmuştur. 1806 ayaklanması, Türk-Arap ilişkilerinde bu sürecin başladığı tarihtir; tarihsel önemi buradan gelir.
1810 ve 1817’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından iki kez yenilgiye uğratılıp Medine’den çıkarılan Vahabi’ler, Türk yönetimine olan karşıtlıklarını değişik yoğunluklarla sürdürdüler. Osmanlılar’dan sonra Mekke Emiri olan, bir başka Arap Şerif Hüseyin’i, 1924 yılında yenilgiye uğratıp Mekke’yi ele geçirdiler. Yüzyıllık bu süre içinde Türk karşıtlığında yalnız kalmadılar; 1806 yılında III.Selim’i, kafirlerle işbirliği yapıyor diye eleştiren Vahabi Suudlar, 1924’den bugüne dek önce İngilizlerle, daha sonra Amerikalılarla işbirliği içinde oldular.

Batı Destekli Türk Karşıtlığı

Türk karşıtlığı, Arap Yarımadası’yla sınırlı kalmadı. Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra, o dönemde birer Osmanlı eyaleti olan Mısır, Suriye ya da Irak’ta birçok Arap örgütü ortaya çıktı. Kendilerine Arap milliyetçisi diyen ancak büyük çoğunlukla Batılı devletlerle ilişkili olan insanlar; dernek, parti, vakıf ya da tarikatlar içinde örgütleniyor ve buralarda Türk yönetimine karşı siyasi savaşım yürütüyorlardı. Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak, son derece kârlı bir ve geçerli bir meslek olmuştu.
Hemen her örgüt, hem İngiliz ve Fransızlar’dan, hem de “Arap muhalefetini kazanmaya çalışan” padişahtan para alıyor ancak hemen tümü, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşım veriyorlardı. İşin ilginç yanı, İngiliz ya da Fransızlar ödedikleri paranın karşılığını alırken; Osmanlı Devleti, kendini yıkmaya çalışan düşmanına yardım eder konuma düşüyordu. Para, pahalı armağanlar, aşırı cömert ağırlamalar, yüksek görevlere atanmak, Boğaz’da değerli yalılar edinmek,3 sonucu pek değiştirmiyordu.
Suriye’de, “Türkler’in kötü yönetimine karşı”, belgesi saptanabilen ilk karşı çıkış, 1858 tarihlidir. İngiltere’nin Halep Konsolosu J.H.Skene tarafından, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliğine gönderilen bir belgede; Arapların yürüttüğü yönetim karşıtlığına, “1826’da kapatılan ve sayıları 25 bini bulan yeniçeri kalıntılarının da” katıldığı ileri sürülmekte ve şunlar söylenmektedir: “Kuzey Suriye limanlarındaki Müslüman nüfus içinde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmayı ve Mekke Şerifleri’nin hükümdarlığında yeni bir Arap devletinin kurulmasını ümit eden düşünceler ortaya çıkmaktadır. Arapların duyduğu nefret, genellikle yozlaşmış Müslümanlar olarak gördükleri Türk askerlerine ve memurlarına yönelmiştir.” 4

Arap Milli Komitesi”

19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya dışındaki (onu da 1912’de yitirecektir) tüm Avrupa topraklarını yitirmiş; Kıbrıs, Girit, Sisam, Ege Adaları, Tunus, Cezayir, Mısır ve Aden üzerindeki egemenlik haklarını başkalarına bırakmıştı.
Bu gelişmeler, Batının desteğini alan Ermenileri, kimi Kürt aşiretlerini ve özellikle Arap ayrılıkçılarını yüreklendirmiş, onları daha atak bir savaşım içine sokmuştu. Arap Milli Komitesi adlı örgüt, yayımladığı bildirilerde, sürekli ve yoğun bir Türk düşmanlığı işliyor, Osmanlı Devleti yönetimindeki başka milliyetlere bu yönde çağrılar yapıyordu.
Bu bildirilerden birinde şunlar söyleniyordu: “Araplar olarak biz, bir kez Türkler’den kurtulacak olursak, baskı altında tuttukları diğer milletler de, yani Ermeniler, Kürtler ve Arnavutlar da bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Çünkü Türkler; Arnavutlara egemen olmak için Araplar’ı, Bulgarlar’ı ezmek için Arnavutlar’ı, Kürtler’e baskı yapmak için Arapları ve Ermeniler’i ezmek için de Kürtler’i kullanmışlardır.” 5

Parçalama Ve Sınır Yenileme

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Arapların yaşadığı Osmanlı toprakları, gizli-açık haber alma örgütlerinin cirit attığı, tam bir cadı kazanıdır. Ortadoğu ve Anadolu’yla ilgilenmeyen ve bölgede etkin siyaset yürütmeyen büyük devlet kalmamış gibidir. Herkes, bölgedeki Türk egemenliğine karşı kitlesel bir taban oluşturabilmek için; Arapların, Kürtlerin, Rum ve Ermenilerin peşindedir. Diplomatlar, yerli-yabancı gizmenler (ajanlar) ve misyonerler yoğun bir çalışma içindedir.
Amaç, Türkler’in Anadolu’nun ortasına sıkıştırılarak sınırların yeniden çizilmesi ve bu geniş alanın paylaşılmasıdır. Bu amaç için, maddi-manevi her yol kullanılarak; Araplar başta olmak üzere tüm milliyetlerle, Türk karşıtı ortak ve birleşik bir cephe oluşturulacaktır. Müslüman ve Hıristiyan Araplar’ın ortak paydası Arapçılık (urûbe) duyguları işlenerek oluşturulacak bu cephe, silah dahil her yöntemi kullanacaktır. Gerçekten de dinsel inançlar, etnik duygular, akçeli ilişkiler, hatta masonluk işin içine girecek; Müslüman ya da Hıristiyan Araplar’ın “seçkin genç temsilcileri” Beyrut, Şam ya da Kahire Mason Localarına alınacaktır.6
İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Şubat 1915’de Fransa Büyükelçisi M.Cambon’a şunları söyler: “Osmanlı egemenliği, İstanbul ve boğazlarda ortadan kalkınca, bir başka yerde, İslami kurallara dayanan, bağımsız bir Müslüman siyasi birimin oluşturulması gerektiğini eskiden beri söylüyorum. Bu birimin merkezi doğal olarak, Müslümanların kutsal mekanları olacak ve tüm Arabistan’ı içerecektir. Buraya Mezopotamya’nın (Irak y.n) ya da başka bir yerin dahil edilip edilmeyeceğine karar vermeliyiz.”7



Petrol Ve Suveyş

İngiltere, Mezopotamya’nın nereye ve nasıl katılacağına çabuk karar verdi. İngiliz Hükümeti, Hindistan Dairesi Askeri Sekreteri Sir Edmund Barron’un hazırladığı raporu ve bu raporda yapılan önerileri değiştirmeden kabul etti. Petrolce zengin Mezopotamya ile Süveyş Kanalı için önemli olan Mısır’ı kendisine ayırarak Arap Yarımadası’nda, Suud egemenliğinde yeni bir dini merkez oluşturmaya yöneldi.
Bu işler için, alt yapısını yıllarca önce kurmuş olduğu Arap İşbirlikçiliğini yoğun biçimde kullandı. Sir Edmund Barron, 26 Eylül 1914 tarihli raporunda bu kullanımın yöntemleri için şunları öneriyordu: “Şu anda girişeceğimiz beklenmedik bir darbenin, çok şaşırtıcı sonuçları olacaktır. Bu darbe, Türk entrikalarını alt edecek ve gücümüzü gösterecektir. Araplar’ı bizi destekleme konusunda teşvik edecek, Muhammara ve Kuveyt şeyhlerini (Türk karşıtı y.n.) ittifaklarında güçlendirecektir. Mısır’ı güvenlik altına alacak ve Arap desteğinden yoksun kalan Türkler’in askeri başarısı imkansız hale gelecektir. Abadan’daki petrol tesisleri, etkili biçimde korunacaktır.”8

Fransa Ve Almanya Talandan Pay İstiyor

İngiliz gizli belgelerinde işlenen konular, hemen aynısıyla ve kendi çıkarlarına uygun olarak Fransız ve Alman belgelerinde de işlendi. Bugün olduğu gibi, o dönemde de tüm büyük devletler, bu toprakları paylaşma ya da kullanmanın peşindedir. Fransızlar, Arap desteğiyle Lübnan ve Suriye’yi; Almanlar, ittihatçı desteğiyle tüm Ortadoğu’yu elegeçirmeye çalışmaktadır. Her ikisinin de üzerinde durduğu ortak konu, Araplar’la kurulacak ilişkinin niteliğidir. Fransa Başbakanı Reymond Poincaré, 1912’de Senato’da şunları söyler: “Lübnan ve Suriye’de, (herkesçe y.n.) saygı duyulduğunu görmemiz gereken özel ve uzun vadeli çıkarlarımız vardır. İngiliz Hükümeti, en dostane davranışla, bu bölgeler için herhangi bir siyasi emelinin olmadığını bildirmiştir.” 9
1913 tarihli belgeler; Almanya’nın Osmanlı topraklarının tümünün peşinde olduğunu, bunu gerçekleştirmek için “savaşın kazanılmasının” beklendiğini ortaya koyar. O dönemde dile getirilen görüşler içinde, Almanya’nın Londra Büyükelçisi G.Goschen’in, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’e söyledikleri, Araplar’ın davranışını ortaya koyması bakımından ilginçtir. Bu sözler, kimi Arap örgüt yöneticilerinin para ve altın için nasıl her şeye açık olduğunu gösterir. Bu örgütler; İngiliz, Fransız ve Osmanlılardan sonra Almanlar’dan da, siyasi destek karşılığı para istemektedir. Sir Grey, henüz savaş çıkmamışken, 27 Haziran 1913 tarihli belgede, önce Türkiye hakkında görüşler ileri sürer, daha sonra Almanya’nın Londra Büyükelçisinin kendisine söylediği sözleri aktarır: “... Diğer bir tutumumuz, Asyalı Türkiye’nin topraklarını çıkar alanlarına bölmektir. Bu bölünme Türk İmparatorluğu’nun tümüyle ortadan kalkmasına yol açacaktır... Alman Büyükelçi bana ‘Araplar epeyce huzursuz görünüyorlar. Necid’li bir Arap lider, bize Türk egemenliğinin bozulduğu varsayımıyla bazı tekliflerde bulundu bile. Biz onun tekliflerini değerlendirmeyi reddettik’ dedi.” 10
İngilizler, elli yıllık Arap politikasının meyvelerini Birinci Dünya Savaşında topladılar ve Araplar’ı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yoğun bir biçimde kullandılar. Araplara yönelen ve oldukça uzun süren çalışmalar, İngilizleri, Ortadoğu’da etkili bir güç haline getirmişti; savaş çıktığında, geniş bir Türk karşıtı cephe hazırdı.

İngiltere Kazanıyor

30 Ekim 1914’te Greenwich saatiyle 17:05’te, Londra’dan, İngiliz donanmasının tüm birimlerine şu telgraf çekildi: “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan tüm gemilere: Türkiye’ye karşı derhal çarpışmalara başlayın. Haberi aldığınızı bildirin.”11 On üç sözcüklük bu telgraf, Osmanlı İmparatorluğu’nun eylemsel olarak dağıtılmasının ve Ortadoğu’da bugünkü Arap devletlerinin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. İngiliz basını, önceden kurgulanmış bir oyunu tamamlayan yayınlar yaptı. 3 Kasım 1914’de The Times; “Türkiye müttefik güçlere karşı ahlaksız bir savaşa girerek İslam’ın çıkarlarına ihanet etmiş, bu davranışıyla kendi ölüm fermanını imzalamıştır” derken, Daily Mail 23 Kasım’da; “Avrupa’ya kılıçla gelen Osmanlı, şimdi kılıçla yok oluyor; bundan hiç kuşkumuz yok.”12

DİPNOTLAR

  1. The Resources of Turkey” J. Lewis Farley, sf.2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.42
  2. Memoire sur l’origine des Wahabys, sur la naissance et sur l’influence dont ils jouissent comme nation (1806)” Kahire 1925, sf. 34; ak. a.g.e. sf.43
  3. Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, “British Documents on the Origins of war, 5:7–20” ak. a.g.e. sf.54
  4. Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, 78/1389, 1858, No:20 ve 1858 no:33; ak. a.g.e. sf.65
  5. Tamu Yelleri” Esat K. Ertur, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1994, sf.64
  6. Freemasonry in the Holy Land” Robert Morris, (New York 1873), sf.470; ak. a.g.e. sf.59
  7. Twenty-Five Years” Sir Edward Grey, (New York 1925) 2:236; ak. a.g.e. sf.103-104
  8. Report of the Commission Appointed by Act of Parliament to Enquire into the Operation of war in Mesopotamia” (Londra, H.M.S.Q., 1917), sf. 12; ak. a.g.e. sf.104
  9. The Memoirs of Raymond Poincare” Sir George Arthur (Londra 1926) I. 336, 338; ak. a.g.e. sf.101
  10. British Documents on the Origins Of the War” 10.Cilt, Bölüm I., sf.456-466; ak. a.g.e. sf.102
  11. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.103
  12. a.g.e. sf.103

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder