Arap
ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu.
Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her
olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya
açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış
Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik
düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline
geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları
vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci
kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir.
Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması
nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler,
ders alınması gereken özelliğe sahiptir.
Batının Arap Politikası ve Arap Ayaklanmaları
Araplar,
Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşten
çöküşe
evrildiği 19.yüzyılda, Batının kışkırtma ve desteğiyle ve
kendilerini nasıl bir sonun beklediğini anlamadan, Osmanlı
yönetimine karşı savaşım vermeye başladılar.
Savaşımın
öncüleri, başlangıçta özgürlük ve eşitlik sözleri
ediyorlardı. Ancak, Türk devletinde, Türk unsurlardan bile daha
özgür
oldukları için, bu tür söylemler önceleri Arap halkı içinde
etkili olmadı. Girişimler 19.yüzyıl boyunca, genellikle siyasi
propaganda düzeyini aşamadı.
Emperyalist
çatışmanın yoğunlaştığı ve petrolün önem kazandığı
20.yüzyılla birlikte Arap ajanları ortaya çıktı ve yayıldı.
Ayaklanmalar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı
Devleti’nin içinde oluşan bir ihanet hareketine dönüştü.
Ayaklanmacıların uyguladığı yöntemler, Emevi
uygulamalarını
aratmayacak denli vahşi, insanlık suçu oluşturacak denli şiddet
içeriyordu. Batılılarla işbirliğine dayanan Arap ayaklanmaları
nedeniyle, Arabistan çölleri onbinlerce Anadolu gencine mezar
olacaktır.
Osmanlı
yönetimine karşı ilk karşı çıkış, 19.yüzyıl başlarında
Vahabiler
tarafından başlatıldı; Emir
Muhammed Suud,
Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırdı
ve 1806 yılında muzaffer
bir kumandan görüntüsüyle
kente girdi. I.Selim’in
(Yavuz)
halifeliği İstanbul’a aldığı 1517’den beri Osmanlı
padişahları adına okunan Mekke Hutbesi, III.Selim
değil, Muhammed
Suud
adına okundu.
Suudlar;
III.Selim’in
giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı
Hükümeti’nin ve Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk
kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına
aykırı eğilim”
içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform
adına dini gevşeklik ve çürümeye”
neden olduğunu söylüyordu.1
İngiltere
ve Fransa Kışkırtıcılığı
Muhammed
Suud,
o güne dek hiçbir Arap ileri geleninin düşünmediği, düşünse
de göze alamadığı böylesi bir girişimin cesaretini, İngiltere
ve Fransa’nın bölgeye yönelik politikalarından alıyordu. Bu
iki devlet, o dönemde sömürgeler için sert bir rekabete girişmiş;
bu rekabete yön veren politikalar, bölgedeki siyasi dengeyi bozma
amacına yönelmişti.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Hicaz
bölgesindeki etkisini kırmak için; İngilizler Basra
kıyılarına, Fransızlar ise Sina’ya
girmeye başlamışlardı. Fransa’nın Bağdat Büyükelçisi Jean
Raymond,
o günlerde Paris’e gönderdiği gizli raporda şunları yazıyordu:
“Fetih
ruhu Araplar arasında yayılmaktadır. Geçmişteki Arap gücünün
hatırası ve kavmin kendi prenslerince yönetilme ümidi, en zayıf
kalplerde bile yeniden diriliyor. Vahabiler, bir Arabı tekrar
hilafet makamında göreceğimiz gün yaklaşıyor; çok uzun
zamandır, bir zorbanın (Osmanlı
padişahının y.n.)
boyunduruğu altında acı çektik diyorlar.”2
Muhammed
Suud
ayaklanması, kapsadığı alan ve halkın katılımı bakımından
değil, niteliği nedeniyle önemlidir. Araplar, Osmanlı yönetimine
karşı ilk kez, siyasi içerikli silahlı savaşıma girişmişler
ve Mekke’yi
ele geçirecek kadar başarılı olmuşlardı. Buna ek olarak,
Avrupalı büyük devletler, Osmanlı
İmparatorluğu
içinde, dinsel
kışkırtmayı siyasal amaçla ilk
kez kullanıyor ve bunda da son derece başarılı oluyordu.
Hıristiyan olmalarına karşın, paranın gücüne ve işbirlikçilere
dayanarak Müslümanı
Müslümana kırdırıyor,
üstelik bunu çok ustalıklı bir biçimde yapıyorlardı.
Günümüzde
de süren bu politika, son ikiyüz yıl boyunca hem Türkler’in hem
Araplar’ın bağımsızlıktan yana tüm yenileşme girişimlerinin
karşısına çıkarılmıştır. İngilizler, Fransızlar ya da
Almanların (şimdi Amerikalıların da) Doğu politikaları tümüyle,
dinin politik araç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Suud
ayaklanması ve halifelik sorunu, bunun dolaylı örneklerinden
biridir.
1806’da,
yeniden elde etmek için uğrunda ayaklanılan halifelik,
yüzyıl sonra 1922’de Türkiye’den çıkarıldığında; hemen
tümü Batılılarca kurulmuş olan hiçbir Arap devleti tarafından
sahiplenilmemiş ve ortada kalmıştı. Dinin siyasi amaçlı
kullanımı bugün, artık büyük yatırım yapılan bir “sanayi”
ve değer verilen bir siyasi uzmanlık alanı olmuştur. Büyük
devletlerin tümünün, Müslüman ülkelere karşı uyguladığı
politikaların temeli, bu politika üzerine oturtulmuştur. 1806
ayaklanması, Türk-Arap
ilişkilerinde
bu sürecin başladığı tarihtir; tarihsel önemi buradan gelir.
1810
ve 1817’de Mısır Valisi Mehmet
Ali Paşa
tarafından iki kez yenilgiye uğratılıp Medine’den
çıkarılan Vahabi’ler,
Türk yönetimine olan karşıtlıklarını değişik yoğunluklarla
sürdürdüler. Osmanlılar’dan sonra Mekke Emiri olan, bir başka
Arap Şerif
Hüseyin’i,
1924 yılında yenilgiye uğratıp Mekke’yi ele geçirdiler.
Yüzyıllık bu süre içinde Türk karşıtlığında yalnız
kalmadılar; 1806 yılında III.Selim’i,
kafirlerle
işbirliği
yapıyor
diye eleştiren Vahabi
Suudlar,
1924’den bugüne dek önce İngilizlerle, daha sonra Amerikalılarla
işbirliği
içinde oldular.
Batı
Destekli Türk Karşıtlığı
Türk
karşıtlığı, Arap Yarımadası’yla sınırlı kalmadı.
Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra, o dönemde birer
Osmanlı eyaleti olan Mısır, Suriye ya da Irak’ta birçok Arap
örgütü ortaya çıktı. Kendilerine Arap
milliyetçisi
diyen ancak büyük çoğunlukla Batılı devletlerle ilişkili olan
insanlar; dernek, parti, vakıf ya da tarikatlar içinde örgütleniyor
ve buralarda Türk yönetimine karşı siyasi savaşım
yürütüyorlardı. Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak, son
derece kârlı bir iş
ve geçerli bir meslek
olmuştu.
Hemen
her örgüt, hem İngiliz ve Fransızlar’dan, hem de “Arap
muhalefetini kazanmaya çalışan”
padişahtan para alıyor ancak hemen tümü, Osmanlı Devleti’ne
karşı savaşım veriyorlardı. İşin ilginç yanı, İngiliz ya da
Fransızlar ödedikleri paranın karşılığını alırken; Osmanlı
Devleti, kendini yıkmaya çalışan düşmanına yardım eder konuma
düşüyordu. Para,
pahalı
armağanlar,
aşırı
cömert ağırlamalar,
yüksek
görevlere atanmak,
Boğaz’da
değerli yalılar edinmek,3
sonucu pek değiştirmiyordu.
Suriye’de,
“Türkler’in
kötü yönetimine karşı”,
belgesi saptanabilen ilk karşı çıkış, 1858 tarihlidir.
İngiltere’nin Halep Konsolosu J.H.Skene
tarafından, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliğine gönderilen
bir belgede; Arapların yürüttüğü yönetim karşıtlığına,
“1826’da
kapatılan ve sayıları 25 bini bulan yeniçeri kalıntılarının
da”
katıldığı ileri sürülmekte ve şunlar söylenmektedir: “Kuzey
Suriye limanlarındaki Müslüman nüfus içinde, Osmanlı
İmparatorluğu’ndan ayrılmayı ve Mekke Şerifleri’nin
hükümdarlığında yeni bir Arap devletinin kurulmasını ümit
eden düşünceler ortaya çıkmaktadır. Arapların duyduğu nefret,
genellikle yozlaşmış Müslümanlar olarak gördükleri Türk
askerlerine ve memurlarına yönelmiştir.” 4
“Arap
Milli Komitesi”
19.yüzyılın
sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya
dışındaki (onu da 1912’de yitirecektir) tüm Avrupa topraklarını
yitirmiş; Kıbrıs,
Girit,
Sisam,
Ege
Adaları,
Tunus,
Cezayir,
Mısır
ve Aden
üzerindeki egemenlik haklarını başkalarına bırakmıştı.
Bu
gelişmeler, Batının desteğini alan Ermenileri, kimi Kürt
aşiretlerini ve özellikle Arap ayrılıkçılarını
yüreklendirmiş, onları daha atak bir savaşım içine sokmuştu.
Arap
Milli Komitesi
adlı örgüt, yayımladığı bildirilerde, sürekli ve yoğun bir
Türk düşmanlığı işliyor, Osmanlı Devleti yönetimindeki başka
milliyetlere bu yönde çağrılar yapıyordu.
Bu
bildirilerden birinde şunlar söyleniyordu: “Araplar
olarak biz, bir kez Türkler’den kurtulacak olursak, baskı altında
tuttukları diğer milletler de, yani Ermeniler, Kürtler ve
Arnavutlar da bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Çünkü
Türkler; Arnavutlara egemen olmak için Araplar’ı, Bulgarlar’ı
ezmek için Arnavutlar’ı, Kürtler’e baskı yapmak için
Arapları ve Ermeniler’i ezmek için de Kürtler’i
kullanmışlardır.” 5
Parçalama
Ve Sınır Yenileme
Birinci
Dünya Savaşı öncesinde Arapların yaşadığı Osmanlı
toprakları, gizli-açık haber alma örgütlerinin cirit
attığı,
tam bir cadı
kazanıdır.
Ortadoğu ve Anadolu’yla ilgilenmeyen ve bölgede etkin siyaset
yürütmeyen büyük devlet kalmamış gibidir. Herkes, bölgedeki
Türk egemenliğine karşı kitlesel bir taban oluşturabilmek için;
Arapların, Kürtlerin, Rum ve Ermenilerin peşindedir. Diplomatlar,
yerli-yabancı gizmenler (ajanlar) ve misyonerler yoğun bir çalışma
içindedir.
Amaç,
Türkler’in Anadolu’nun ortasına sıkıştırılarak sınırların
yeniden çizilmesi ve bu geniş alanın paylaşılmasıdır. Bu amaç
için, maddi-manevi
her yol kullanılarak; Araplar başta olmak üzere tüm
milliyetlerle, Türk karşıtı ortak
ve birleşik bir cephe
oluşturulacaktır. Müslüman ve Hıristiyan Araplar’ın ortak
paydası Arapçılık
(urûbe)
duyguları işlenerek oluşturulacak bu cephe, silah dahil her
yöntemi kullanacaktır. Gerçekten de dinsel inançlar, etnik
duygular, akçeli ilişkiler, hatta masonluk
işin içine girecek; Müslüman ya da Hıristiyan Araplar’ın
“seçkin
genç
temsilcileri”
Beyrut, Şam ya da Kahire Mason
Localarına
alınacaktır.6
İngiliz
Dışişleri Bakanı Sir
Edward Grey,
Şubat 1915’de Fransa Büyükelçisi M.Cambon’a
şunları söyler: “Osmanlı
egemenliği, İstanbul ve boğazlarda ortadan kalkınca, bir başka
yerde, İslami kurallara dayanan, bağımsız bir Müslüman siyasi
birimin oluşturulması gerektiğini eskiden beri söylüyorum. Bu
birimin merkezi doğal olarak, Müslümanların kutsal mekanları
olacak ve tüm Arabistan’ı içerecektir. Buraya Mezopotamya’nın
(Irak
y.n)
ya da başka bir yerin dahil edilip edilmeyeceğine karar
vermeliyiz.”7
Petrol
Ve Suveyş
İngiltere,
Mezopotamya’nın nereye ve nasıl katılacağına çabuk karar
verdi. İngiliz Hükümeti, Hindistan Dairesi Askeri Sekreteri Sir
Edmund
Barron’un
hazırladığı raporu ve bu raporda yapılan önerileri
değiştirmeden kabul etti. Petrolce zengin Mezopotamya ile Süveyş
Kanalı için önemli olan Mısır’ı kendisine ayırarak Arap
Yarımadası’nda, Suud egemenliğinde yeni bir dini
merkez
oluşturmaya yöneldi.
Bu
işler için, alt yapısını yıllarca önce kurmuş olduğu Arap
İşbirlikçiliğini yoğun biçimde kullandı. Sir
Edmund
Barron,
26 Eylül 1914 tarihli raporunda bu kullanımın yöntemleri için
şunları öneriyordu: “Şu
anda girişeceğimiz beklenmedik bir darbenin, çok şaşırtıcı
sonuçları olacaktır. Bu darbe, Türk entrikalarını alt edecek ve
gücümüzü gösterecektir. Araplar’ı bizi destekleme konusunda
teşvik edecek, Muhammara ve Kuveyt şeyhlerini
(Türk karşıtı y.n.) ittifaklarında
güçlendirecektir. Mısır’ı güvenlik altına alacak ve Arap
desteğinden yoksun kalan Türkler’in askeri başarısı imkansız
hale gelecektir. Abadan’daki petrol tesisleri, etkili biçimde
korunacaktır.”8
Fransa
Ve Almanya Talandan Pay İstiyor
İngiliz
gizli belgelerinde işlenen konular, hemen aynısıyla ve kendi
çıkarlarına uygun olarak Fransız ve Alman belgelerinde de
işlendi. Bugün olduğu gibi, o dönemde de tüm büyük devletler,
bu toprakları paylaşma ya da kullanmanın peşindedir. Fransızlar,
Arap desteğiyle Lübnan ve Suriye’yi; Almanlar, ittihatçı
desteğiyle tüm Ortadoğu’yu elegeçirmeye çalışmaktadır. Her
ikisinin de üzerinde durduğu ortak konu, Araplar’la kurulacak
ilişkinin niteliğidir. Fransa Başbakanı Reymond
Poincaré,
1912’de Senato’da şunları söyler: “Lübnan
ve Suriye’de,
(herkesçe y.n.) saygı
duyulduğunu görmemiz gereken özel ve uzun vadeli çıkarlarımız
vardır. İngiliz Hükümeti, en dostane davranışla, bu bölgeler
için herhangi bir siyasi emelinin olmadığını bildirmiştir.” 9
1913
tarihli belgeler; Almanya’nın Osmanlı topraklarının tümünün
peşinde olduğunu, bunu gerçekleştirmek için “savaşın
kazanılmasının”
beklendiğini ortaya koyar. O dönemde dile getirilen görüşler
içinde, Almanya’nın Londra Büyükelçisi G.Goschen’in,
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir
Edward Grey’e
söyledikleri, Araplar’ın davranışını ortaya koyması
bakımından ilginçtir. Bu sözler, kimi Arap örgüt
yöneticilerinin para ve altın için nasıl her
şeye açık
olduğunu gösterir. Bu örgütler; İngiliz, Fransız ve
Osmanlılardan sonra Almanlar’dan da, siyasi destek karşılığı
para istemektedir. Sir
Grey,
henüz savaş çıkmamışken, 27 Haziran 1913 tarihli belgede, önce
Türkiye hakkında görüşler ileri sürer, daha sonra Almanya’nın
Londra Büyükelçisinin kendisine söylediği sözleri aktarır:
“...
Diğer bir tutumumuz, Asyalı Türkiye’nin topraklarını çıkar
alanlarına bölmektir. Bu bölünme Türk İmparatorluğu’nun
tümüyle ortadan kalkmasına yol açacaktır... Alman Büyükelçi
bana ‘Araplar epeyce
huzursuz
görünüyorlar. Necid’li bir Arap lider, bize Türk egemenliğinin
bozulduğu varsayımıyla bazı tekliflerde bulundu bile. Biz onun
tekliflerini değerlendirmeyi reddettik’ dedi.” 10
İngilizler,
elli yıllık Arap politikasının meyvelerini Birinci Dünya
Savaşında topladılar ve Araplar’ı Osmanlı İmparatorluğu’na
karşı yoğun bir biçimde kullandılar. Araplara yönelen ve
oldukça uzun süren çalışmalar, İngilizleri, Ortadoğu’da
etkili bir güç haline getirmişti; savaş çıktığında, geniş
bir Türk karşıtı cephe hazırdı.
İngiltere
Kazanıyor
30
Ekim 1914’te Greenwich
saatiyle 17:05’te, Londra’dan, İngiliz donanmasının tüm
birimlerine şu telgraf çekildi: “Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’ndan tüm gemilere: Türkiye’ye karşı
derhal
çarpışmalara başlayın. Haberi aldığınızı bildirin.”11
On üç sözcüklük bu telgraf, Osmanlı İmparatorluğu’nun
eylemsel olarak dağıtılmasının ve Ortadoğu’da bugünkü Arap
devletlerinin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. İngiliz
basını, önceden kurgulanmış bir oyunu tamamlayan yayınlar
yaptı. 3 Kasım 1914’de The
Times;
“Türkiye
müttefik güçlere karşı ahlaksız bir savaşa girerek İslam’ın
çıkarlarına ihanet etmiş, bu davranışıyla kendi ölüm
fermanını imzalamıştır” derken,
Daily Mail 23
Kasım’da;
“Avrupa’ya kılıçla gelen Osmanlı, şimdi kılıçla yok
oluyor; bundan hiç kuşkumuz yok.”12
DİPNOTLAR
- “The Resources of Turkey” J. Lewis Farley, sf.2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.42
- “Memoire sur l’origine des Wahabys, sur la naissance et sur l’influence dont ils jouissent comme nation (1806)” Kahire 1925, sf. 34; ak. a.g.e. sf.43
- Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, “British Documents on the Origins of war, 5:7–20” ak. a.g.e. sf.54
- Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, 78/1389, 1858, No:20 ve 1858 no:33; ak. a.g.e. sf.65
- “Tamu Yelleri” Esat K. Ertur, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1994, sf.64
- “Freemasonry in the Holy Land” Robert Morris, (New York 1873), sf.470; ak. a.g.e. sf.59
- “Twenty-Five Years” Sir Edward Grey, (New York 1925) 2:236; ak. a.g.e. sf.103-104
- “Report of the Commission Appointed by Act of Parliament to Enquire into the Operation of war in Mesopotamia” (Londra, H.M.S.Q., 1917), sf. 12; ak. a.g.e. sf.104
- “The Memoirs of Raymond Poincare” Sir George Arthur (Londra 1926) I. 336, 338; ak. a.g.e. sf.101
- “British Documents on the Origins Of the War” 10.Cilt, Bölüm I., sf.456-466; ak. a.g.e. sf.102
- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.103
- a.g.e. sf.103
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder