12 Aralık 2014 Cuma

SELÇUKLU VE OSMANLILARDA TOPRAK DÜZENİ -2


Selçuklu ve Osmanlılar’da gelişkin bir toplumsal düzen yaratan toprak iyeliğinin (mülkiyetinin) temel özelliği, Orta Asya kültürünün gelişkin bir uzantısı ve paylaşımcılığa dayanan kamucu yaşam biçiminin doğal ürünü olmasıdır.


İyelik (Mülkiyet) Biçimleri

Osmanlı toplumunda geçerli iyelik biçimi, toprağın devlete ait olduğu mirî toprak düzeniydi. Ancak, daha az olmak üzere, başka iyelik biçimleri de vardı. İmparatorluğun çok geniş bir alana yayılmış olması, toprak ilişkilerine bölgeler arasındaki ayrım ve özelliklere göre değişik biçimler verilmesini zorunlu kılıyordu.
Fethedilen yerlerde devletin kalıcılığını sağlamada belki de en önemli sorun, toprak ilişkilerindeki çeşitlilik ve bu çeşitliliğe uygun çözümlerin bulunup uygulanmasıydı. Onlarca millet ve milliyetin yaşadığı yedi milyon kilometre karelik İmparatorlukta, tek bir uygulamanın her yerde ve aynı biçimde gerçekleştirilmesi olanaksızdı. Bu nedenle, özel koşullara uyum gösteren ve gereksinime yanıt veren değişik iyelik ilişkileri geliştirildi ve uygulandı.
Osmanlılar, genel bir yaklaşım olarak, toprakta özel iyeliğe uzak duruyor ancak siyasi zorunluluklar nedeniyle kabullenmekten ve bu yönde uygulama yapmaktan da kaçınmıyordu. Sınır bölgelerindeki eyaletlerde, özellikle Türk nüfus yetersizliğinin ileri düzeyde olduğu Rumeli’de devlet toprakları, özel iyeliğe çevrilebiliyordu (temlik).
Başlangıçta, Türk yaşam biçimine ve yönetim geleneklerine tümüyle yabancı Rumeli’de kalıcı olmak için, güvenilir kişilere ve fetihte emeği geçen derviş ve ahi kümelere, geniş bağışıklıklar ve tam iyelik (mülk eşkincülü) hakları tanındı. Devlet görevlileri bu arazilere izinsiz giremiyor ve tutulan hesapları denetleme amacıyla isteyemiyordu. Tam iyeliğe hak kazananlar, ne askeri ne de başka bir yükümlülüğe bağlıydılar. İmparatorluğun ilerki dönemlerinde, daha özgün biçimler geliştirilecek olan yerel hükümranlık hasları bu uygulamanın uzantılarıydı.1

Karma İyelik”

Mirî devlet iyeliği ile tam iyelik arasında yer alan ve yalnızca Anadolu’da görülen, ikili iyelik denilebilecek, karma bir iyelik biçimi daha vardı. Selçuklu toprakları üzerinde kurulmuş olan geçici Türkmen beylikleri döneminde özel iyeliğe dönüşen ve o dönemde onaylanan topraklar bulunuyordu.
İslam hukukuna göre, iyelik hakkına dokunulmayacağı için, bu topraklar ellenmedi ve niceliği (miktarı) çok olmayan özel iyelik korundu. Ancak, bu toprakların devletin denetiminden tam olarak kopuk kalmasına da izin verilmedi.
Bunun için tımar düzeninin tam tersi bir uygulamaya gidildi ve çıplak iyelik kişi üzerinde bırakılırken, devlete toprağı kullanma hakkı (intifaa hakkı) tanındı. Bu ilginç uygulamayla, aynı toprakta iki türlü hak oluştu. Bir yanda mülk sahibinin hakları (malikâne), öte yanda devletin hakları (divanî), karma bir iyelik biçimi içinde birleştirildi. Bu topraklara malikhane-divanî toprakları adı verildi.2

Din ve Etnik Çeşitlilik

Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve etnik köken bakımından son derece karmaşık bir toplumsal yapı oluşturması, toprakta iyelik ilişkilerinin çeşitlenmesine yol açan dikkate değer bir başka etkendir. Devlet için önemli olan birtakım dinsel ya da etnik kümelere, verilen önemin düzeyine uygun olarak, ayrıcalıklı iyelik ya da kullanım hakları tanındı.
Bektaşi ve Mevlevi tekkeleri, bu kümelerin başında geliyordu. Bunlara, içindeki köyleriyle birlikte geniş topraklar ve bu toprakların geliri veriliyor; bu ilişkiler vakıflar aracılığıyla yürütülüyordu.3

Vakıf İyeliği

Vakıf iyeliği, İmparatorluğun güç yitirmeye başladığı dönemlerde, başka amaçlar için kullanıldı. Duraklama ve özellikle gerileme döneminde gelirleri azalan Saray, özel iyelikler başta olmak üzere servetlere el koyuyor, el koymalar çoğu kez sonu ölümle biten cezalandırmalar aracılığıyla yapılıyordu.
Malını ve canını güvence altına almanın yolunu arayan servet sahipleri, bunun en güvenilir yolu olarak, mallarını dolaylı olarak denetledikleri vakıflara devretmekte bulmuşlardı. İslam hukukuna göre dokunulmazlık hakları olan vakıflar, mülk sahibine hem mülkünü koruma hem de varislerine aktarma olanağı veriyordu. Günümüzde sıkça görülen, vakıfların dolaylı yoldan ayrımlı amaçlar için kullanılması, o günlerden kalma bir gelenek olsa gerekir.

Hıristiyanlar ve Kürtler

Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu, Avrupa sınır bölgelerinde, bir başka iyelik türü geliştirilmişti. Girit, Sakız, Midilli gibi tümüyle Hıristiyan nüfusun yaşadığı yerler fethedildiğinde, buralardaki topraklar, Eflak ve Boğdan sınır eyaletlerinde olduğu gibi, devlet iyeliğine alınmamıştır. Eski sahiplerinin iyeliğinde bırakılan bu topraklara, harici topraklar adı verilmiştir.4
Girit ya da Sakız’da Hıristiyan uyruğa (tebaa) verilen iyelik ayrıcalığının hemen aynısı, Anadolu’da Kürt sancak beylerine verildi. Anadolu fethedildiğinde, Kürtlerin yaşadığı bölge, sancak (ille ilçe arasında kalan yönetim birimi-mutasarrıflık) konumuna getirilerek özerkleştirilmişti.
Kürt beyleri, bu sancaktaki toprakların tam iyelik haklarına sahip oluyor, buna karşılık sefer dönemlerinde merkezi yönetim buyruğuna asker veriyordu. Her biri bir aşiretin reisi olan bu beyler, yurtluk ve ocaklık olarak gördükleri toprakları serbestçe kullanıyor ve çocuklarına miras olarak bırakıyordu.
Ayrıca, bölgede adaleti gerçekleştirme gibi önemli bir yetkiyle donatılmışlar, yalnızca toprak değil, halk üzerinde de, devletin kabul ettiği bir egemenlik kurmuşlardı.5

Devlet İyeliği

Osmanlı toplumunda bir başka iyelik biçimi, devletin kullanma hakkını hiçbir aracı kişi ve kurumla paylaşmadığı ve dolaysız kendisinin işlettiği devlet işletmeleriydi. Geniş arazilere sahip bu işletmelerde; sarayın, diğer devlet kurumlarının, okul ve yardım kuruluşlarının (imarethane) gereksinimlerini karşılayan üretim yapılırdı.
Devletten aylık alan uzman ve usta kişilerce işletilen ve devlet tekeli ayrıcalıklarıyla planlı üretim yapılan bu işletmelerde, ileri teknikler uygulanır ve tarımla uğraşan kesimlere örnek oluşturacak üretim yöntemleri geliştirilirdi.6
Devlet işletmeleri içinde yer alan padişah çiftliklerinde, doğrudan saraya gönderilen üstün nitelikli ürün elde edilirdi. Buralarda dalında uzmanlaşmış meslek sahipleri çalıştırılır ve üretilen ürünler, yalnızca saraya ait tekel niteliğini taşırdı.
Devlet işletmeleri içinde bir başka önemli birim, yoksullara hizmet veren sosyal yardım kurumları’nın (imarethane); yağ, buğday, et, pirinç, odun gibi gereksinimlerini karşılayan işletmelerdi. Civar halkı bu işletmelerde, Orta Asya’daki “atalarından kalan ırsî bir gelenek”7 olarak gönüllü çalışırlar ve bu işi toplumsal dayanışmanın bir gereği sayarak imeceye dönüştürürlerdi.
Birçok köy; “şap yakmaya”, “güherçile hizmetlerini görmeye”, “kervansaraylar çevresini şenlendirmeye”, “yolları sürekli olarak onarmaya”, “geçitler ve ileri karakollarda nöbet tutmaya” (derbent) herhangi bir karşılık beklemeden katılırdı.8

Uzmanlıklar

Devlet çiftliklerinde, uzmanlaşmaya dayanan ve aylıklı devlet görevlilerince yürütülen, çok sayıda meslek türü vardı. Padişah atlarını yetiştiren voynuklar, atçekenler; deve yetiştiren boğurcular, gezici işçi taburları, top dökücüler; su yolu, kale ve köprü yapıcı ve bakımcıları; atmaca, çakır, şahin tutucu ve yetiştirici bazdarlar kendi alanlarında o dönemin en ileri tekniklerini uygulayan ve İmparatorluğun her yanına yayılan meslek kümeleriydi.
Bunlardan ayrı olarak bir kısım yörükler, sürekli çadır bezi dokur, nal döker; gemiler için zift, kereste, yelken bezi işler; ok, yay yaparlar ve yaptıklarını parça başına ücretlerle devlete satarlardı.9

Orta Asya’nın Önemi

Selçuklu ve Osmanlılar’da gelişkin bir toplumsal düzen yaratan toprak iyeliğinin temel özelliği, Orta Asya kültürünün gelişkin bir uzantısı ve paylaşımcılığa dayanan kamucu yaşam biçiminin doğal ürünü olmasıdır.
Prof.Osman Turan, Türk mirî toprak düzeni konusunda şu saptamayı yapmıştır: “ Devlet mülkiyetindeki topraklar hiçbir zaman Türkiye’de olduğu kadar bütün ülkeyi kapsayan bir oranı bulmamıştır... Mirî toprak düzeninin kökeni, eski Türk bozkır geleneklerine bağlıdır ve bozkırın göçebe kabile düzenine göre, topraklar kabilenin ortak mülkiyetindedir. Devletin başı olan kağan, kamusal ortak mülkiyetin de temsilcisidir. Bu Türk bozkır anlayışı, yurt seçilen Anadolu’da sürmüş ve tüm ülke sultan mülkiyetinde sayılmıştır.”10
Türkler’in Anadolu’ya, Orta Asya’dan taşıdıkları ve egemen kültür durumuna getirdikleri toplumsal birikimin niteliği konusunda, Prof.Doğan Kuban ise şunları söylemektedir: “Türkler Yakındoğu’ya kuşkusuz, boş bir kabı doldurur gibi egemen olmadılar. Coğrafi mekan değişikliği, aynı zamanda bir sosyo-kültürel ve ekonomik mekan değişikliğiydi ve yeni bir sosyal yapının örgütlenmesi gerekiyordu. Bu değişme, İslam öncesi göçebe ya da yarı-göçebe Türk tarihi ile esas unsuru yerleşmiş toplum olan Osmanlı Türk tarihi arasında, geniş zaman ve mekan boyutları içinde uzanan, büyük bir Türk Ortaçağı’ nda gerçekleşmiştir.”11

Bozulma

Osmanlı toprak düzeni, duraklama dönemiyle birlikte bozulmaya, gerileme dönemiyle birlikte de çözülmeye başladı. Ekonomideki güç yitimi, dışarıya tanınan ticari ayrıcalıklarla birleşince, birbirinin yaratıcısı olan bu ikili süreç, toplumsal yapının hemen her alanına yayılan, genel bir bozulmaya yol açtı.
Hızlı büyüyen imparatorluk, başlangıçta, büyümeye yanıt veren ekonomik-politik örgütlenmeyi başarmıştı. Ancak, fetih eylemi başarılı olduğunda kazanımlar, başarısızlıkta ise ekonomik yitikler artmıştır.
Ekonomik düzen, Batıya verilen ayrıcalıklarla bozulmuş, üretici güçlerin gelişimine giderek yanıt veremez duruma gelmiş ve üretim yetmezliğiyle karşılaşılmıştı. Bu durum, dış mallara gereksinim duyulmasına, bağlı olarak da dışa bağımlı duruma gelinmesine yol açtı. Toprak düzenindeki bozulma, bu olumsuz sürecin hem sonucu, hem de nedeni olmuştu.
Bozulma, imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde başladı. İstanbul’un alınarak Rumeli’ye yerleşimin önemli oranda tamamlandığı II.Mehmet (Fatih) dönemine dek, siyasi ve kurumsal gelişme, olanca hızıyla sürmüştü. Hızlı büyümenin ilk olumsuz sonucu bu dönemde görüldü. Devlet büyüyüp imparatorluk durumuna geldikçe, eskiden gelen ve tarihsel derinliğe sahip yönetim geleneklerinden uzaklaşıldı.
Toprak, artık toplum yararına kulanılan bir mal değil, hanedanın ve onun başı olarak padişahın mülküdür; bu mülkü elde tutmak, barışçı bir paylaşıma değil hanedan soyu içinde şiddetli bir çatışmaya bağlıdır. Devlet başkanlığı kavramı ve millete önderlik düşüncesinden uzaklaşmış ve karşıtı olan hanedan egemenliğine dönüşmüştür. Eski Türkler’de her boy, kendi içinden çıkan bir bey tarafından yönetilir ve bu bey merkezi devlet yönetiminde diğerleriyle birlikte eşit haklara sahip olurdu. Aralarından seçtikleri devlet başkanı, hükümdarlık yetkilerini millet için kullanan, eşitler arasında birinci (primus inter pares) konumundaki bir görevliydi. Oysa 15.yüzyıl ve sonrası Osmanlı padişahlarının konum ve yetkileri artık böyle değildir. “Eşitler arasında birincilik” bir yana, hanedan ailesinin bireyleri arasında bile ölümcül bir yönetim yarışı vardır. Fatih Sultan Mehmet, bu “yarışı”, şehzade öldürmeyi de içeren bir duruma getirmişti.

Çöküş

Yönetim düzenini kapsayan olumsuz süreç, daha da bozularak uzun yıllar süregeldi. 19.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, artık Batılıların izin verdiği süre ve biçimde yaşayabilen, dağılmayı bekleyen bir duruma gelmişti.
Her alana yayılan çürüme, toprak düzenindeki çözülme ve bunun neden olduğu ekonomik çöküşten kaynaklanmıştır. Tanzimat uygulamalarından sonra toprak; azınlıkların, yabancıların ve onlarla dolaylı ya da doğrudan işbirliği yapan eşraf ve ayan sınıfının eline geçmiştir. Topraksız kalan köylü yoksullaşmış, ülke toprakları da giderek artan bir hızla, tarım yapılmayan, boş alanlar durumuna gelmiştir.

Toprağın Topluma Verdiği

Orta Asya bozkırlarındaki otlakların ortak kullanımına dayanan paylaşımcı anlayış; Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar’da, gelişkin bir iyelik anlayışıyla evrimleşerek bugüne dek gelmiş ve benzersiz bir toplumsal dayanışma ruhu geliştirmiştir.
Türkler, bireysel girişimcilikle kamusal sahiplenmeyi, özgürlükle devlete bağlılığı, halkın çıkarlarıyla yönetici önderliğe saygıyı, kendine özgü bir biçimde bütünleştirmiştir. Tarihsel bir gelenek olarak günümüze dek korunan bu özellik, bugün bile, yaşanmakta olan olumsuzlukları gidermenin ve ulusal varlığı korumanın temel dayanağı ve güç kaynağı olmayı sürdürmektedir.
Ulus-devlet yapısına ve toplumsal dayanışma ruhuna bugün yönelmiş olan iç ve dış saldırı, esas olarak bu geleneği erek (hedef) almıştır. Türk toplumu; toprağı kamu malı sayan, tarihinde köle çalıştırmayan, baskı yapmayan ve bunların doğal sonucu olarak insanlarının devlete, ulus varlığına ve insan ilişkilerine önem verdiği özelliklere sahiptir. Bu özellikleriyle, Batının oluşturduğu ve kökleri köleci döneme dek giden günümüzdeki küresel yıkıma karşı bir seçenek ve gizil (potansiyel) bir güç oluşturmaktadır. Uğradığı yoğun ve yaygın baskının nedeni, devinime (harekete) geçmemiş olsa da bu gizil güçtür.

DİPNOTLAR

  1. Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler” Ömer Lütfü Barkan, Vakıflar Der., Sayı 2, İst.-1942; ak. S.Yerasimos, “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.baskı, 3.Cilt, sf.256-257
  2. Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay. 7.Bas., 3.Cilt, sf.252
  3. Türkiye Köy İktisadiyatı” İsmail Hüsrev, Kadro Dergisi Yay., İst.-1934, sf.163-164, ak; Prof. S.Aksoy, “Türkiye’de Toprak Meselesi” Gerçek Yay., 2. Bas.-1971, sf.36
  4. Türkiye’de Toprak Meselesi” Prof.S.Aksoy, Gerçek Yay., 2.Bas.-1971, sf.37
  5. a.g.e. sf. 37
  6. Osmanlı İmparatorluğu’nda Çiftçi Sınıflarının Hukuki Statüsü” Ömer Lütfü Barkan, Ülkü, Cilt IX-X İst.-1957, ak; S.Yerasimos, “AzgelişmişLik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 1.Cilt, sf.259-260
  7. a.g.e. sf.259
  8. a.g.e. sf.259
  9. a.g.e. sf.260
  10. Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku” Belleten 47, sf.551, ak; Doğan Avcıoğlu “Türklerin Tarihi” Tekin Yay., 5.Cilt
  11. VII. Türk Tarih Kongresi” 1.Cilt, sf.283; ak. Doğan Avcıoğlu “Türklerin Tarihi” Tekin Yay., 1996, 5.Cilt, sf.2075

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder