12 Haziran 2015 Cuma

TÜRK KÜRT İLİŞKİLERİ -3


Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni ya da Rumlar değildir. 20.yüzyıl başında, emperyalizmin oyununa gelen bu iki halk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek zorunda kaldılar ve Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk yaratmadılar. Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de belirlenebilecek bir sınır vardır. Türkler ve Kürtler, Türk ulusunun asal unsurlarıdır; toplumsal ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin her yerinde beraber yaşamaktadırlar. Doğu ya da Güneydoğu’da, biçimi ve adı ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi, Kürtler için daha geri bir konuma düşme, yani hak kaybına uğramaktan başka bir şey değildir.


Emperyalist Kışkırtma ve Kürtler

Türk-Kürt birlikteliği, yüzlerce yıllık ortak yaşamın getirdiği çok yönlü bir kaynaşma üzerine kuruludur. Kaynaşma’nın niteliğini görmek, gerçek boyutlarıyla kavramak ve buna göre davranmak; ulusal birliği koruyup geliştirmek ve özellikle Kürtler üzerinde yoğunlaşan etnik kışkırtmayı etkisiz kılmak için gereklidir. Böyle bir girişim, her şeyden önce, bilgili ve bilinçli olmayı, içinde yaşanan toplumu tanımayı gerektirir.
Ulus-devlet varlığının korunmasını dolaysız ilgilendiren bu girişim, yalnızca Türk ve Kürt kökenlileri ya da yalnızca devlet yetkilileriyle onlara karşı savaşım verenleri değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan herkesi ilgilendiren bir konudur. Anadolu’da Türk-Kürt ayrılığının olabilirliğini düşünmek, gerçekleşme olasılığı bulunmayan sanal erekler peşinde koşmak demektir. Bu iki halk, bin yıllık ortak geçmiş içinde o denli kaynaşmış, o denli iç içe girmiştir ki, bunları birbirinden ayırmaya çalışmak, üstelik bunu emperyalist destekli çatışma yoluyla yapmak, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler’e olduğu kadar ve kuşkusuz onlardan daha çok, Kürtler’e büyük zarar veren/verecek olan bir girişimdir. Bu tür girişimler, sonu felaket olan çıkmaz sokaklardır.
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni ya da Rumlar değildir. 20.yüzyıl başında, emperyalizmin oyununa gelen bu iki halk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek zorunda kaldılar ve Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk yaratmadılar. Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de belirlenebilecek bir sınır vardır.
Anadolu’da Türk ve Kürt etle tırnak gibidir; her ikisi de Türk ulusunun asal unsurlarıdır; toplumsal ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin her yerinde beraber yaşamaktadırlar. Ekonomiden siyasete toplumun her alanında ve her düzeyinde yer alan Kürt kökenlilerden İstanbul’da iki, İzmir’de bir milyon insan yaşamaktadır; ortak yaşam, hemen her kent ve hatta ilçe için geçerlidir. Bu insanları birbirinden ayırmak olanaksızdır. Doğu ya da Güneydoğu’da, biçimi ve adı ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi, Kürt kökenli yurttaşlar için daha geri bir konuma düşme, hak kaybına uğramaktan başka bir şey değildir.
ABD ve AB yönlendirmesindeki ayrılıkçı örgütler, para ve siyasi desteğin itici gücüyle, bugün henüz halka inmemiş olan, Türk-Kürt çatışmasını içeren bir yaymaca yürütüyor. Bunlar, sonu gelmeyen çatışmalarla dolu bir karmaşa ortamı yaratarak, bölgeye yönelik emperyalist politikaların uygulayıcılığını yapmaktadır. Bolca kullandıkları eşitlik, özgürlük gibi söylemlerin kuşkusuz hiçbir değeri yoktur. Anadolu’da bin yılda oluşmuş dengeleri bozma peşindedirler.
Kürt halkı, Türk-Kürt ayrımcılığı için çaba harcamanın, sonu acılarla dolu bir serüven olduğunu anlıyor. Yabancıların desteğiyle oluşan siyasi oluşumların kalıcı olamayacağını ve sorun yaratmaktan başka bir şeye yaramayacağını görüyor. Uzun bir geçmiş içinde oluşan, akrabalıklarla dolu birlikteliğin kök sağlamlığını ve bu sağlamlığın yarattığı tarihsel varsıllığı biliyor. Ancak, ülkenin tüm insanları gibi sahipsiz bırakılmış durumda. Batı Trakya ve Balkanlar’da yüz yıl öncesinde olduğu gibi, devlet bölgeden çekilmiş. Halk, ayrılıkçı örgütlerle baş başa bırakılmış. Herşeye karşın, Türk ve Kürt halkının nesnelliğe dayanan karşılıklı sahiplenmesi nedeniyle Türkiye, Sovyetler Birliği ya da Yugoslavya gibi olmuyor; Batılılar bunu bir türlü başaramıyor.

Geçmişten Gelen

Osmanlı döneminde, merkezî yönetime asker verilmesi karşılığında tanınmış olan özerklik hakları, Kürt aşiretlerince uzun süre serbestçe kullanıldı ve Kürtler, Araplar’dan sonra İmparatorluğun en ayrıcalıklı uyruğu olarak yaşadı. Bugün, emperyalist devletlerle uzlaşan kimi Kürt kümelerinin sürekli yineledikleri, “Kürtler Türkler tarafından yüzyıllardır ezilip sömürülüyor, etnik kimlikleri tanınmıyor” türündeki sözlerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Osmanlı döneminde ezilmekten ya da baskı altına alınmaktan söz edilecekse, bunu herhalde Kürtlerin değil, Türkmenlerin dile getirmesi gerekir.
Gerileme dönemiyle başlayan yönetim bozulması, 19.yüzyılda yoğunlaşan dış karışmayla birleşince, toplumun her kesimini etkileyen sorunlar ortaya çıktı. Bu sorunlardan doğal olarak Kürt unsurlar da etkilendi. Büyük devletlerin, gizli-açık kışkırtma ve desteğinin etkisinde kalan, az sayıdaki Kürt aşireti, merkezî yönetime karşı, bu dönemde harekete geçti/geçirildi. Aynı dönemde, yine dış kışkırtmaya bağlı olarak Ermeniler de ayaklanmışlardı.
Cumhuriyet döneminde, uluslaşmanın zorunlu koşulu olarak etnik (ve dinsel) ayrılık ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu yöndeki girişimler, yüzyıllarca denetimsiz bir özerklik içinde yaşayan kimi aşiretleri, alışkanlıklarının değişecek olması nedeniyle rahatsız etti. Tutuculuğu temsil eden bu rahatsızlık, Batılılar tarafından ustaca kullanıldı ve ayrılıkçılık desteklendi. Kürt nüfusun küçük bir bölümünü içine çekebilen, ulus karşıtı ayaklanmalar bu dönemde gelişti.

Dış Karışma

Batı Avrupa sömürgeciliğinin kabuk değiştirdiği 19. yüzyıla dek, önemli bir Kürt-devlet çatışması yaşanmadı. Sanayi devriminin yol açtığı üretim artışı nedeniyle pazar edinme yarışına girişen Batılı büyük devletler, Ortadoğu’da sert bir çatışma içine girmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun başta petrol olmak üzere doğal varsıllığı bu çatışmanın gerekçesiydi. Ayrıca, bu topraklar, yeraltı-yerüstü varsıllığıyla, yalnızca değerli bir pazar değil, onunla birlikte, Doğu-Batı ticaret yollarının kavşak noktası ve enerji kaynaklarının merkeziydi.
Uzakdoğu’da sömürgesi olan İngiliz ve Fransızlar, pazar edinme peşindeki Almanlar ve Amerikalılar, sıcak denizlere inme peşindeki Ruslar, Osmanlı topraklarıyla yakından ilgileniyordu. Yürütülen politikaların yöneldiği ana amaç; Osmanlı Devleti’nin politikalarına yön vermek, bunun için işbirlikçi edinmek, misyoner okullarını, akçalı bağımlılıkları, etnik ve dinsel yapıları kullanmak ve daha sonra bu büyük ülkeyi paylaşmaktı. Gerileme döneminin çöküşe dönüşmesi, amaç sahiplerine bu olanağı veriyordu.
Doğu sorunu” adı verilerek yürürlüğe sokulan, Batı politikasının merkezinde; ekonomik bağımlılığı sağlamak, din ve etnik köken ayrımlılıklarını, ayrılıkçı amaçlar için kullanmak vardır. Para ve siyasi destekle yürütülen kışkırtma, dizgeli ve sürekli bir dış karışma politikası durumuna getirildi. Bu politika, yoksullaşan halkın sorunlarına yanıt vermeyen kötü yönetimlerle birleşince, iç gerilimler ve ayrışmalar için uygun bir ortam oluştu; etnik ya da dinsel, ayrılıkçı devinimler ve çatışmalar ortaya çıktı.

Osmanlının Son Dönemi ve Kürtler

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan olaylar, bu politikanın acılı sonuçlarıdır. 19.yüzyılın ikinci yarısında ve 20.yüzyıl başlarında; İngilizler Arap, Kürt ve Rumlarla; Fransız ve Amerikalılar Ermenilerle; Ruslar Ermeni ve Kürtlerle ilgilendiler ve bu ilginin sonucu, Ortadoğu kan gölüne döndü.
Ermeniler ve Rumlar, yüzlerce yıl Türklerle birlikte barış içinde yaşadıkları toprakları bırakıp başka yerlere gitti. Ancak, tüm kışkırtmalara karşın Kürtler Türklerle, halkı kapsayan bir çatışma içine girmedi. Kışkırtıcıların, misyonerlerin, arkeolog ve antropolog görünümlü görevlilerin yoğun çalışma yaptıkları, para ve ihanetin kol gezdiği bir ortamda ve tüm olumsuz koşullara karşın, Türk-Kürt birlikteliği, güçlüklere göğüs gerdi ve bugünlere geldi.

Kürtlerin Ermeni ve Rumlardan Ayrımı

Etnik ya da dinsel, yerel ayrımlara dayanan, kışkırtmaya yönelik Batı politikası, Türkiye’de, azalan artan yoğunluklarla iki yüz yıldır sürmektedir. 20.yüzyıl başlarında ve günümüzde, en yoğun dönemini yaşayan uygulamaların, bize gösterdiği açık sonuç; harcanan onca para ve çabaya karşın, Kürtlerle Türklerin düşmanlaştırılmasının tam olarak hala başarılamamış olmasıdır.
Yüzyıl başında Ermeni ve Rumlar üzerinde uygulanan, dün Yugoslavya’da kolayca sağlanan, halkları birbirine çatıştırma politikası; yüz yıllık uğraşıya karşın, Türkiye’de, şimdiye dek yürümedi. Türk ve Kürt kökenli insanlar, aynı devletin eşit konumlu yurttaşları olarak; yalnızca dış kışkırtmaya karşı değil, içteki kötü yönetime karşı da direniyor. Halk, ağır yoksulluk koşullarına karşın, içten ya da dıştan yapılan sözveri ve kışkırtmalara kanmıyor ve kana bulanan toplu bir çatışma içine çekilemiyor. Batının devlet yetkililerini şaşırtan bir sağduyuyla, yaşanan tüm olumsuzluklara karşın, halk hala oyuna gelmiyor; çıkar ve gelecek özlemlerinin, kurulmuş olan birlikten geçtiğini biliyor.

Hiçbir Şey Sonsuz Değildir

Yaşamda hiçbir olay ve olgu, sonsuza dek kalıcı değildir. Toplumsal ilişkilerde yaşayan değerler, ne denli köklü olursa olsun, eğer üzerinde durulup önemle korunmuyorsa varlıklarını sürdüremezler. Toplumun eğitilmesi ve sahip olunan değerlerin yaşatılıp geliştirilmesi için devletin bu işe öncülük etmesi ve kesin olarak toplumsal gönenci sağlaması gerekir. Bu yapılmadığında, toplumsal birliğin ve içindeki değerlerin yaşatılması kuşkusuz olanaklı değildir.
Türkiye, içine sokulduğu bağımlılık ve ona bağlı yoksulluk kıskacından kurtulamadığı sürece, yalnızca Türklerle Kürtler arasında değil, Türklerle Türkler ve Kürtlerle Kürtler arasında da ayrılıklar oluşacaktır. Yaratılacak ayrılıklar, üstelik etnik düzeyde kalmayacak, siyasi görünüm verilerek inanç alanlarını da kapsayacaktır. Bu konuda oldukça yol alınmış ve Türkiye, varlığını tehdit eden bir ayrılıklar sürecine sokulmuştur.
Geçmişte yaratılan birlikteliklerin, küreselleşme adına sahipsiz bırakılarak, dış karışmaya açık duruma getirilmesi, birlikteliği yitirmekten başka bir sonuç doğurmaz. Ekonomik gönencin olmadığı toplumlarda, her türlü çözülme ve dağılmanın kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

İngiltere'nin Kürt Politikası

İngilizler, 19.yüzyıla girildiği yıllarda, Osmanlı topraklarında yaşayan Kürtlerle ilgilenmeye başladılar ve on yıllık bir ön çalışmadan sonra, sömürgecilikte uzmanlaşmış ünlü Doğu Hint Şirketi’nin bir şubesini, Bağdat’ta açtılar. Şirketin görünen amacı; bölgede “serbest ticareti” geliştirmek, yerel üreticinin ürünlerini “dünya pazarına açmak” ve “refahı arttırmak” tı.
Yasal güvenceye bağlanmış şirket çalışmaları; diplomat, misyoner, arkeolog ve antropolog görünümlü casuslarla iç içe geçmiş, geniş bir alanı kapsayan, tasarlanmış bir yaymaca eylemiydi. İngiliz diplomatlarıyla doğrudan ilişki içinde olan şirket “yetkilileri”, İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkisini arttırmak için, Arap ve Kürt aşiretleri içinde çalışmalar yapıyor, para dağıtıyor ve “insan satınalıyor” du. Şirket temsilcisi James Richard, yanına yardımcısını alarak ilerlemiş yaşına karşın, Kürt aşiretlerini dolaşıyor, satın alınacakları saptıyor; bu arada, Babil kalıntılarından ele geçirdiği antik yapıtları, Britisch Museum’a yollamayı da unutmuyordu.
Paranın gücü ve emrindeki Hintli askerlerle, o denli güçlü ve özgürdü ki, vali başta olmak üzere, herkese buyruk veren bir derebeyi gibi davranıyordu.1
James Richard 1820’de öldüğünde, bölgedeki İngiliz siyaseti sağlam bir temele oturmuştu. Sonra gelenler, çalışmalarını onun bıraktığı yerden sürdürdüler; üstelik İran’ı da içine alacak biçimde genişlettiler. İngiltere ve Hindistan’dan gelen İngiliz subayları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Kürtlerle Ermenilerin yaşadığı bölgeleri dolaşıyor, Irak ve İran’daki Kürt aşiretleriyle “görüşmeler” yapıyordu. Yaymaca ve örgütlemenin ana amacı, Osmanlı yönetimiydi. Ancak bölgede çalışma başlatan Ruslar da artık hedef alınıyordu.
1820’den sonra Londra’ya gönderilen yazanaklarda, niteliksel bir değişim göze çarpar. İngiltere’nin bugüne dek süren Kürt politikası, biçimlenmeye başlamıştır. Yazanaklarda; Kürt ve Ermeniler’in “Osmanlı yönetimine karşı” nasıl kullanılması gerektiği, “bölgeye yönelen Rus tehdidine karşı” ne gibi önlemler alınabileceği ve yönetime karşı silahlı savaşımın her an başlatılabileceği gibi konular yazılmaktadır.
1829 yılında, giderlerini Doğu Hint Şirketi’nin karşıladığı iki İngiliz subayı, Kuzey Irak’ta Kürtlere askeri eğitim veriyor ve Londra’ya gönderdikleri yazanaklarda: “Kürtler artık her an için, Britanya İmparatorluğu’nun politikaları uğruna istenilen hedefe yöneltilebilecek duruma getirilmiştir” diyorlardı.2 Elli üç yıl sonra 1882 yılında, Fraizer imzasını taşıyan yazanakta da hemen aynı şeyler söyleniyordu: “Eğer kuvvetli bir destek verilirse, Kürtler yaka silktikleri bu yönetime (Osmanlı yönetimi y.n.) karşı, eyleme geçmeye hazır durumdadırlar.”3

Osmanlı’da Kürt Ayaklanmaları

Osmanlı yönetimine karşı ilk Kürt ayaklanması, İngilizlerin bölgeye geldikleri yıllarda, 1806’da ortaya çıktı. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye çevresinde yaşayan, Babanlar aşireti reisi Babanzade Abdurrahman, İngilizler’in Bağdat’ta “şirket” açtığı yılın sonlarında ayaklandı. Ayaklanmanın nedenini kimi araştırmacılar, “Süleymaniye’ye yeni vali atanmasına tepki”, kimileri de “Kürt bağımsızlığını sağlama girişimi” olarak açıkladı.4
Gerekçesi ne olursa olsun, Babanzade Abdurrahman Ayaklanması’nın önemi; Osmanlı Devleti’ne karşı girişilen, ilk ciddi Kürt ayaklanması ve İngilizlerin bugün de sürmekte olan ikiyüz yıllık Kürt politikasının bu ayaklanmayla yürürlüğe sokulmuş olmasıydı.
1835-1837’deki Revanduz Ayaklanması’na da, “ilk Kürt bağımsızlık hareketi” hatta “Revanduz İhtilali” diyenler olmuştur. Oysa, bu ayaklanmanın bir öncekinden ve doğal ki sonrakilerden önemli bir ayrımı yoktur. Bölgedeki çalışmalarını genişleterek, Kürt politikasında yetkinleşen İngilizler, olayların hem başlatıcısı hem yönlendiricisiydiler. Bu yönlendirmeye bağlı olarak, “Selahattin Eyyübi’nin soyundan geldiğini” ileri süren Revanduz aşiretinin reisi Şeyh Mehmet, Zaho ve Amadiye aşiretlerinin desteğini alarak ayaklandı.
Ayaklanmanın ayrımlı yanı, bağımsızlık isteminin açıkça dile getirilmesiydi. Şeyh Mehmet, Osmanlı Devleti’ne kafa tutan ve İngilizler’in gözyummasıyla Mısır’ı ele geçiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya özenmiş ve İngiliz desteğiyle benzer bir yönetim birimi oluşturmak istemişti. Revanduz ayaklanması ve onu örnek alarak, 1842’de ortaya çıkan Bedirhan ayaklanması, kısa sürede bastırılmıştır.

Rus Karışması

Rusya, Kürt ve Ermenilerle 19.yüzyıl başlarında “ilgilenmeye” başladı. “İlgi”, 1820’den sonra yoğunlaştı ve Ruslar yaklaşmakta olan 1827-1829 Rus-Osmanlı savaşına “bir hazırlık olmak üzere” Kürt aşiretleri üzerindeki çalışmalarına hız verdiler. Savaşta kimi aşiretleri yanlarına çekmeye, kimilerini de yansızlaştırmaya çalıştılar.
Afriyanof adlı bir Rus subayı, yanındaki ekiple birlikte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak’ta dolaşarak altın dağıtıyor, siyasi sözverilerde bulunuyordu Afriyanof, Moskova’ya gönderdiği yazanaklarda Kürt aşiretlere yaptığı önerileri şöyle açıklıyordu: “Kürt reisleri, aşiretleri üzerindeki (Osmanlı Devleti’nin tanıdığı y.n.) bütün hak ve imtiyazları koruyarak, kendilerine bağlı olanlarla birlikte, Rus vatandaşlığına geçmeyip göçebe gezmek isteyen aşiretlere hiçbir kısıtlama getirmeyecektir.”5
Daha çok Batıda gerçekleşen 1827-1829 savaşları, yalnızca Ruslarla yapılmadı ve Osmanlı İmparatorluğu’na büyük zarar verdi. Batı desteğiyle başlayan Yunan ayaklanması bastırılmak üzereyken; Rusya, İngiltere ve Fransa, Osmanlı donanmasını Navarin’de yok etti. 1829’da, Edirne’de yapılan anlaşmada, Yunanistan’a önce özerklik (1829), bir yıl sonra da bağımsızlık (1830) verildi. Aynı yıl, Fransızlar Cezayir’e girdi, Sırbistan özerk oldu. Doğu Güneydoğu Anadolu’dan bir Kürt aşireti Rus vatandaşlığına geçti.6
Rus vatandaşlığına geçen Kürtler, Dağlık Karabağ bölgesine yerleştirildi. Botan, Revanduz, Badinan ve Hakkari aşiretleri Osmanlı uyruğu olmalarına ve “devlete asker vermekle yükümlü” bulunmalarına karşın, asker vermediler ve “yansız” kaldılar. Böylesi bir tutum, geleneksel Osmanlı Kürt ilişkilerinde ilk kez yaşanıyordu. Aynı dönemde, Hasan Ağa yönetimindeki Yezidi Kürtler, Rus saflarında Osmanlı Devleti’ne karşı savaştılar. Bu tutum da bir başka ilk’di.7
1855 yılında, Yezdan İzzettin Şer Bitlis’te ayaklandı; Nasturi ve Mesihilerin desteğiyle Van’ı aldı ve ayaklanmayı, Bağdat’a dek geniş bir alana yaydı.8 Tüm gücünü Kırım Savaşı’na (1853-1856) ayıran Osmanlı Devleti, ayaklanmayı güçlükle de olsa, 1855’te bastırdı.
Ayaklanmanın hazırlığında ve yürütülmesinde önemli payı olan Rus binbaşısı Lihotini, ayaklanmadan bir yıl önce (1854) Moskova’ya gönderdiği raporda şunları yazıyordu: “Osmanlı Hükümeti çeşitli unvan ve armağanlar ile bazı Kürt aşiret reislerini safına çekmeyi başardı. Ancak, ağır vergi yükü ve adaletsizlikler altında ezilen yoksul halkı kendisine tam olarak bağlayamadı. Bu nedenle biz, halk kesimini kendimize çekebiliriz. Osmanlıların aldığı vergilerden Kürtleri muaf tutacağımıza ve adaletli davranacağımıza onları inandırırsak, bu yoksul ve mazlum halk derhal bize dönecektir.”9
Rus binbaşının tanımıyla “yoksul Kürt halkı” ne o dönemde, ne de daha sonra Ruslar’dan yana “dönmedi”. Ancak Ruslar, sayıları az da olsa kimi aşiret reisini, para ve kandırmayla yokluk ve yoksulluk içinde savaşan Türk askerine karşı kullanmayı başardı.
Nakşibendi tarikatından Şeyh Ubeydullah bunlardan biriydi. Ubeydullah, çevresindeki aşiretlerle anlaşarak, 1878’de, Rusya’yla savaşan ve ciddi gıda sıkıntısı çeken Türk Ordusu’na erzak sattırmadı. Osmanlı Devleti, ulaşım yollarının yetersizliği nedeniyle ordusuna, kendi ülkesinde yiyecek bulamaz duruma düşmüş ve halkın “Doksanüç Harbi” adını verdiği 1878 savaşında Türk Ordusu “Ruslar’a değil, açlığa ve tifüse” yenilmişti.10

İstanbul’un Aymazlığı

Türk askerinin savaşta yaşadıkları, yöresel ihaneti olduğu kadar, İstanbul’un aymazlığını da ortaya koyan ve ders alınması gereken acılı olaylardır. Ordu, kendi kaderiyle başbaşa bırakılmıştı; her türlü hastalık ve sefalet askerler arasında kol geziyordu. Diyarbakır’daki Rus Konsolosu, 1878’de şunları yazıyordu: “Türk askerleri üç yıldır aylık alamıyor. Elbiseleri paçavraya dönmüş, başlarında birer keçe külah var ve çoğu yalınayak durumda. Bu nedenle savaş yeteneğini yitirmişler. Ordunun ileri gelen subaylarından birisinin, valinin karşısında ağlayarak, askerin birikmiş kırk aylık maaşlarına karşılık, hiç olmazsa ekmek ve tütün parası olarak beşer kuruş verilmesi için yalvarmasına tanık oldum.”11
Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanan savaştan hemen sonra, 1880’de, Şeyh Ubeydullah 220 aşiret reisini Şemdinan‘da topladı ve başlatacağı ayaklanma için destek istedi. Ardından; Ermeniler’i, Keldanileri ve Nasturileri yanına çekmeye çalıştı. Rus Çarı, Mısır Hidivi ve Mekke Emiri’yle bağlantı kurarak onların da desteğini istedi.12
İngilizlerle iki yıldır, zaten ilişki içindeydi. Şeyhin etkili olduğu yerler İngiliz kışkırtıcılarının yoğun çalışma yaptıkları yerlerdi. Bir İngiliz görevlisi, Başkale’de Ubeydullah’ın yardımcısıyla görüştü, konsolos yardımcısı 1879’da, Şeyhi Hakkari’de ziyaret etti. Bu görüşmelerden sonra, kafileler halinde savaş malzemesi ve silah Şeyh’e gönderilmeye başlandı. İngiliz yetkililer İstanbul’a, “kıtlık bölgesine yiyecek gönderdiklerini” söylüyorlardı.13
1880’de başlayan ayaklanma; Osmanlı, Rus ve İran sınırları arasında, geniş bir Kürt devleti kurulmasını amaçlamıştı. İngilizler’in ilgi ve desteği bu nedenle yoğundur. Ubeydullah, “Kürt milleti için mücadeleye girdiğini” ileri sürüyor ve amacının “kendi topraklarında bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu” açıklıyordu.14 Ayaklanma, 1880’de İran ve Rusya’nın dolaylı desteğini alan Osmanlı Ordusu tarafından bastırıldığında, kimi Kürt araştırmacıların “ilk milli Kürt Hareketi” adını verdiği, 19.yüzyılın son Kürt ayaklanması bastırılmış oluyordu.

Abdülhamit ve Hamidiye Alayları

Abdülhamit, 27 Ekim 1890’da çıkardığı bir yasayla, başlarında Kürt aşiret reislerinin bulunduğu, Hamidiye Alayları adı verilen değişik bir örgütlenmeye gitti. Doğuda gelişmeye başlayan Ermeni devinimine karşı kullanılmak amacıyla kurulan Hamidiye Alayları, en az 512, en çok 1152 kişiden oluşuyor ve bu birliklerin komutanlığını kaymakam, binbaşı, paşa hatta vezir gibi ünvanlar verilen, “okuma yazma bilmeyen” aşiret reisleri yapıyordu.
Askerleri, “sadık” ve “itaatkar” Sunni aşiretlerden seçilen ve yasal yetkilerle donatılıp “askeri birlik” durumuna getirilen bu “alaylar”, Ermenilerden çok, Sunni olmayan Aleviler üzerinde baskı kuruyordu.
Hamidiye Alayları girişimi, devlete herhangi bir yarar sağlamadığı gibi, gelecekteki Kürt ayaklanmalarına kadro hazırlayan bir işlevi yerine getirdi. Çözüm diye getirilen bu uygulama, çözüm değil, yeni sorunlar yarattı ve kalıcı bozulmalara yol açtı. Cumhuriyet dönemi askeri tarihçilerinden Albay Reşat Hallı, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” (1924-1938) adlı yapıtında, bu konuyu şöyle değerlendirmiştir: “II.Abdulhamit döneminde, Kürt aşiretleri ve bunların reisleri çok şımartılmış ve bazı reisler, vezirlik ve paşalık rütbelerine yükseltilmişti. Babıâli tarafından tutulan ve yükseltilen birçok Kürt ileri gelenlerinin çocukları, iyi eğitim görmüşler ve Batıdaki milliyetçi akımlarla ilişkiye geçmişlerdi. Denilebilir ki, Abdulhamit Devri ve bu padişahın ‘ayır ve hükmet’ siyaseti, Kürt bağımsızlık hareketinin başlangıcını oluşturur.”15

20.Yüzyıl Ayaklanmaları

20.yüzyıl Kürt ayaklanmaları ve bunların büyük devletlerle ilişkileri ayrı ve geniş bir konudur. Burada ayaklanmaların yalnızca ad ve tarihlerinin verilmesiyle yetinilecektir.
20.yüzyıldaki ilk Kürt ayaklanması, 22 Haziran 1906’da Bitlis’te ortaya çıktı ve 1937’ye dek büyük çoğunluğu dış bağlantılı, büyüklü küçüklü 23 ayaklanma ve ayaklanma girişimi oldu. Çoğunluğu Cumhuriyet’in ilk 7 yılında ortaya çıkan ayaklanmalar ve bastırma girişimlerinin yalnızca tarih, ad ve yöreleri şöyledir: 1908 Diyarbakır Ayaklanması ve telgrafhane işgali; 1913 Molla Selim Ayaklanması (Siirt-Bitlis); 11 Mayıs-19 Ağustos 1919 Ali Batı Ayaklanması (Mardin-Savur-Cizre-Nusaybin); 14 Şubat-17 Haziran 1921 Koçgiri Ayaklanması, (Zara-Refahiye-Kemah-Divriği); 12-28 Eylül 1924 Nasturi Ayaklanması (Hakkari); 13 Şubat-31 Mayıs 1925 Şeyh Sait Ayaklanması (Bitlis, Elazığ, Diyarbakır, Urfa); 9-12 Ağustos 1925 Rackotan ve Raman Tedip (yola getirme) Harekatı (Garzan-Silvan-Beşiri-Sason); 10-27 Ağustos 1926 Yakup Ağa ve Oğulları Ayaklanması (Eruh-Zilan-Adıyaman); Kasım 1926-Şubat 1927 Ertuş, Güyan, Jirki, Şerefhan Ayaklanması (Çömelek-Beytuşşebap-Nordüz); 1925-1937 Sason Ayaklanması (Sason-Batman dağlık bölgesi); 16 Mayıs-17 Haziran 1926 1.Ağrı Ayaklanması (Muson-Demirkapı-Doğubeyazıt); 7 Ekim-30 Kasım 1926 Koçuşağı Ayaklanması (Ovacık-Çemişkezek-Beylan); 26 Mayıs-25 Ağustos 1927 Mutki Ayaklanması (Bitlis Mutki-Selas ve Kalmas Dağı-Zorikli-İnler); 13-20 Eylül 1927 2.Ağrı Ayaklanması (Ağrı Dağı); 7 Ekim-17 Kasım 1927, Biçar Tedip ve Tenkil (Yola getirme-Tepeleme) Harekatı (Urfa-Cizre-Cibir-Lis); 22 Mayıs-3 Ağustos 1929 Asi Resul Ayaklanması (Eruh-Midyat-Tanzi); 14-27 Eylül 1929 Tendürük Tenkil Harekatı (Ağrı Dağı-Karaköse); 26 Mayıs-9 Haziran 1930 Savur Tenkil Harekatı, (SavurMidyat-Cizre); 20 Haziran -7 Eylül 1930 Zeylan Ayaklanması (Erciş-Muradiye-Patnos-Diyadin); 16 Temmuz-10 Ekim 1930 Oromar Ayaklanması (Oromar-Şemdiyan); 7-14 Eylül 1930 3.Ağrı Harekatı (Ağrı Dağı); 8 Ekim-14 Kasım 1930 Pülümür Harekatı (Erzincan-Aşkirik-Dağbey-Haryi); 1937-1938 Tunceli (Dersim) Tedip Harekatı (Tunceli-Pertek-Hozat).15

Tunceli’den Günümüze

Tunceli Ayaklanmasından PKK’nın eyleme geçtiği 1983 yılına dek, 46 yıl boyunca herhangi bir Kürt ayaklanması ortaya çıkmadı. 1980’den sonra başlayan ve aldığı dış destekle uluslararası bir örgüt durumuna gelen PKK, etkisini sürdürmektedir. 200 yıl süren ve büyük çoğunluğu emperyalist kışkırtma ve desteğe dayanan ayaklanmalar, Türkiye’ye ve Kürt halkına büyük zararlar vermiştir. Ancak, bu ayaklanmalar birtakım aşiret yönetimleriyle sınırlı kalmış ve kitlesel bir çatışmaya dönüşerek Türk-Kürt birlikteliğini bozacak bir sonuca henüz ulaşmamıştır.
Türkiye bugün, örneği pek görülmeyen çekinceli ve ilginç bir süreçten geçmektedir. Varlığı dış desteğe bağlı çok sayıda bölücü örgüt, varlığı yine dış desteğe bağlı politikacıların dolaylı-dolaysız desteğiyle, ayrılıkçı eylemlerini alabildiğine özgür biçimde yürütmekte, halk bu yıkıcı gidişe, doğal ve tarihsel birikimleriyle kendiliğinden direnmektedir. Bu, Türkiye’ye özgü ve gerçekten çok ilginç bir durumdur. Eğer önlem alınmazsa, halkın kendiliğinden sürdürdüğü birlik duygusu ve bu duygunun oluşturduğu ortak direnç, sonsuza dek süremez. Siyasi ve yönetsel aymazlığa son verilerek yoksulluğun giderilmesi, zaman yitirmeden bu yönde adım atılması gerekir. Bu yapılmadığında, emperyalist kışkırtma, sonunda başarılı olacak ve etnik köken ayrılıkları giderek yerleşik çatışmalara dönüştürülecektir. Bu ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılması anlamına gelecektir.

DİPNOTLAR

1 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.29
2 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.31
3 a.g.e. sf.31
4 “Kürtler, İsyan-Tenkil” Hıdır Göktaş, Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.13
5 a.g.e. sf.38
6 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 14.Cilt, sf. 8940 ve a.g.e. sf.38
7 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.39
8 “Kürtler, İsyan-Tenkil” Hıdır Göktaş, Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.17
9 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.48
10 “Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetlerinin Tarihçesi” Prof.Dr. Ahmet Saltık, Bilim ve Ütopya Dergisi, Şubat 1998, Sayı 44, sf.17-19
11 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.80
12 “Kürtler, İsyan-Tenkil” Hıdır Göktaş, Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.18
13 “XIX Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler” Halfın, Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.80
14 a.g.e. sf.86– 87
15 “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938” Reşat Hallı; ak. “Kürtler, İsyan-Tenkil” Hıdır Göktaş, Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.23
16 a.g.e. sf.117

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder