19 Eylül 2015 Cumartesi

ERKEN SEÇİM VE PARLAMENTARİZMİN İFLASI


TBMM bugün, Kurtuluş Savaşını ve devrimleri yapan meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli iradeyi temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle, meclis, halkı ve milli iradeyi değil, partileri ve başkanlarını temsil eder.


Erken Seçim

Orta oyununa dönüştürülen koalisyon görüşmeleri, beklendiği gibi sonuçsuz kaldı ve Türkiye 116 gün sonra yeniden seçime gidiyor. Yönetim gücünü yitirmek istemeyen siyasi-dini yapılanma, şansını denemek için, arkası gelecek gibi görünen erken seçimlerin birincisini 1 Kasım’da yapmaya karar verdi.
Köklü dönüşümlerin habercisi olan erken seçimler, aynı zamanda; siyasi bunalımın, çözülmüşlüğün ve yetersizliklerin göstergesidir. Egemenlerin, egemenliklerini sürdüremez duruma düşmesidir. Hitler, yönetime gelirken 3 yılda 4 genel seçim yapılmıştı. AKP, yönetimden gitmemek için 3 ayda iki genel seçim yapıyor.

Çok Particilik

Türkiye, çok partiye dayalı Batı kaynaklı parlamentarizmle 1946 yılında tanıştı. ABD, çok partili parlamentoculuğu, Birleşmiş Milletler’e katılmanın koşulu yapmış; Rusya, Çin ve sosyalist ülkeler bu koşula bakılmaksızın üye yapılırken, Türkiye’ye ayrımlı davranılmıştı.
Dayatılan biçiminin, Türkiye’nin yönetim yapısına ve toplumsal koşullarına uyumsuz olduğunu biliyorlardı. Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttükleri kuşatma politikasında, Türkiye’ye gereksinimleri vardı ve bu nedenle Türkiye’yi denetim altına almaları gerekiyordu. Bunun en kolay yolu, yönetim yapısını bozmak ve devleti güçsüzleştirmekti.
Feodalizmden kapitalizme ulaşan toplumsal evrim içinde oluşan Batı parlamentoları, o ülkelerde üretim biçimine uyumlu, rejimi tamamlayan bir unsur durumuna getirilmişti. Tarihsel kökleri olan temsili kurumlardı. Oysa, Türkiye’de toplumsal yapı ve tarihsel evrim çok başkaydı ve Batıyla uyumsuzluk içindeydi. Batıya öykünme, bir yarar sağlamayacağı gibi, toplum yaşamına ve kurulmuş olan kamusal dengeye zarar verecekti. Özdeksel (maddi) temeli olmayan ilkel bir parlamento ve oraya taşınacak işbirlikçiler aracılığıyla, Türkiye’ye egemen olunacak, yönetim gücü ele geçirilecekti.
Nitekim öyle oldu. Türk siyaseti, günümüze dek geçen 70 yıl Washington’a bağımlı kaldı, ülkesine ve halkına yabancılaştı. ABD, Türkiye’yi dolaylı olarak yönetti. Bu durum, Kurtuluş Savaşı’nda reddedilen mandanın güncelleşmiş yeni biçimiydi.

Meclis ve İşbirlikçiler

Parlamento, Cumhuriyet devrimlerinden ödün vermeyi ilke edinen, Batıcı ve tutucu bir anlayışın yönetimi altına girdi. Batıya bağlanma değişmez devlet politikası durumuna getirildi ve bu politika siyasi partilerin ortak ilkesi oldu.
Çok partililik ve demokrasi adına yaygınlaştırılan uygulamalar, güçlüklerle kurulup geliştirilen yönetim dizgesine (sistemine) büyük zarar verdi. 1924 ve 1930’da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’yla ortaya çıkan karşı devrim girişimi, Atatürk’ün kararlı tavrıyla önlendi. Ancak, karşı devrim, 1946’da Demokrat Parti’yle içinde özgürce hareket edebileceği geniş bir alan buldu.

Türkiye’de Partiler

Türkiye’de partiler, halkın ve ülkenin sorularını çözmek için temsilcilerini gönderdiği demokratik kurumlar olamadı. Olması da olanaklı değildi. Toplumsal yapıya uyumsuzdular. Denetim altında tutulan, sınıfsal temelden yoksun, devşirme kurumlardı. Ulusal çıkarları savunmadılar. Ayrımlı sözlerle birbirleriyle yarışıyor göründüler ancak yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen politikaları uyguladılar.
Türkiye’nin sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunlar yarattılar. Çıkar sağlamanın araçları haline geldiler. Yurtseverleri ve halk önderlerini içlerine almadılar, onların meclise girmesini önlediler. Kişi egemenliğini kabullendiler. ABD’nin onay verdiği işbirlikçileri genel başkan yaptılar. Meclis’e girecekleri bunlar belirledi. Halkı, belirlenen kişilere oy vermekten başka birşey yapamaz duruma düşürdüler.

Japonya Örneği

Ünlü İngiliz yazar H.G.Wells, yönetimlerin halkın oyuyla belirlenmesi konusunda şöyle söyler: “Bir topluma seçme hakkından önce eğitim verilmelidir. Seçmen oy vermeden önce bilgi sahibi olmalıdır. Oy kulübelerinden önce okullar kurulmalıdır. Yeteri kadar eğitim görmeyenin elinde oy pusulası, yalnız yararsız değil aynı zamanda tehlikelidir de”.
Japonya’nın oy vermeyle yönetim belirleme konusunda geçirdiği evrim ilginçtir ve Wells’in görüşüyle örtüşme içindedir. Japonya’yı günümüzdeki gücüne ulaştıran bu sürecin kökleri, Meiji Devrimleri’ne dek gider. 19.Yüzyıl sonlarında, iyileştirme yanlıları (reformcular) toplumda sayıca azınlıktaydı. Demokrasi gerçekleşsin diye seçme ve seçilme hakkı herkese verilmedi. Milletvekili seçimlerinde oy verme hakkı, önce, ‘eğitim görmüş olma’ koşuluyla uygarlaşma yanlılarına tanındı. Başlangıçta, 35 milyonluk Japonya’da oy verme hakkına sahip seçmen sayısı yalnızca 460 bindi.
1868’de başlayan iyileştirmeler ödünsüz uygulandı. 1925 Yılında Japonya’nın genç nüfusunun yüzde 99,4’ü çağdaş nitelikte laik eğitim görüyordu. Halkın yüzde 94’ü okuma yazma öğrenmişti. Eğitim düzeyi yükseldikçe seçmen sayısı da artmıştı. Japonya’da oy verme hakkına sahip olanların sayısı, 1925 yılında 60 milyonluk Japonya’da 13 milyona çıkmıştı.

Türkiye'de Çok Particilik

Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı/çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, kurulacak partiler, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen içinde elde edilmişti.
Atatürk dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde, çoğulculuğu temel alan bir anlayışa bağlı kalınarak, “tek partiyle çok partililiği amaçlayan bir politika yürütülmüştü”.

Tek Partililik

Fransız sosyal bilimci Maurice Duverger, Siyasi Partiler adlı kitabında tek partili siyasi dizgeleri de inceler ve incelemesinde Atatürk dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’ne özel önem verir. Duverger söz konusu kitapta, “Ne tüm tek partiler totaliterdir, ne de tüm totaliter partiler tek partidir” diyerek tek partilerin de demokratik olabileceğini kabul eder.
Duverger, kabulünü kanıtlayacak örnek olarak, 1923’te Türkiye’de kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi’ni gösterir. Bu partinin, “dini siyasetten ayıran (anti-klerikal) akılcı tutumu”, “19.yüzyıl liberalizmine yaklaşan eğilimleri” ve “1848 Avrupa milliyetçiliğine benzeyen görüşleriyle”; 20.yüzyıl otoriter rejimlerinden çok “Fransız Devrimi’ne ve 19.yüzyıl terminolojisine” yaklaştığını ileri sürer. Ona göre, “tek partiye dayanan faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunuculuğu” almıştır. Duverger CHP ile ilgili olarak şunları söyler: “Bazı tek partiler, gerek felsefeleri ve gerekse yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de tek parti olarak faaliyet göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk Partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisidir...

Sandık Demokrasisi

Seçimler ve meclislerle halkın kendisini yönetecek kişileri belirlemesine, bugün demokrasi deniyor. Oy ve sandık kutsanıyor ve yönetimin bu biçimde oluşturulması çağdaşlık sayılıyor. Doğru gibi görünen ancak biraz düşünüp yaşananlara bakınca, bunda bir çarpıklık olduğu görülüyor. Türkiye’de; Meclis’in oluşumu, seçim yasaları, barajlar, dağıtılan paketler, din ticareti, para ve medya kullanımına bakınca; oluşturulan siyasi düzenin, seçilecekleri değil seçilemeyecekleri belirleyen bir kurmaca olduğu ortaya çıkar.
Bu denli ilkel olmasa da “demokrasinin” çıkış yeri Batıda da durum ayrımlı değil. Yönetimi orada da, halk değil, rejimle uyumlu iki partiden oluşan parlamentolar aracılığıyla egemenler belirliyor.
Bu neden böyle? Parlamentolar ve seçimler, ne zaman ve nasıl oluştu? Hangi gereksinimin ürünleridir? Kimlere hizmet ettiler? Bu sorulara doğru yanıt verilse, günümüzdeki demokrasi adı verilen egemenlik düzeninin niteliği, ortaya çıkacaktır.

Batı Parlamentolarının Ortaya Çıkışı

Batıda, bir takım erdemli insanlar ortaya çıkıp, halk yönetimini kendi belirlesin, eşitlik ve özgürlük gerçekleşsin diye demokratik bir düzen kurmamıştır. Demokrasi denilen işleyiş; çıkarlar, kanlı hesaplaşmalar ve çatışmalarla dolu bir sürecin sonucudur. İktidar kavgalarının ürünüdür. Siyasi sonuçları, bizim için düşüncelerde kalan ancak Batı için yaşamın içinden çıkan ve ekonomik dayanakları olan bu süreç, sınıflar ve inançlar çatışmasının ürünüdür…
Batı toplumlarında yönetim işleyişinin, oy vermeye dayalı temsili kurumlar aracılığıyla sürdürülmesi, ileri sürüldüğü gibi eşitliği amaçlayan demokratik kaygılarla gerçekleştirilen bir girişim değildir.
Parlamentolar, üretim ilişkilerinin yön verdiği zorunlulukların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal gelişime yol açan ekonomik ilişkiler, kendisini geliştirecek siyasi ve hukuki düzeni de belirlemiş ve bu süreç, Batı Avrupa’nın toplumsal evrimini oluşturmuştur.

Temsili Kurumların Oluşum Nedeni

Derebeylik-beysoyluluk (feodal aristokrasi) düzeninde senyörlerin, krala karşı olan yükümlülükleri arasında, ona danışmanlık yapmak gibi bir görev de bulunuyordu. Feodal şefler, belirli dönemlerde kralın başkanlık ettiği toplantılarda bir araya geliyor ve danışmanlık yükümlülüklerini yerine getiriyordu.
Ancak, toplantılara gidiş hem masraflı hem de kendi bölgelerinden ayrılmaları nedeniyle sakıncalıydı. Kimi feodaller, toplantılara katılmaya isteksizlik gösteriyor, katıldıklarında ise askerleri ve silahlarıyla birlikte gidiyordu. Örneğin, İngiltere Kralı III.Henry’nin 1258 yılında düzenlediği toplantıya katılan senyörlerin tümü silahlıydı.
Senyörler zamanla toplantılara gitmemeye ve yerlerine temsilciler göndermeye başladılar. Siyasi güç peşindeki kentsoylular (burjuvalar), senyörlerin gideri çok ve sakıncalı bir angarya olarak gördüğü temsil görevini, üstelik giderlerini de karşılayarak üstlendiler.
Varsıl ve bilgili kentsoyluların danışmanlığı, kralın da çıkarlarına uygun düşüyordu. Toplantıların önemi ve katılımcıları artmaya başladı. Devlet bütçesinin hazırlanması, vergi alınması, askeri giderler gibi önemli konularda danışmanlık yapılan bu kurullar, zamanla bir tür yasama meclisine dönüşmeye başladı.
İleride parlamentolara dönüşecek olan bu kurullar, doğal olarak, kentsoyluların ekonomiden sonra siyasi etkisini de arttırdı ve bu sınıfı Fransız devrimi dışında, çatışmaya bile gerek kalmadan evrimsel bir süreç sonunda yönetici sınıf durumuna getirdi. Batı toplumlarında temsili kurumların ortaya çıkışı böyle oluştu. Bu oluşumun en belirgin örneği İngiltere’de yaşandı.

Türklerin Meclisi

Birinci Meclis, ulusal bağımsızlıktan ödün vermeyen, tutsaklığın her türüne karşı çıkan Müdafaa-i Hukuk anlayışının doğal sonucuydu. Ulusun yazgısına yön vererek toplumun her kesimini etkiliyor, güç aldığı halkı, tam anlamıyla temsil ediyordu. Bağımsızlık savaşı yürütürken devlet kurmaya girişilmişti ve meşruiyetini ulusal varlığın korunmasından alıyordu. Dünya siyasi tarihinde örneği olmayan, gerçekten demokratik, savaşkan bir yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu.
Yetkisini ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan değil, ulusun istencini yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri eskiye giden özgürlük tutkusundan alıyordu. Türk toplumunun ulusal çekince karşısında kendiliğinden devreye giren birlik ve dayanışma anlayışı, gereksinim duyduğu direnme örgütünü yaratmıştı. Özdeksel (maddi) varsıllığa ya da teknolojik gelişmeye değil, inanca ve kararlılığa dayanıyordu.

Halk Örgütü

Birinci Meclis, bir Batı parlamentarizmi ya da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan göstermelik bir kurum değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik kuran sınıflar ya da sınıflar bağlaşmasının (ittifakının) temsilcileri değil, doğrudan ve gerçek anlamda halkın temsilcileri belirliyordu.
Milletvekilleri; kılıkları, giysileri, yaşları, kültürleri, düşünsel düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok değişik çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler; Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı Milliye kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.
Alışkanlıklarından eğlencelerine, özel toplantılardan resmi davetlere, tartışma biçimlerinden inançlarına dek, ayrımlı değer yargılarına sahiptiler. Birbirleriyle sert tartışmalara, yumruklaşmalara, hatta silah çekmeye varan çatışmalara girebiliyorlardı. Buna karşın, ulusal haklar, halkın geleceği ve ulusal savaşımın yararları sözkonusu olduğunda derhal birleşiyor, “birbirlerinin üzerine yürümüş olan bu insanlar”, bir başarı haberinde, “çocuklar gibi gözyaşlarıyla kucaklaşabiliyordu.”

Özveri Girişimi

Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak bir uğraş değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulusal varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Batı parlamentoları gibi ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını değil, doğrudan halkın ve ulusun haklarını savunuyordu. Bu meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve varlıklarını toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Batı parlamentolarına değil, Göktürk toylarına benziyordu. Türklere özgüydü.

Günümüzdeki Meclis

TBMM bugün, Kurtuluş Savaşı’nı ve devrimleri yapan meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli iradeyi temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok sayıda parti vardır. Parti kurma özgürlüğü vardır ancak bu özgürlüğü, siyasetin paraya bağlandığı günümüz ortamında, yalnızca akçalı gücü olanlar kullanabilir.
Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle, meclis, halkı ve milli iradeyi değil, partileri ve başkanlarını temsil eder.

Çıkış Yolu

Türkiye’de yaşanmakta olan ve giderek ağırlaşan yönetim bunalımı, var olan partiler ve yöneticileriyle aşılamaz. Türk halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda bir önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime getirmiştir. Son yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP; hükümetlerde yer almış ve tümü Batıya bağımlı politikalar uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da ağırlaştırmıştır. Bu partilere, geçici de olsa şimdi HADEP’de katılmıştır.
Türk halkı, gelecekte daha kötü günler yaşamamak için, kendi gücüne dayanarak örgütlenmeli, bir çıkış yolu bulmalıdır. Var olan partilerle sorunların çözülemeyeceği bilinmelidir. Gelen gün gideni aratacaktır.
AKP, kötü yönetimini gizlemek için, dine dayalı bir yönetimin peşine düşerek, başkanlık dizgesine yönelmiştir. CHP, Batıya bağlı kalacağını, Kürtlere özerklik vereceğini söylemektedir. MHP, 1997’de yaptığı gibi, dışarda belirlenen ekonomi politikaları savunmakta, kritik anlarda AKP’ye destek olmaktadır. HDP, ayrılıkçı tavrını gizlememekte, PKK’yı açıktan savunmaktadır.
Meclis, bu partilerden oluşmaktadır ve bu oluşum, koşullar değişmediği sürece, kaç seçim yapılırsa yapılsın değişmeyecektir. Medyanın niteliği, hazine yardımları, barajlar ve türlü engellemelerle; halkı temsil eden ve ulusal sorunlara çözüm getirecek olan bir partinin, meclise girmesi, var olan koşullarda olanaksızdır. Oysa, ülkenin ve halkın içinde bulunduğu koşullar, ulusal ve demokratik bir değişimi zorlamaktadır. Egemenler, eskisi gibi yönetememekte, halk eskisi gibi yönetilmek istememektedir. Türkiye, köklü bir siyasi değişimin sancılarını yaşamaktadır ve yaşanmakta olan bu süreç, Batıya öykünen parlamentarizmin çöküş sürecidir.
   Çıkış yolu vardır ve bu çıkış zengin birikimiyle, kuvayı milliye ve müdafa-ı hukuk anlayışının ve Birinci Meclis’in devrimci ruhunda bulunmaktadır. Ulusal birlik sağlanıp halk yönetime ortak edilemezse, olumsuz gidiş durdurulamayacak, sorunlar büyüyerek Türk ulusunun karşısına varlık-yokluk sorunu durumuna gelerek dikilecektir.


5 yorum:

  1. Başta Birinci Meclis hakkındaki görüşler olmak üzere yukarıdaki saptamaları doğru buluyorum.
    Dünya ve ülke koşullarının farkında olan ve bunu kaygı edinen insanlar bir araya gelmeli ve önyargısız biçimde yapılması gerekenleri yapmaya girişmelidir.

    YanıtlaSil
  2. 1950den sonra çok partili hayat başladı sözde peki menderes neden asıldı? O gün milletin isteği doğrultusunda menderese verilen görev neden menderesin hayatıyla geri alındı? Alınan hayat sadece menderesinmiydi? Bugün 19 milyon insan'ın oyu var ve siz buna saygı duyacaksınız. Tıpkı menderesi asanlara ses çıkarmayıp saygı duydugunuz gibi..özal neden indirildi.rte neden indirilmek isteniyor küresel sermayeye ters düştükleri için mi buyrun bir de burdan bakalım.

    YanıtlaSil
  3. Aklın yolu bir Sevgili Tuna, katılıyorum.

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Fatma, sorduğun soruların yanıtı yazıda var. Anlatılanlar yeterince anlaşılamıyorsa sana, bu sitede yayınlanmış olan; "Atatürk Sonrası", "Demokrat Parti" ve "12 Eylül'ün Gerçek Gücü" başlıklı yazıları okumanı öneririm.

    YanıtlaSil
  5. Çok güzel kaleme alınmış parlamento oluşumunu anlatan bir yazı olmuş. Bütün gelişmeler gibi parlamentoda tarihi süreç içinde yerini almıştır. Japonya örneği bizim gibi eğitim seviyesi düşük ülkeler için uygun gibi görünse de esas mesele yazının sonunda ifade edildiği gibi milli menfaatleri esas alan ruh halinde birleşmiş parlamentodur. Millî Meclistir. Yazıda maalesef çıkış yolu açık ve net olarak ortaya konmamıştır. Ortak iradenin yönetime yansıtılmasındaki en büyük engel anti demokratik siyasi partiler yasasıdır. Delege sistemi çağdaş değildir. Dejenere olmuştur. Liderlik sultası oluşturan bir yapıya sahiptir ve yüksek seçim barajları ile parlamentoda her görüş yer almamaktadır. Çıkış yolu her partinin üyelerinin bu değişikliğin sağlanması için parti içi mücadelesinde önplana getirmeleridir. Toplum olarak aydınlar olarak göz ardı edilen hatta ettirilen bu konuyu gündemde tutmalıyız. Eğitim seviyesi elbette çok önemlidir. Bu sürekli bir meseledir ve sonuç alınması yıllar alacaktır. Millî birlik ve beraberlikte birleşmiş her Mustafa Kemal Atatürk'ün izcisi bu mücadelede olmalıdır. Sevgiler saygılar selamlar arkadaşlar

    YanıtlaSil