“20.Yüzyılın
ilk elli yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasının yol açtığı
değişikliklerle geçti. 21.Yüzyılın ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı
doğrultuyla şekillenecektir... 21’nci yüzyıl, Türkiye'nin bugünkü ve yarınki rolünü
nasıl belirleyeceğine bağlı olarak şekillenecektir.”
Bill Clinton-Amerika Birleşik
Devletleri Başkanı
28
Şubat Süreci
Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Mart ve 12 Eylül parantezlerinden sonra 28 Şubat 1997’de başlayan süreçle,
yeni bir döneme girdi ve doğrultusunu, kurtuluşa giden yola çevirdi; Kemalizm’e
yöneldi.
28
Şubat, sanıldığı gibi, Milli Güvenlik Kurulu’nun hükümeti
gericiliğe ve bölücülüğe karşı uyarmasından ibaret değildi. Türk Devrimi’ni
tamamlayacak demokratik bir devinim ve ulus devleti içte ve dışta savunmaya
yönelen bir atılımdı. Amerikalılar bu açılıma, “Post Kemalist Girişim” adını vermişti. Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat Kararlarıyla, doğrultusunu
herkesin anlayabileceği bir biçimde Kemalizme döndürmüştü.
Türkiye, aynı yıl Milli Güvenlik Kurulu ile Milli Siyaset Belgesini (MSB), Genel
Kurmay ile de Milli Askeri Strateji
Kavramını (MASK) değiştirdi. Batıyı rahatsız eden ve kaynağını Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş anlayışından alan bu yöneliş, küresel güç odaklarının
tepkisini çekmemesi olanaksızdı.
Bölge
Merkezli Dış Politika
28
Şubat’la başlatılan yeni yöneliş, Sovyetlerin yıkılmasıyla NATO’nun
işlevini yitirdiğini saptıyor, Türkiye’nin Rusya başta olmak üzere komşularıyla
barışçı ilişkiler kurması gerektiğini söylüyordu. Batıyla ilişkilerin sürmesini
ancak aynı zamanda Doğuya da yönelmesini gerekli görüyordu.
Üst düzey komutanlar, ordunun
Atatürkçü politikaya dönüşünü gösteren açıklamalar yapıyordu. Uygulamaya
dönüşen bu açıklamalar, halka umut ve yön veriyor, Türkiye’de ulusal duyarlılık
gözle görülür biçimde yükseliyordu.
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, 2001
30 Ağustosu’nda yaptığı açıklama yeni yönelişin en açık bildirimiydi. Şunları
söylüyordu: “30 Ağustos Zaferi, Türklerin Anadolu’daki bin yıllık varlığına
son vermeyi hedefleyen bir kalkışmayı ezen son yumruktur. Bu zafer, Ulu Önder
Atatürk’ün ‘ya istiklal ya ölüm’ şiarıyla kendini bulan bir milletin, azim ve
iradesinin bir ödülü ve dünyanın esir milletlerine bağımsızlık mücadelelerinde
onlara örnek oluşturan bir zaferdir”. 1
Harp
Akademileri ve Seminerler
Harp Akademileri Komutanlığı,
11–12 Ocak 2001 tarihinde, “Avrupa
Güvenlik Ve Savunma Kimliği, Avrupa Birliği ve NATO İlişkilerinin Geleceği,
Türkiye’ye Etkileri” konulu bir tartışmalı oturum (sempozyum) düzenledi.
Açış konuşmasını yapan Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul şunları söyledi. “Dünyanın
hassas ve karmaşık durumu karşısında, Türkiye yeni politikalar ve stratejiler
belirlemek durumundadır. Eğer Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki tarihi; kültürel,
siyasi, ekonomik ve askeri birikimi ve gücünden kaynaklanan potansiyeli
kullanarak, proaktif (geç kalmayan bir ataklık y.n.) davranıp yeni politikalar
ve çözümler üretmediği takdirde, başkaları tarafından üretilmiş çözümleri ve
hareket tarzlarını, küçük pazarlık marjları ile kabul etmek zorunda kalacaktır”.
2
Bu mükemmel saptamadan sonra, “Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışında
Dönüşüm” başlıklı bir bildiri sunan Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı
Tuğgeneral Halil Şimşek, günümüz
sorunlarından kurtulmanın yolu olarak, Atatürk’ün
1930 yılında yaptığı saptamaların bugün aynen geçerli olduğunu söyledi. Şimşek’in
küreselleşmeye yönelik saptaması ise şöyleydi: “Ekonomik gücü üstün olan devletlerin desteklediği yeni küreselleşme
stratejisinde kuralsız, kurumsuz ve yozlaşmış yönetimlerin egemen olduğu
ülkelerde bölünme; bilim ve teknoloji ile desteklenen kurallı ve kurumlaşan
ülkelerde ise bütünleşmenin olacağı anlaşılıyor. Bu gelişmeler gelecekte
çatışma ve bölgesel savaşlara da neden olacaktır” 3
Harp Akademisi Komutanlığı bir yıl sonra “Türkiye’nin
Çevresinde Barış Kuşağı Nasıl Oluşur” konulu bir sempozyum daha düzenledi.
Burada konuşma yapan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer
Kılıç şunları söyledi: “Türkiye’nin, mümkünse Amerika’yı gözardı etmeden,
Rusya ve İran’ı da içine alacak biçimde bir arayış içinde olmasında fayda
buluyorum”. 4
Türkiye’nin Gücü
28
Şubat kararları ve sonraki Kemalist yükseliş, Washington ve
Brüksel’in duymak bile istemediği gelişmelerdi. Türkiye onlar için denetim altında
tutulacak ve “elden çıkmasına asla izin
verilmeyecek” bir ülkeydi. Türkiye,
sahip olduğu Kemalist mirasla; Batı için, ne zaman patlayacağı belli olmayan
bomba gibiydi. Ne pahasına olursa olsun, ordusu başta olmak üzere, ekonomi ve
siyaseti denetim altında tutulmalıydı. Bunu, işin başında, Türkiye’ye
girdikleri 1949 yılında saptayıp açıklamışlardı.
21.Yüzyıl’a girerken, ABD Başkanı Bill Clinton, Türkiye için şu değerlendirmeyi yaptı: “20.yüzyılın ilk elli yılı Osmanlı
İmparatorluğu’nun paylaşılmasının yol açtığı değişikliklerle geçti. 21.yüzyılın
ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultuyla şekillenecektir...21’nci
yüzyıl, Türkiye’nin bugünkü ve yarınki rolünü nasıl belirleyeceğine bağlı
olarak şekillenecektir”.5
Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu
Eşbaşkanı Daniel John Bendit, Türkiye’nin
“Bağdat Yolu” adını taktığı Kemalist
yola girebileceğini, bu yönelişin ulus devleti güçlendirerek “Avrupa'dan vazgeçilmesi” anlamına
geleceğini söyledi. Böyle bir durumun, Avrupa için büyük bir kayıp olacağını
ileri sürdü.6
Söylemler
Ordu’daki Kemalist yönelme, Batıyı
telaşlandırmış, her yönden açık ya da örtülü saldırıya geçilmişti. Basında
hemen her gün orduyu karalayan yalan haberler çıkıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin,
Doğu Anadolu’da köyleri bombaladığı, Kürtleri toplu olarak katlettiği, bunu
yapanların yargılanması gerektiği söyleniyordu.
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun resmi, Avrupa’da
tren istasyonlarında yere yapıştırılıyor, halkın resme basarak geçmesini
sağlanıyordu. ABD Senatörü Bred Sherman,
Türkiye’de Kürtleri korumak için
ABD’nin silahlı güç kullanmasını istiyordu. Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, Kürt halkını savunmak için
Kosova’da yaptığımızı Türkiye’de yapacağız diyordu.7
ABD Hava Harp Akademisi Türkiye
Masası Şefi Albay Michael Robert Hickok,
Türkiye’deki yeni yönelişlerden duydukları rahatsızlığı açık biçimde dile
getiriyordu. Hickok’un Pentagon’a verdiği rapor, kumpasın nedenini
açıklayan belge gibiydi. Şunları söylüyordu: “Kararların Washington ya da Brüksel’de değil Ankara’da belirlenmesi,
Milli Askeri Strateji Kavramı’nın Birleşik Devletler’e sorulmadan değiştirilmiş
olması ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin post–Kemalist dış politika denemesi,
Ankara’yı daha az güvenilir bir güvenlik ortağı yapmaktadır. Türkiye’nin
ihtiraslı Ulusal Güvenlik Stratejisi ve kanıtlanmış askeri yetenekleri, tüm
bölgede joe-politik yeni bir yapılanmayı zorlamaktadır…” 8
Hickok’un
söylemi, Türk ordusuna karşı girişilen eylemler, tutuklamalar, hapisler ve tasfiyelerle
anlam kazanmıştır.
Emperyalizmin Korkulu Rüyası:
Kemalizm
Batı, Kemalizmin Türkiye’de
işlerlik kazanmasından o denli korkmuştu ki, korkunun yarattığı telaşla,
yapamayacakları şeyleri bile dile getiriyor, Türk Ordusu’na karşı gözdağı
politikası uyguluyordu. Kemalizm ve onun silahlı gücü orduyu 1919’dan beri
kendileri için en büyük tehlike olarak görmüşlerdi. Bu tehlikeyi yok edip
Türkiye’yi istedikleri biçime getirdiklerine inandıkları bir dönemde,
Kemalizmin özüne yönelen ve çağa uyan bir ulusal yükselişle karşılaşmışlardı.
Yetmiş beş yıl aradan sonra ortaya çıkan bu gelişme,
kendileri için o denli önemliydi ki, bunu, 21’nci yüzyılda dünyaya yayacakları
küresel egemenlik önündeki en büyük engel olarak görüyorlardı. Bunda da
haklıydılar. Türkiye bu yönelişte başarılı olursa, adına küreselleşme denilen
emperyalist yayılmaya karşı seçenek oluşturabilir, dünya halklarına 20.yüzyıl
başında olduğu gibi yeni bir örnek oluşturabilirdi. Büyük bir çekince olarak
değerlendirdikleri bu olasılığı, en yetkili ağızlardan açıklıyorlardı.
İhanet Saldırısı
Washington’un planlayıp, iktidarla Fetullahçıların birlikte uyguladığı ve 2008’den sonra devreye sokulan dış
bağlantılı kumpasın ana nedeni, Türk
Silahlı Kuvvetleri’ndeki bu önemli yönelişti.
Washington ve Brüksel, Türkiye’nin
NATO’ya girdiği 1952’den beri onlarca yıl, ordunun Atatürk’e yönelmesini önlemek için her türlü yöntemi kullanmıştı. 12 Mart, 12 Eylül’le yaygınlaştırılan, Eşref Bitlis ve başarısız Hüseyin Kıvrıkoğlu suikastlarıyla üst
noktaya çıkarılan yıkıcı girişim, 28
Şubat 1997 sürecini önleyememişti. Atatürkçü yükseliş ordu ve bağlı olarak
halk içinde büyük bir hızla yayılıyordu. Bu gidişe asla izin verilemezdi.
Dışardan yapılan gözkorkutma
girişimleri, etkili olamadı. Seçilmiş işbirlikçiler aracılığıyla içerden
saldırıldı ve Dünya tarihinde örneği olmayan bir biçimde, ordu kendi ülkesinde
sırtından bıçaklandı. Orduya yön veren yurtsever komutanlar, toplumsal
yılgınlığa yol açacak bir şiddetle cezalandırıldı.
Kumpasın sorumluluğu,
bir kaç hakim ve polis üzerinden, iktidarla çıkar kavgasına giren “cemaatin” üzerine yıkıldı. Gerçek
suçlulardan yani Washington’dan, Brüksel’den ve bunların siyasi
işbirlikçilerinden söz eden pek olmadı. Oysa, kumpası tasarlayıp uygulatan merkezler buraları, uygulayan ise yönetim
gücünü ele geçiren işbirlikçilerdi. Bu gerçek, yeterince ele alınmadı, neden ve
sonuçlarıyla yeterince tartışılıp halk bilgilendirilmedi.
DİPNOTLAR
1 Aydınlık,
03.09.2001
2 “Harp
Akademileri Komutanı Orgeneral Sayın Nahit Şenoğul’un Sempozyum Açış Konuşması”, sf.8
3 “Soğuk
Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışında Dönüşüm” Tuğgeneral Halil
Şimşek, sf.1
4 http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/08/p01.html
5 “Clinton’u Nasıl Okumalı?” Ali Sirmen,
11.11.1999 Cumhuriyet
6 “Europa İstdie Letzte Utopie”, Daniel
Cohn Bendit, Tageszeitung, 03.11.2000, ak. Aydınlık, 26.11.2000
7 Mine
G.Kırıkkanat, Milliyet 29.05.1999
8 “Stratejik Ortaklık
Neden Öneriliyor?” Attila İlhan, Cumhuriyet 22.11.2000
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder