7 Aralık 2016 Çarşamba

ŞİRKETLER VE PARTİLER



Sermaye örgütleri olan şirketlerle siyasetle uğraşan partiler arasında, ne gibi bir ilişki olabilir ya da olabilir mi? İlgi alanları, çalışma biçimleri, ilişkileri birbirinden uzak gibi görünen bu iki oluşum; nasıl ve nerede birlikte olabilir ve ortak bir tutum içine girebilir? Şirket-parti ilişkisi, özellikle günümüzde sanılandan daha yoğun ve yaygındır. Şirketlerin belirleyici, partilerin uygulayıcı olduğu bu ilişki, günümüzdeki küresel politikanın temelini oluşturur.

Küresel Şirketler Büyüyor, Birimleri Küçülüyor, Ülkeler ve Partiler Etkisizleşiyor

Uluslararası büyük şirketler 1980’lerden sonra, küçük birimlerde örgütlenmeye başladılar. Küçük ve özerk şirket birimleri; değişime kolay uyum gösteriyor, pazar esnekliğiyle alıcı (müşteri) duyarlılıklarına daha iyi yanıt veriyordu; çalışanları az işletme giderleri düşüktü. Bu nedenlerle, tekelci şirketler, küçük alt birim şirketleri açıp işgücünün ucuz, hammaddenin yakın olduğu azgelişmiş ülkelere yayıldılar. Bu yöntemle, az ve ucuz işçi çalıştıran ve yerel ölçülere uyum gösteren birimlerle örgütlenerek daha çok kazanç sağladılar.
Uluslararası şirket etkinliklerinin küresel örgütlenmede aldığı yeni biçim, bu biçime uyumlu pazar türünü yaratma isteğini de beraberinde getirdi. Küresel pazar, uluslararası şirketlerin istem ve gereksinimine uygun duruma getirilmeliydi. Bu eğilim, temelinde şirket özgürlüğünün sınırsızlığı bulunan iki tür gelişmeye yol açtı. Bir yandan gelişmiş ülke merkezli ortak pazarlar ortaya çıkarken öte yandan azgelişmiş ülkelerde, ulus devlet yapılarını etkisizleştiren dağılma ve bölünme eğilimleri yaygınlaştı. Küçük birimlerde örgütlenen şirketler, kendi yapılarına uygun düşen güçsüz ve küçük ülkeler istiyordu. Bu istek azgelişmiş ülkelere karşı, yeğinlik (şiddet) ve baskı içeren büyük devlet politikalarına dönüştü. Nitekim 1990–2000 arasındaki on yılda, parçalanmalar yoluyla, 25 yeni ülke ortaya çıktı.
Yönetimi amaçlayan örgütler olarak siyasi partilerin gelişmeden etkilenmemeleri olanaksızdı. Azgelişmiş ülke partileri başta olmak üzere, yapısı ve gücü ne olursa olsun dünyadaki tüm partiler, bu gelişmeden değişik oranlarda etkilendiler. Bu durum gelişmiş ülkelerdeki siyasi parti işleyişini pek etkilemedi. Bu ülkelerde, düzeni ayakta tutan siyasi denge; iki partili dizgeyle (sistemle) çok önceden kurulmuş ve siyasi partiler denetim altına alınmıştı. Adları ve siyasi görünümleri ne olursa olsun az sayıdaki parti, kurulu düzeni herhangi bir değişime uğratmadan sırayla yönetime geliyordu.

Çok Partiden Oluşan Tek Parti Rejimi

Azgelişmiş ülkelerde ise durum başkaydı. Sorunları bol bu ülkelerde siyasi örgütlenme, küresel güçlerin önem verdiği bir konuydu. Halkın ve ulusun haklarını savunan partilere karşı, önce yoğun ve ağır bir şiddet uygulandı. Daha sonra varlığına izin verilen partiler tam olarak ele geçirildi ya da yeni partiler kuruldu. Politik yaşam o denli denetim altına alındı ki, değişik ad ve siyasi görünüm taşısa da parlamentoya giren tüm partiler, küresel güçlerin belirlediği tek bir politikayı uyguladılar. Siyasi yaşam, bir tür tek parti düzeni durumuna geldi.
Artık bu partilere bile pek gereksinim duyulmuyor; teknokrat ya da uzman görünümlü elemanlar aracılığıyla doğrudan yönetim dönemine geçiliyor. Hükümetler ya da parti üst yönetimleri ülke dışında belirleniyor ve belirlenen kişiler, yüksek yetkilerle ülkeyi yönetiyor. Sömürgecilik döneminin genel vali işleyişine benzeyen bu gelişme, siyasi partileri kaçınılmaz olarak sermaye güçlerinin denetimine sokuyor ve bunları partiden başka herşeye benzeyen örgütler durumuna getiriyor.
Azgelişmiş ülkelerde halk içinde, bağımsızlık isteği ve ulusçu eğilimler güçlü bir biçimde yaşamaktadır. Ancak, büyük devlet çıkarlarıyla çelişen ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra küresel egemenliğin tek ereği (hedefi) durumuna gelen azgelişmiş ülkeler; bugün ekonomiden politikaya, kültürden yönetim işleyişine dek çok yönlü ve kapsamlı bir sarılmışlık içindedir. Akçalı (mali) ve siyasi güç ya da şiddetle sağlanan örgütsüzleştirme ve partisizleştirme girişimleri, söz konusu edilen sarılmışlığın somut sonuçlarıdır.

Baskıya Karşı Özgürlük

Baskıyla sağlanan örgütsüzlük bugün ne denli gerçekse, baskıya karşı toplumsal tepkinin gelişecek olması da o denli gerçektir. Yaşam süresini doldurmamış olguların, yaşanmamış süreçlerin, güç kullanarak ortadan kaldırılması ya da bir başka deyişle baskı ve şiddetin toplumsal yaşamın kurallarını belirlemesi sürekli olamaz. Bu nedenle, bugün yaşanan parti bunalımı, olumsuz bir baskı döneminin geçici olgularıdır. İçinde yaşadığı koşullardan hoşnut olmayan insanlar, bu koşullardan kurtulmak için örgütlenmekten başka yollarının olmadığını görecek ve bu yönde yeniden savaşıma girişecektir. Tarihin her döneminde böyle olmuştur.
Tekelci şirket egemenliğinin aşırı yoğunlaştığı bir dönemden geçiliyor. Yaşadıkları sorunlara çözüm bulmak isteyen ülke ve parti yöneticileri; küreselleşmeyi, küreselleşmenin oluşturduğu uluslararası ilişkileri ve bu ilişkilerin insanlar üzerinde kurmuş olduğu baskıyı, her yönüyle görmek ve kavramak zorundadır. Ülke sorunlarını çözmenin ön koşulu olan bu kavrayışın zorunlu sonucu, anti–emperyalist bilince sahip olmak ve bu bilincin gereğini yerine getirmek için örgütlenmektir. Siyasi partiler bu örgütlenmenin en önemli unsurlarından biridir.

Tekelci Şirket Demokrasisi; Faşizm

Partileri ve onlara yaşam veren “demokrasiyi”, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünyanın her yerinde denetim altına alan tekelci şirket egemenliği, açık ya da örtülü ve her zaman geçerli, dizgeli bir şiddete dayalıdır. Gerçek yaşamda herhangi bir değer taşımayan ancak sürekli dile getirilen “demokrasi” ve “özgürlükten” söz edilecek ise, bu sözcüklerin gerçek karşılığının “tekel demokrasisi” ya da “tekel özgürlüğünden”den başka bir şey olmadığı bilinmelidir. Bu nedenle tekelci şirket gereksinimlerinin yön verdiği küresel işleyiş için kullanılan, “yeni–feodalizm” ya da “yeni–faşizm” tanımları, bu işleyişin niteliğiyle büyük oranda uyuşmaktadır. Yönetim yöntemlerinde geçerli olan kurallar ve bu kuralların uygulanış biçimleri incelendiğinde, feodalizm ya da faşizm tanımlarının, küreselleşmeyle dikkat çekici bir örtüşme içinde olduğu görülecektir.
Prof.Dr.Türkkaya Ataöv bu örtüşmeyi, ABD için şöyle dile getirmektedir: “Amerika’da her türlü karşıtçılık (muhalefet), üniversiteler dahil, dizginlenmiş ve ‘yapısal’ bir baskı altına alınmıştır. İki partiye dayanan siyasi düzen, düzen dışına taşan karşıtçılığa (muhalefete) izin vermez. Beyaz Saray’da, Kongre’de ya Cumhuriyetçiler olur ya da Demokratlar. Üçüncü bir partinin güçlenme olanağı yoktur. Eskilerin saygın kurumları kimi üniversiteler bile, aykırı düşünenleri, sözleşmelerini yenilememekle tehdit etmektedirler. Yurttaşların bilgi edinme yolları kapalı olmaktan başka, birtakım arşivler yeni buyruklarla gizli tutulmaktadır. Askeri mahkemelerin yetki sınırının genişletilmesi, yüksek bilgisayar teknolojisinden yararlanarak insanların fişlenmesi ve egemen düzenden ayrılanlara ‘gereğinin yapılması’ gibi demokrasi karşıtı uygulamalar, karşıtçılığı daha da sindirmeye yöneliktir. Amerika’da demokrasi yerine faşizmin saltanat sürdüğünü görmek için, saygın bir Amerikan kaynağı olan Webster Büyük Sözlüğü’ndeki faşizm tanımına bakmak yeterlidir”.1

Tepkiler Yayılıyor

Tekel egemenliğine yönelik saptamalar artık, “sol kuramsal belirlemeler” denilerek soyutlanamıyor. Her geçen gün daha çok insan, küreselleşmenin yarattığı sorunları yaşayarak görüyor ve küreselleşmeye karşı örgütlenerek tepki veriyor. Dünya politikasına yön veren büyük devlet politikacıları ve kimi şirket patronları bile, “küresel uygulamaların aşırılıklarından” ve “yaratacağı tehlikelerden” sözediyor.
Dünya sermaye piyasalarından büyük paralar kazanmış olan küresel vurgunculardan (spekülatörlerden) George Soros şunları söylüyor: “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler kapitalizminin ve piyasa değerlerinin yaşamımızda denetimsiz yayılması, açık ve demokratik toplumumuz için büyük bir tehlike oluşturuyor. Denetimsiz kapitalizmin, bireysel çıkarları genel çıkarın üzerine koyması ve parayı bütün değerlerin tek ölçüsü olarak yerleştirmesi, gelir dağılımında bozukluk ve yoksulluk yaratmaktadır. Demokrasiye en büyük tehdit bizzat kapitalizmden geliyor”.2
Amerikalı araştırmacı William Greider’ın saptamaları ise, dünyada nasıl bir demokrasi olduğunu ve siyasal partileri kimlerin “öldürdüğünü” açık bir biçimde ortaya koyuyor. Greider, Halka Kim Söyleyecek? adlı kitabında şunları söylüyor: “Şirketler doğaları gereği demokratik örgütler olarak işlemezler. Ancak, yine de politik oluşumları, siyasi partileri ve diğer temsili kurumları ele geçiren onlardır. Demokrasinin kendisi artık paranın esiri olmuştur”.3
Sovyetler Birliği’nden kaçarak İsviçre’de 20 yıl yaşayan ünlü Rus yazarı Aleksandr Zinoviev ise, 24 Temmuz 1999 tarihli Fransız Le Figaro gazetesinde şunları yazıyor: “Dünya; büyük şirketlerin, bankaların ve uluslararası örgütlerin oluşturduğu tek bir gücün egemenliği altına girmiştir. Ulusların egemenliği eskiden dünya çapındaki çoğulculuğun ve demokrasinin temel unsurlarından biriydi. Şimdi ise küresel güçler egemen devletleri ezip geçiyor. Uluslarüstü bir dünya egemenliği için çoğulculuk yok ediliyor. Artık çaresiz durumdaki insanların haklarını savunabilecek siyasi bir güç kalmamıştır. Aralarındaki ayrım her geçen gün azalan siyasi partilerin varlığı, artık biçimcilikten (formaliteden) başka bir şey değildir. Şimdi yaşanan şey ‘demokratik totalitarizm’ ya da ‘totalitarizmin demokrasisinden’ başka bir şey değildir”.4

DİPNOTLAR

1              ABD Demokrat mı Faşist mi?” Prof.Dr.Türkkaya Ataöv Cumhuriyet, 13.03.2003
2              The Allantic Monthly” 24.01.1997
3              Who Will Tell Tehe People?”, ak. R.J.Barnet-C.Cavanagh, “Küresel Düşler”, Sabah Kit., 1995, sf.271
4              La Figaro Magazin 24.07.1999






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder