Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü
coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi
değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871
Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun
süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak
1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası
elbette. Ancak, böylesi dar ve sığ, bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir
toplumdan sınıfsız bir topluma geçmek için, konuyla ilgili yaşanmış tüm
deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel
süreci kapsamaktadır. Rus Devriminin yıldönümü olan 25 Ekim’de bu yazıyı
paylaşmayı anlamlı bulduk.
1970’lerde, artık komünist toplum biçimine
(herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre geçmeğe hazır olduğunu
söyleyen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak yerine, 1991
yılında dünyanın şaşkın bakışları arasında, kendiliğinden dağıldı. Polonya,
Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’daki
düzen değişikliği daha önce gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler
çökerken genel kanı, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra
dağılan bağlaşıklarını toparlayarak, ‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi.
Ancak, O’nun da yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın iki en güçlü
gücünden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz,
üçüncü sınıf bir ülke oldu. Yaratılmış olan büyük toplumsal servet, akıl almaz
bir biçimde talan edildi.
Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra;
sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle bir durumun
ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat ve önlemler
bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi
eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal varsıllığı
ve büyük bir askeri gücü sahip Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine
herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu.
Çöküşün nedeni neydi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in
ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal
emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma
nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki
yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist propaganda, ahlaksal çöküş, sayılan
başka nedenlerdi. Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi.
Gelinen nokta belki de, olması gereken doğal bir sonuçtu. Kimileri eşitlikçiliğin,
gerçekleşmesi olanaksız binlerce yıllık ‘tatlı bir düş’ olduğunu,
kendinden emin tavırlarla daha yüksek sesle söylemeğe başladı. Kimileri imana
dönüştürdükleri inançlarını yitirerek, saldırgan eşitlik karşıtları haline
geldi. Kimileri de, bu tür konuların kafa yormağa değmez, güncelliği olmayan,
insanlığın gelişimine engel çarpık düşünceler olduğunu söylemeye başladı.
Konuyla ilgilenen küçük bir kesim ise ‘her şeye karşın’ ‘inadına’,
imanlarını sürdürdü. Bütün bunlara karşın insanlığı dolaysız ilgilendiren geniş
boyutlu bu sorun, gerçek nedenleriyle ele alınıp, güncel politik savaşıma
yönelik sonuçlar çıkarmak amacıyla ele alınmadı.
Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle
oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70
gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün
yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist
deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim
rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası elbette. Ancak, böylesi
dar ve sığ, bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir
topluma geçmek için, konuyla ilgili yaşanmış tüm deneylerin birbirine
aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsamaktadır.
Böylesi bir toplumsal dönüşüm için aylar, yıllar ve on yılların çok küçük zaman
dilimleri olduğu açık bir gerçektir. Kapitalizm beş yüz yılda oluştu.
Feodalizmin bin yıllık bir tarihi var. Köleci dönem daha uzun.
Marks’ın
Görüşü
Rus sosyalistleri, bilimsel sosyalizmin
kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir düzen kurmaya çalıştı.
Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak şu yargıya varmak olanaklı;
ya Marksist kuram uygulanabilir değildir, ya da Rusya’daki uygulama Marksizme
uymamaktadır. Kötü, yetersiz, zorunlu... tüm öznel eksiklikleri de içine
katarak yapılacak bu kaba ayırım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin
süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.
Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm yasalarını incelerken;
“Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde doğal bir süreç olarak
kavrayan anlayışım”[1] diyerek
belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği gerekli kılar. O; “Toplumsal
gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç, düşünce ve eğilimlerinden bağımsız
olmakla kalmayan, aksine onların istenç bilinç ve düşüncelerini etkileyip
belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak”
görür.[2]
Kuramcı olarak Marks, kendisinden
önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin açıklamasını,
bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği kapsamlı
öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi politiği
ve Fransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal gelişim ve değişim
ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur. O’na göre, herhangi bir toplumsal
dönüşümün gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması
gerekir. İnsan istencinden bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan,
herhangi bir değişimin olamayacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşükle (ütopik)
sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışma bu temel önerme
üzerinde yükselmiştir. Marks Kapital’in Almanca ikinci baskısına
yazdığı önsözde, Koufman’dan aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her
tarih döneminin kendine özgü yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme
dönemini yaşar ve geride bırakır. Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez
de, birtakım başka yasalarla yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze
biyolojinin diğer dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...”
biçimindeki sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.[3]
Aynı yapıtta; “Toplumsal ilişkiler ve
koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu zorunluluğu bilimsel
bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve kusursuz bir çaba
harcayarak, devinim ve dayanak noktası olabilecek olayları saptamak gerekir.
Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar inanmasınlar, bunun ayrımında
olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek zorunda olduğu bir diğer
düzenin kaçınılmazlığını gösterir.”[4] der. Louis Bonaparte’ın
Onsekizinci Brumaire’ı adlı kitabında ise şunları söyler: “İnsanlar
kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre
yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tümüyle geçmişten
gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu...”[5]
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa göre sosyalizm, isteme
bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim sorunu değil; ekonomik,
kültürel ve siyasal gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur. Maddi alt yapısı
oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal düzendir.
Marks
ve Nesnellik
Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş kapitalist ülkeler için
yapmıştır. Marks’a göre bu ülkelerde üretim toplumsallaşırken, üretim
araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır. Uzlaşmaz nitelikteki bu
çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine uygun olan toplumsal
mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı olacaktır. Zorunlu Uygunluk
Yasası adını verdiği bu belirlemenin, sosyalizm için yüksek düzeyde
gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır. Bunun dışındaki öznel eğilimlere
sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik sosyalizm, feodal
sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi diyerek alaya almıştır.
Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı ülkeler için geçerli
olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik bilici (kahin)
tavrıyla, “geleceğin aşçı dükkânları için tarifnameler” düzenlememiştir.[6] Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve
bunları kuramın evrensel gözlüğüyle inceleme altına almıştır. Bunu da en çok
Rusya için yapmıştır.
Marks ve Rusya
Uzun yıllar “... Bütün Avrupa
gericiliğinin son büyük yedek gücü”[7] olarak gördüğü Rusya’yı incelemek ve yanlış
anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın Rusça öğrenmiştir.
Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının
yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini” sürekli yinelemiş ve Rusya
hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta
toplamıştır.[8] Yaşamının son dönemlerinde Türk
toplumunun kendisine son derece ilginç gelen toprak ilişkilerini incelemek için
Türkçe de öğrenmiş ve “Türk köylüsünün yakın doğuda, devrimci-demokratik bir
rol oynayacağını” belirtmiştir.[9]
Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci
siyasal mücadelenin toprak sorununu çözecek bir demokratik devrimle
sonuçlanabileceğini belirten Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi
öngörmemiştir. Rusya topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak
köylülerin ortak iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı
(kolektivist) uygulamalar için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırmış ve
Rus demokratik devrimiyle, Batı’nın sosyalist devrimleri arasında kuramsal
ilişkiler kurmuştur. 21 Ocak 1882’de Engels ile birlikte kaleme aldığı
ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar yazılıdır;
“Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni gelişmeye
başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan çoğunun
köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli
beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak
mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca
ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batı’nın tarihi
evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek
yanıt şudur: Eğer Rus devrimi BATI’DA BİR PLOLETER DEVRİMİNİ BAŞLATMAK İÇİN
İŞARET OLUR DA, BU İKİ DEVRİM BİRBİRİNİ TAMAMLARSA, bu günkü Rus ortak
toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir.”[10]
Lenin
ve “Nisan Tezleri”
Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus Marksistleri uzun
yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik devrim
programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal
patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye,
beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın kaçırılmasının
aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçelerini Nisan Tezleri adlı
yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında olduklarını ve ‘bütün
iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının tümü, günün özel
koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını değerlendirmeye indirgenmiş
ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken, Rus devrimiyle ilgili Marks’ın
ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk günlerinde savunulmuş ve Batı’da
gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir. Lenin, 28 Eylül 1917
tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalı mıdırlar? başlıklı
mektubunda; “İki başkentin (Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker
Vekilleri Sovyetinde, çoğunluğu sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler
ve almalıdırlar”[11] demiştir. Bu önerisinin önceki Marksist
önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise, bir gün sonra 29
Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı yazıda
açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten sonra,
bütün iktidarı korumak ve (Sovyet) Rusya’yı, devrimin Batı’daki zaferine
kadar götürmek şanslarına sahiptir.”[12]
Görüldüğü gibi Ekim Devrimiyle yönetim
erkini ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batı’da bir sosyalist devrimin
gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batı’daki
devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada,
sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin,
kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime
geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır.
Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun,
böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım:
‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”[13]
Ancak, Batı’dan, İtalya ve Macaristan’daki
iki cılız ayaklanma, Almanya da Spartakistlerin yenilgisinden başka bir
haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk bırakılamayacağına göre, ‘tek
ülkede sosyalizmin inşasının’ olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş
ve ‘Rusya’da sosyalizmin’ kurulmasına girişilmiştir.
1917’den
Günümüze
1917 Rusyasında olup bitenlere, 82 yıllık
deneyimin, çıplak gözle görünen somut sonuçlarına dayanarak bakıldığında, Marks’ın
Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek gerekiyor.
Bunu görmek için, bugün çok şey bilmeye ve yoğun araştırmalar yapmaya gerek
yok. Rusya’da bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına üstlenmeleri
değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek kendilerince
de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele geçirdiği bir
dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya girişmeleriydi. Yönetim
erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve Markisist kuramın önüne
geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay söylenebiliyor.
Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür 80 yıllık bir deney var. Rus
devriminin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin
sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler
Birliği’nin, kuramsal belirlemeleri tam olarak uygulayamamış olmasını olağan
karşılamak gerekiyor. Bilimsel niteliği ne denli yüksek görünürse görünsün,
izleyicilerinin görüşlerine ne denli uygun olursa olsun, uygulamaya geçmemiş
bir kuramı, kuşkuculukla karşılamanın, başlı başına bilimsel bir davranış
olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Rus devrim önderliğinin, sosyalizmi
kurmaya yönelecek bir yönetimi yaşatmak için, önce Batı’dan devrim beklemesini,
sonra “başının çaresine bakmasını” ve bu arada yönetim süresi konusunda ikircikliğe
düşmesini anlamak gerekiyor. Devrimin 71. gününde Lenin’in yaşadığı
coşku ve sevinci gerçekte, Rus sosyalistlerinin geleceklerinden duydukları
kuşkuyu ve içinde bulundukları ikincilikli duygularını gösteren örnek olarak
almak gerekiyor.
Sosyalim
mi Demokratik Devrim mi
Rusya’da devrimden sonra gerçekleştirilen
işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca ulus, yüzlerce etnik
yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi toplumu haline
gelmiştir. Ancak, kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın kurulan düzen, dışardan
silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu sonuç nasıl
açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde gelişme sağlayan
uygulamaların tümü, demokratik devrim programıyla ilgili olanlardır. Marks’ın
‘zorunlu uygunluk yasası’na dayanılarak yapıldığı söylenen sosyalizmi
kurmaya yönelik aşırı ortaklaşıcı uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet
desteklerine karşın başarılı olamamış ve bunlar Rusya’daki toplumsal gelişmenin
araçları değil, engelleri olmuştur. Bu anlamıyla Sovyetler Birliği’nde, doğal
gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle
Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan,
Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı olmayan ‘sosyalizmin’ çöküşü
olmuştur. Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen
nokta, tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.
Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı yazılarda, küçük meta
üretimi, kentle kır arasındaki karşıtlık, kafa ve kol emeği
arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin kurulmasında
kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını açıklamıştır. 1 Şubat
1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde Sosyalizmin
Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle söylemektedir: “Bizim
meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi değildir, kapitalisti bulunmayan,
temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi ortak sosyalist üreticilerin malı
olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz hiçbir biçimde kapitalist bir üretime
dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin
gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan bir meta üretimidir.”[14]
Günümüzdeki gelişmeler, Sovyetler
Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde kapitalist bir üretime
dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin kent ile
köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları söylüyor: “Eski
zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı olan kininden bir iz
kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile köy arasında, sanayi
ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından, tasfiye
edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı da sosyalist
rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli
düşman değildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle
şiddetle ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun
üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır.”[15]
‘Üretimin gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki ‘emekçiler’
bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir varsıllık
içinde yaşarlarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedirler. Stalin’in
sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.
Sosyalizme
Ulaşmak
Sosyalizme ulaşmak, çok yönlü toplumsal
gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması olanaklı olmadığına
göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek özgürlüğü ve sonsuz
barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir. Bu düzeni
gerçekleştirecek olan siyasal eylem, toplumsal yapının doğal gelişimiyle uyumlu
olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar arasındaki gerilimler
azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız gerçekleşecektir.
Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren gerçeklikle sağlayacağı
bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir siyasetin, söylemleri ne denli
gösterişli olursa olsun başarılı olması olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın ağır yüküne, ekonomik
ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler ancak dayanabilir. O
da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine göre’ alırken ‘herkese
ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık yaratacak bir üretim
bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan ekonomik varsıllığın
yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir demokrasiye ulaşmış olması da,
ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin kurulması için gerekli olan nesnel
koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden, kişi, küme, parti, ve hatta sınıflar;
ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar.
1917 Devrimi’nin, Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde
feodalizm öncesi-göçebe) bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş
olmasına karşın, sosyalizme ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak
gerekiyor. Adına sosyalist devrim dense de, Rus devriminin kapsam ve içerik
olarak ‘demokratik devrim’ niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak
görülebilmektedir.
Mustafa
Kemal Atatürk Ne Diyor
Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı politik eylemin ve
bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin, uzun süre ayakta
kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan önceden
görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da kurulan
yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni olacağı yönündeydi.
‘Sosyalist’ Düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Mustafa Kemal’in Rus Devrimi ile ilgili
görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne
alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk,
hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre,
karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen
bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu
duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz.”[16] ya da “Ben toplumu kendi kendime
düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde
sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun.”[17] Sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi
gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde gelişecek ilişkilere çok
önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene yönelik eleştiri ve
önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920 de, Ali Fuat Cebesoy’a
çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde, Rusya’da bile
kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli değildir.”[18] der. Toplumun ekonomik ve toplumsal
gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama
şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir öngörüşle
o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya düzeyinde büyük
etki yaratan Sovyetler Birliği için şu saptamayı yapmak o günlerde hiç kolay
değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem
değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir.”[19] Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden
çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan saptamanın değeri
daha iyi anlaşılacaktır.
Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalarla
ilgili olarak, 1923 yılındaki İzmit Konuşmalarında açıkladığı görüşler de aynı
doğrultudadır. “... Bu, (Sovyet uygulaması y.n.) başka bir süredir.
Fakat isterseniz kısa bir bakışla açıklayayım. Eski Rusya yerine yeni bir Rusya
geçti. Eğer yeni Rusya komünizm safsatasını bırakırsa Çarlık’tan daha güçlü
olacaktır.”[20] (Safsata:
İlk bakışta doğru gibi görünmesine karşın gerçekte yanlış olan.)
Mustafa Kemal’in, Bolşevik uygulamaların Sovyetler
Birliği’nde geçerli olamayacağına yönelik saptamaları, öznel bir anti-komünist
tutuma bağlı değildir. Sorun bilimsel bir gerçeklikle ele alınmakta, sosyalizme
yönelik uygulamalar, Rus toplumunun sosyal gelişim düzeyine denk düşmediği için
uygun görülmemektedir. Toplumsal gelişimin herkesçe bilinen yasasına karşın,
Sovyetler Birliği’ni 70 yıl boyunca inceleyen hemen hiçbir sosyalist kuramcı,
bugünkü sonucun olabileceğini görememiştir.
DİPNOTLAR
[2] a.g.e. sf.47
[4] a.g.e. sf. 47
[6] a.g.e. sf.45
[9] a.g.e. sf. 11
[12] a.g.e. sf.187
[13] a.g.e. sf.31
[15] a.g.e. sf. 117-118
[17] “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923
Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
[18] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak. Doğan Avcıoğlu
“Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt s.711
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder