24 Ekim 2013 Perşembe

SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ



Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası elbette. Ancak, böylesi dar ve sığ, bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçmek için, konuyla ilgili yaşanmış tüm deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsamaktadır. Rus Devriminin yıldönümü olan 25 Ekim’de bu yazıyı paylaşmayı anlamlı bulduk.


Beklenmeyen Çöküş

1970’lerde, artık komünist toplum biçimine (herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre geçmeğe hazır olduğunu söyleyen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak yerine, 1991 yılında dünyanın şaşkın bakışları arasında, kendiliğinden dağıldı. Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’daki düzen değişikliği daha önce gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler çökerken genel kanı, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra dağılan bağlaşıklarını toparlayarak, ‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi. Ancak, O’nun da yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın iki en güçlü gücünden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf bir ülke oldu. Yaratılmış olan büyük toplumsal servet, akıl almaz bir biçimde talan edildi.
Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal varsıllığı ve büyük bir askeri gücü sahip Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu.
Çöküşün nedeni neydi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist propaganda, ahlaksal çöküş, sayılan başka nedenlerdi. Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi. Gelinen nokta belki de, olması gereken doğal bir sonuçtu. Kimileri eşitlikçiliğin, gerçekleşmesi olanaksız binlerce yıllık ‘tatlı bir düş’ olduğunu, kendinden emin tavırlarla daha yüksek sesle söylemeğe başladı. Kimileri imana dönüştürdükleri inançlarını yitirerek, saldırgan eşitlik karşıtları haline geldi. Kimileri de, bu tür konuların kafa yormağa değmez, güncelliği olmayan, insanlığın gelişimine engel çarpık düşünceler olduğunu söylemeye başladı. Konuyla ilgilenen küçük bir kesim ise ‘her şeye karşın’ ‘inadına’, imanlarını sürdürdü. Bütün bunlara karşın insanlığı dolaysız ilgilendiren geniş boyutlu bu sorun, gerçek nedenleriyle ele alınıp, güncel politik savaşıma yönelik sonuçlar çıkarmak amacıyla ele alınmadı.
Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası elbette. Ancak, böylesi dar ve sığ, bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçmek için, konuyla ilgili yaşanmış tüm deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsamaktadır. Böylesi bir toplumsal dönüşüm için aylar, yıllar ve on yılların çok küçük zaman dilimleri olduğu açık bir gerçektir. Kapitalizm beş yüz yılda oluştu. Feodalizmin bin yıllık bir tarihi var. Köleci dönem daha uzun.

Marks’ın Görüşü

Rus sosyalistleri, bilimsel sosyalizmin kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir düzen kurmaya çalıştı. Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak şu yargıya varmak olanaklı; ya Marksist kuram uygulanabilir değildir, ya da Rusya’daki uygulama Marksizme uymamaktadır. Kötü, yetersiz, zorunlu... tüm öznel eksiklikleri de içine katarak yapılacak bu kaba ayırım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.
Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm yasalarını incelerken; “Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde doğal bir süreç olarak kavrayan anlayışım”[1] diyerek belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği gerekli kılar. O; “Toplumsal gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç, düşünce ve eğilimlerinden bağımsız olmakla kalmayan, aksine onların istenç bilinç ve düşüncelerini etkileyip belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak” görür.[2]
Kuramcı olarak Marks, kendisinden önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin açıklamasını, bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği kapsamlı öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi politiği ve Fransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal gelişim ve değişim ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur. O’na göre, herhangi bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması gerekir. İnsan istencinden bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan, herhangi bir değişimin olamayacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşükle (ütopik) sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışma bu temel önerme üzerinde yükselmiştir. Marks Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Koufman’dan aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her tarih döneminin kendine özgü yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme dönemini yaşar ve geride bırakır. Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez de, birtakım başka yasalarla yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze biyolojinin diğer dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...” biçimindeki sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.[3]
Aynı yapıtta; “Toplumsal ilişkiler ve koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu zorunluluğu bilimsel bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve kusursuz bir çaba harcayarak, devinim ve dayanak noktası olabilecek olayları saptamak gerekir. Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar inanmasınlar, bunun ayrımında olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek zorunda olduğu bir diğer düzenin kaçınılmazlığını gösterir.”[4] der. Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’ı adlı kitabında ise şunları söyler: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tümüyle geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu...”[5]
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa göre sosyalizm, isteme bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim sorunu değil; ekonomik, kültürel ve siyasal gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur. Maddi alt yapısı oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal düzendir.

Marks ve Nesnellik

Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş kapitalist ülkeler için yapmıştır. Marks’a göre bu ülkelerde üretim toplumsallaşırken, üretim araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır. Uzlaşmaz nitelikteki bu çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine uygun olan toplumsal mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı olacaktır. Zorunlu Uygunluk Yasası adını verdiği bu belirlemenin, sosyalizm için yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır. Bunun dışındaki öznel eğilimlere sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik sosyalizm, feodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi diyerek alaya almıştır.
Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı ülkeler için geçerli olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik bilici (kahin) tavrıyla, “geleceğin aşçı dükkânları için tarifnameler” düzenlememiştir.[6] Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve bunları kuramın evrensel gözlüğüyle inceleme altına almıştır. Bunu da en çok Rusya için yapmıştır.

Marks ve Rusya

Uzun yıllar “... Bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”[7] olarak gördüğü Rusya’yı incelemek ve yanlış anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın Rusça öğrenmiştir. Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini” sürekli yinelemiş ve Rusya hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta toplamıştır.[8] Yaşamının son dönemlerinde Türk toplumunun kendisine son derece ilginç gelen toprak ilişkilerini incelemek için Türkçe de öğrenmiş ve “Türk köylüsünün yakın doğuda, devrimci-demokratik bir rol oynayacağını” belirtmiştir.[9]
Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci siyasal mücadelenin toprak sorununu çözecek bir demokratik devrimle sonuçlanabileceğini belirten Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi öngörmemiştir. Rusya topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak köylülerin ortak iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı (kolektivist) uygulamalar için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırmış ve Rus demokratik devrimiyle, Batı’nın sosyalist devrimleri arasında kuramsal ilişkiler kurmuştur. 21 Ocak 1882’de Engels ile birlikte kaleme aldığı ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar yazılıdır; “Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan çoğunun köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batı’nın tarihi evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi BATI’DA BİR PLOLETER DEVRİMİNİ BAŞLATMAK İÇİN İŞARET OLUR DA, BU İKİ DEVRİM BİRBİRİNİ TAMAMLARSA, bu günkü Rus ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir.”[10]

Lenin ve “Nisan Tezleri”

Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus Marksistleri uzun yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik devrim programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye, beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın kaçırılmasının aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçelerini Nisan Tezleri adlı yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında olduklarını ve ‘bütün iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının tümü, günün özel koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını değerlendirmeye indirgenmiş ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken, Rus devrimiyle ilgili Marks’ın ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk günlerinde savunulmuş ve Batı’da gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir. Lenin, 28 Eylül 1917 tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalı mıdırlar? başlıklı mektubunda; “İki başkentin (Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker Vekilleri Sovyetinde, çoğunluğu sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar”[11] demiştir. Bu önerisinin önceki Marksist önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise, bir gün sonra 29 Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı yazıda açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten sonra, bütün iktidarı korumak ve (Sovyet) Rusya’yı, devrimin Batı’daki zaferine kadar götürmek şanslarına sahiptir.”[12]
Görüldüğü gibi Ekim Devrimiyle yönetim erkini ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batı’da bir sosyalist devrimin gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batı’daki devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada, sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin, kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır. Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun, böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım: ‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”[13]
Ancak, Batı’dan, İtalya ve Macaristan’daki iki cılız ayaklanma, Almanya da Spartakistlerin yenilgisinden başka bir haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk bırakılamayacağına göre, ‘tek ülkede sosyalizmin inşasının’ olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş ve ‘Rusya’da sosyalizmin’ kurulmasına girişilmiştir.

1917’den Günümüze

1917 Rusyasında olup bitenlere, 82 yıllık deneyimin, çıplak gözle görünen somut sonuçlarına dayanarak bakıldığında, Marks’ın Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek gerekiyor. Bunu görmek için, bugün çok şey bilmeye ve yoğun araştırmalar yapmaya gerek yok. Rusya’da bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına üstlenmeleri değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek kendilerince de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele geçirdiği bir dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya girişmeleriydi. Yönetim erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve Markisist kuramın önüne geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay söylenebiliyor. Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür 80 yıllık bir deney var. Rus devriminin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler Birliği’nin, kuramsal belirlemeleri tam olarak uygulayamamış olmasını olağan karşılamak gerekiyor. Bilimsel niteliği ne denli yüksek görünürse görünsün, izleyicilerinin görüşlerine ne denli uygun olursa olsun, uygulamaya geçmemiş bir kuramı, kuşkuculukla karşılamanın, başlı başına bilimsel bir davranış olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Rus devrim önderliğinin, sosyalizmi kurmaya yönelecek bir yönetimi yaşatmak için, önce Batı’dan devrim beklemesini, sonra “başının çaresine bakmasını” ve bu arada yönetim süresi konusunda ikircikliğe düşmesini anlamak gerekiyor. Devrimin 71. gününde Lenin’in yaşadığı coşku ve sevinci gerçekte, Rus sosyalistlerinin geleceklerinden duydukları kuşkuyu ve içinde bulundukları ikincilikli duygularını gösteren örnek olarak almak gerekiyor.



Sosyalim mi Demokratik Devrim mi

Rusya’da devrimden sonra gerçekleştirilen işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca ulus, yüzlerce etnik yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi toplumu haline gelmiştir. Ancak, kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın kurulan düzen, dışardan silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu sonuç nasıl açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde gelişme sağlayan uygulamaların tümü, demokratik devrim programıyla ilgili olanlardır. Marks’ın ‘zorunlu uygunluk yasası’na dayanılarak yapıldığı söylenen sosyalizmi kurmaya yönelik aşırı ortaklaşıcı uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet desteklerine karşın başarılı olamamış ve bunlar Rusya’daki toplumsal gelişmenin araçları değil, engelleri olmuştur. Bu anlamıyla Sovyetler Birliği’nde, doğal gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan, Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı olmayan ‘sosyalizmin’ çöküşü olmuştur. Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen nokta, tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.
Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı yazılarda, küçük meta üretimi, kentle kır arasındaki karşıtlık, kafa ve kol emeği arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin kurulmasında kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını açıklamıştır. 1 Şubat 1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle söylemektedir: “Bizim meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi değildir, kapitalisti bulunmayan, temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi ortak sosyalist üreticilerin malı olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan bir meta üretimidir.”[14]
Günümüzdeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin kent ile köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları söylüyor: “Eski zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı olan kininden bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile köy arasında, sanayi ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından, tasfiye edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı da sosyalist rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli düşman değildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle şiddetle ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır.”[15]
‘Üretimin gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki ‘emekçiler’ bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir varsıllık içinde yaşarlarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedirler. Stalin’in sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.

Sosyalizme Ulaşmak

Sosyalizme ulaşmak, çok yönlü toplumsal gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması olanaklı olmadığına göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek özgürlüğü ve sonsuz barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir. Bu düzeni gerçekleştirecek olan siyasal eylem, toplumsal yapının doğal gelişimiyle uyumlu olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar arasındaki gerilimler azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız gerçekleşecektir. Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren gerçeklikle sağlayacağı bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir siyasetin, söylemleri ne denli gösterişli olursa olsun başarılı olması olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın ağır yüküne, ekonomik ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler ancak dayanabilir. O da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine göre’ alırken ‘herkese ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık yaratacak bir üretim bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan ekonomik varsıllığın yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir demokrasiye ulaşmış olması da, ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin kurulması için gerekli olan nesnel koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden, kişi, küme, parti, ve hatta sınıflar; ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar. 1917 Devrimi’nin, Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde feodalizm öncesi-göçebe) bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş olmasına karşın, sosyalizme ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor. Adına sosyalist devrim dense de, Rus devriminin kapsam ve içerik olarak ‘demokratik devrim’ niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak görülebilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk Ne Diyor

Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı politik eylemin ve bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin, uzun süre ayakta kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan önceden görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da kurulan yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni olacağı yönündeydi. ‘Sosyalist’ Düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Mustafa Kemal’in Rus Devrimi ile ilgili görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk, hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre, karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz.”[16] ya da “Ben toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun.”[17] Sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde gelişecek ilişkilere çok önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene yönelik eleştiri ve önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920 de, Ali Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde, Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli değildir.”[18] der. Toplumun ekonomik ve toplumsal gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir öngörüşle o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya düzeyinde büyük etki yaratan Sovyetler Birliği için şu saptamayı yapmak o günlerde hiç kolay değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir.”[19] Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan saptamanın değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalarla ilgili olarak, 1923 yılındaki İzmit Konuşmalarında açıkladığı görüşler de aynı doğrultudadır. “... Bu, (Sovyet uygulaması y.n.) başka bir süredir. Fakat isterseniz kısa bir bakışla açıklayayım. Eski Rusya yerine yeni bir Rusya geçti. Eğer yeni Rusya komünizm safsatasını bırakırsa Çarlık’tan daha güçlü olacaktır.”[20] (Safsata: İlk bakışta doğru gibi görünmesine karşın gerçekte yanlış olan.)
Mustafa Kemal’in, Bolşevik uygulamaların Sovyetler Birliği’nde geçerli olamayacağına yönelik saptamaları, öznel bir anti-komünist tutuma bağlı değildir. Sorun bilimsel bir gerçeklikle ele alınmakta, sosyalizme yönelik uygulamalar, Rus toplumunun sosyal gelişim düzeyine denk düşmediği için uygun görülmemektedir. Toplumsal gelişimin herkesçe bilinen yasasına karşın, Sovyetler Birliği’ni 70 yıl boyunca inceleyen hemen hiçbir sosyalist kuramcı, bugünkü sonucun olabileceğini görememiştir.

DİPNOTLAR





[1] “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Sol Yay. sf.14
[2] a.g.e. sf.47
[3] “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Odak Yay. sf.48
[4] a.g.e. sf. 47
[5] “Louıs Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaıre’i” Karl Marks, Köz Yay., 1975  sf. 13
[6] a.g.e. sf.45
[7] “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, Yay. sf.10
[8] “Türkiye Üzerine” Karl Marks, Gerçek Yay. sf. 10-11
[9] a.g.e. sf. 11
[10] “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, sf. 24
[11] “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi” V.İ.Lenin, Sol Yayınları, sf. 153
[12] a.g.e. sf.187
[13] a.g.e. sf.31
[14] “Son Yazılar 1950-1953” J.Stalin, Sol Yayınları, sf. 108
[15] a.g.e. sf. 117-118
[16] “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları-1923” Kaynak Yay. 1993, sf.77
[17] “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
[18] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak. Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt s.711
[19] “Atatürkçülük Nedir?” F.Rıfkı Atay BETAŞ A.Ş. İstanbul 1980, sf.39
[20] “Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923” Kaynak Yay., 1993, sf.97

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder