1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması,
günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839 da başlayan Tanzimat
uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde,
tarihin yüzyetmişbeş yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye
şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden
yaşanmıştır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa
götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bu amaçla, Tanzimat uygulamalarıyla
Avrupa Birliği ilişkilerini içeren çalışmayı üç bölüm olarak ard arda
yayınlayacağız. Okuyunuz ve değerlendiriniz.
Yakın
Geçmiş
Avrupalılar, 20.yüzyıl içinde kümelere (gruplara) ayrılarak
iki kez savaştı ve birbirlerine ölçüsüz zarar verdi. Her iki savaşın da nedeni,
ekonomik yarışma ve pazar paylaşımıydı. Paylaşım savaşlarının yol açtığı yitikleri
birlikte yaşayan Avrupalılar şimdi, pazar gereksinimini silahlı çatışmaya
varmadan çözebilmenin yol ve yöntemlerini aradılar. Bu arayışın somut sonucu
Avrupa Birliği oldu.
Yirmi yıl arayla ortaya çıkan iki
büyük savaş seksen milyon insanın ölümüne, ölçülemeyen maddi zarara yol açtı.
Her iki savaşın da temelinde, büyük bir sanayi gücüne ulaşan ancak bu güce yeterli
gelecek sömürgesi bulunmayan Almanya, ABD ve Japonya’nın dış pazar
gereksinimleri vardı. 20.yüzyıl başında Dünya’nın büyük bölümünü sömürge haline
getirmiş olan İngiltere ve Fransa, sahip oldukları hegemonya alanlarını
korumak, diğerleri ise bu alanlardan pay almak istiyorlardı; dünya yeniden
paylaşılmalıydı, birinci savaşın nedeni buydu.
Yinelenen Savaş
İkinci Dünya Savaş’ı, birincisinin yinelenmesi gibiydi.
Avrupa’yı “yerle bir” eden savaş elli milyon insanın ölümüne neden oldu.
Batılı büyük devletler, yine kendilerinin çıkardığı bu savaştan da büyük yitiklerle
çıktı.
Birinci Savaştan sonra kurulan ve “yalnız”
olan Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’nın tümünü
ele geçirdi, azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini arttırdı ve süper bir güç
haline geldi. Her iki savaşta da uğrunda savaşılan, on milyon kilometrekarelik
toprağı ve bir milyar nüfusuyla Çin sömürge olmaktan kurtuldu ve “sosyalist”
bir düzen kurmaya girişti. Batılılar için “kayıp” gerçekten çok büyüktü.
Savaşsız Yarışma (Rekabet)
Batı’nın devlet yetkilileri ve onlara yön veren sermaye
güçleri, aralarında yapacakları üçüncü bir savaşın kendi varlıklarının sonunu
getirebileceğini görüyorlardı. Savaşlardan sonra dünyaya verilecek yeni
biçimde, herkese yetecek, ortak kullanılacak ve sürekli olacak bir pazar
işleyişinin kurulması gerekiyordu.
Ancak, “daha çok üretim, daha çok
kâr ve sürekli kâr” işleyişinin geçerli olduğu sermaye düzeninin
sürekliliği demek, “sonsuz genişlikte bir pazarın” yaratılması demekti.
Oysa ülkelerin ve dünyanın sınırları sonsuz değildi.
Belli dönemlerde güçlenerek ülkeleri
ele geçirenler, daha sonra zamana ve gelişim farklılıklarına bağlı olarak, ele
geçirdikleri ülkelerden pay isteyen güçlü rakiplerle karşılaşıyorlardı. Bu ise
çatışma demekti ve çatışma, emperyalist sistemin zorunlu bir sonucuydu. Tekelci
kapitalizm var oldukça çatışma kaçınılmazdı ama ertelenmesi ya da
geciktirilmesi mümkündü. Genişletilmiş ortak pazarlar, bu amaca hizmet
edebilirdi.
Pazarı Ortak Kullanma
Ortak pazarlar, bu sistemin bir ürünü olarak ortaya çıktılar
ve zaman içinde geliştiler. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, her biri bir başka
büyük devletin kullanım alanına giren ülke pazarları, ayrı ayrı ve yalnızca bir
egemen devlet tarafından kullanılıyordu. Savaştan sonra, ülke pazarları birbirine
bağlanarak; geniş, alım gücü yüksek ve her ülkenin kendi gücü oranında
yararlanabileceği “ortak pazarlar” haline getirildi.
Silahlı çatışmadan kaçınmak için
geliştirilen “ortak pazar” girişimi, büyük güçler arasındaki ticari rekabeti
ortadan kaldırmadı ama batılı devletlerin kendi aralarındaki yeni bir silahlı
çatışmayı, elli yıldan fazla bir süre ertelemeyi başardı.
Avrupalılar bu “başarıyı”, 15
Aralık 2001’de yaptıkları Laeken Zirvesi’nde devlet başkanlarının
imzasıyla yayınladıkları Bildiride şöyle dile getirdiler: “Avrupa Birliği
bir başarı öyküsüdür. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa barış içinde
yaşıyor.. Birlik, Avrupa tarihinin, İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yapay
bölünme sayfasını nihayet kapatabilecektir. Bunca zaman sonra Avrupa, elli yıl
önce altı ülkenin liderliğinde olduğundan farklı bir yaklaşım gerektiren gerçek
bir dönüşümle, kan dökülmeden büyük bir aile olma yolundadır.”1
Türkiye’nin
Tutumu
Ekonomik ve siyasal düzen, tarihsel birikim, toplumsal yapı,
inanç ve kültürel farklılıklarla kendine özgü yaşam biçimine sahip Türkiye, o
zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan girişime katılmak için hiç
düşünmeden başvurdu.
Oysa Türk toplumunun bu yapıyı
oluşturan Avrupalılarla bin yıl eskiye giden çelişkileri vardı. Çatışmalarla
dolu tarihsel birikim ve bu birikimin oluşturduğu gerilim ve ayrılıklar,
varlığını canlı bir biçimde sürdürüyordu. Bu iki toplumun aynı, idari yapı
içinde kaynaşarak bütünleşmeleri mümkün değildi. Toplumsal ve tarihsel
gerçekliğin somutluğuna karşın Adnan Menderes hükümeti, hiçbir araştırma
ve bilgiye sahip olmadan AET’na üyelik için başvurmuştu.
1963’den
1995’e; Gümrük Birliğine Giden Yol
Türkiye, 12 Eylül 1963 tarihinde AET ile Ankara Anlaşması’nı
imzaladı. Anlaşmayı imzalayan, batılı devletlere karşı verilen Kurtuluş
Savaşı’nda “Garp Cephesi Komutanı” olan, Lozan’da ulusal
egemenlik hakları için büyük mücadele veren İsmet İnönü’ydü.
Lozan’da, 1838 Ticaret Anlaşması’nın Türkiye’yi
sömürgeleştirdiğini ileri süren, hiçbir imtiyaz önerisini kabul etmeyen ve
gümrük bağımsızlığı için çok sert bir mücadele veren İsmet İnönü,
Cumhuriyet’in ilanının 40.yılında gümrüklerden ve korumacılıktan vazgeçilen
Ankara Anlaşmasını kabul etmişti.2
İlginç bir rastlantı olarak, NATO’ya
üyelik için İnönü başvurmuş (1949), anlaşmayı Menderes imzalamış
(1952), AET’ye ise Menderes başvurmuş (1959), İnönü imzalamıştı
(1963). Menderes Hükümeti, AET ortaklık başvurusunu, ABD’nin onayını
alarak yaparken; başvuru konusunu, ne TBMM’ne getirmiş, ne de CHP’ne bilgi
vermişti.8
Olmayacak
Duaya Amin
Ankara Anlaşması,
Türkiye’yi tam üye değil, ne anlama geldiği belli olmayan “ortak üye”
olarak kabul ediyor ve Türkiye’yi üye yapmayacağını daha işin başlangıcında
ortaya koyuyordu. Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle 1962 yılında; “Yunanistan’ın
aksine Türkiye büyük bir ülkedir, AET’ye girmesi şart değildir” derken,
Fransa ve İtalya Türkiye’nin “Kendi ihraç ürünlerinin yerini alacağından”
çekiniyordu.3
Üye yapılmak istenmeyen Türkiye’nin,
Doğu’ya yakınlaşmasından da endişe ediliyor ve bu endişenin giderilmesi için
bir “ara formül” bulunmaya çalışılıyordu. De Gaulle’ün
geliştirdiği ve AB’nin bugüne dek sürdürdüğü Türkiye politikasının temelini
oluşturacak olan “ara formül” şuydu: “Türkiye ne tamamen dışarı
itilmeli ne de içeri alınmalıdır.”4
Türkiye’de Olanlar
Türkiye’nin Ankara Anlaşması ile Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na girmek ve Ortak Pazar’a katılmak için girişimde
bulunması; aynı bugünkü gibi, Meclis’te temsil edilen partilerin tümü
tarafından “büyük bir istekle” desteklendi ve AET’na katılmak devlet
siyaseti haline getirildi.
Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Yeni Türkiye
Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP) sözcüleri;
Meclis Kürsüsünden, “Avrupa ile entegrasyonun önemini” vurgulayan “ateşli”
konuşmalar yaptılar. CHP–YTP–CKMP Koalisyonu Dışişleri Bakanı Ferudun Cemal
Erkin: “Ana amacımız, Avrupa ekonomik entegrasyonu ve bunu takip edecek
olan siyasi entegrasyon hareketinin dışında kalmamaktır”5 dedi.
CHP Kocaeli Milletvekili Nihat
Erim; “Yunanistan’ın Ortak Pazar’a girmesi, ne kadar politik bir
zorunluluk ve Avrupa’nın bütünlüğü için ne kadar önemliyse, Türkiye’ninki
bundan iki kat daha önemlidir. Biz demir perde ülkeleriyle sınırı olan bir
ülkeyiz. Batılı müttefiklerimiz ve batılı dostlarımız tarafından
kucaklandığımız hissi yüreklerimizden eksik olmamalıdır”6; AP
İzmir Milletvekili Ali Naili Erdem; “Avrupa Ortak Pazarı, Gümrük
Birliği’ne doğru gitmektedir. Bu gidişin milletlerarası bağlılığın varacağı
sonuçlarından ülkemizin uzak kalması düşünülemez”7 biçiminde
açıklamalar yaptı.
Ankara Anlaşması’nın Meclisçe
onaylandığı 4 Şubat 1964 tarihinde, AP Gurubu adına görüş bildiren E.Yılmaz
Akçal’ın sözleri, bugün de çok yaygın olarak kullanılan söylemin hemen
aynısıydı; “Ortak Pazar’a katılmamız Türkiye’nin batılılaşma hareketinin en
önemli adımlarından biridir.”8
Tarih
Affetmez
Ankara Anlaşması,
1995 yılında kabul edilen Gümrük Birliği Belgesi’yle sonuçlandı. Türkiye
ulusal pazarını Avrupa sermayesine tam olarak açtı ve yeniden Batı’nın
yarı–sömürgesi durumuna geldi. Gelinen yer, sürdürülen politikaların doğal ve
kaçınılmaz bir sonucuydu.
“Batılılaşmak” ya da “Avrupalı olma” anlayışı Türkiye’de,
kesintisiz bir biçimde uygulanan geçerli politika haline getirilmişti. 1938’den
sonra, pek çok hükümet kurulmuş, seçimler yapılmış, muhtıra ve darbeler
gerçekleştirilmiş ancak, Tanzimat Batıcılığı hep egemen siyaset olarak
kalmıştı. Anlaşmayı imzalayanlar, sonucun bugünkü duruma geleceğini belki
bilmiyorlardı. Ancak tarih “bilmeyenleri” affedecek kadar “yufka
yürekli” değildi. Sonuç kaçınılmazdı. “Aynı akvaryuma salınan büyük
balık küçük balığı yutacaktı.”9
Üye Yapmadan İlişki Geliştirmek
Ankara Anlaşması,
Türkiye ile AET arasında “ortaklık” rejiminin uygulanması ve gelişmesi
için bazı organlar kurulmasını öngörüyordu. Ortaklık Konseyi, Ortaklık
Komitesi, Türkiye–AET Karma Parlamento Komisyonu ve Gümrük Birliği Komitesi
adlarıyla organlar kuruldu.
Türk yöneticiler bu tür organların
kurulmasını, Türkiye’ye verilen önemin göstergesi saydılar. Ve Türkiye’yi AET
üyeliğine götürecek olan bir girişim olduğunu sandılar. Avrupalıların
Türkiye’ye “önem” verdikleri doğruydu. Ancak bu önem, Türkiye’nin AET
içine alınıp ortak yapılmasını değil, üye yapmadan “ilişkilerin
geliştirilmesini” amaçlıyordu; organlar bu amaçla kurulmuştu.
1 Aralık
1964’den sonra yürürlüğe giren Ankara Anlaşması’yla, Türkiye–AET ilişkileri
“tam üyeliğe” ulaşana dek; “Hazırlık”, “Geçiş” ve
“Son Dönem” adlarıyla üç döneme ayrıldı. Türkiye bu dönemlerde,
üzerine düşen tüm yükümlükleri yerine getirdi.
Oysa AET Türkiye’yi “tam üyeliğe”
almamaya baştan karar vermişti. Avrupalılar kendi sorunlarını çözmek için
biraraya gelmişlerdi. Nüfusu ve sorunları bol, kendisine yabancı Türkiye’yi aralarına almak, AET oluşumunun
amaçlarına uygun değildi. AET, onlar için, yalnızca ekonomik bir
örgütlenme değil, tarihsel kökleri eskiye giden, siyasi birliği amaçlayan bir
girişimdi. Bu örgütlenmede eşit koşullara sahip bir Türkiye’nin yeri olamazdı.
Batıya Tutkunluk
AET, başlangıçta Türkiye’nin topluluğa girebilecek düzeyde
kalkınmasını istiyor göründü. “Hazırlık Dönemi”nde Türkiye’ye herhangi
bir yükümlülük getirmedi. Türkiye’nin ihracatında ağırlığı olan tütün, fındık,
kuru incir ve üzüme belirli koşullar altında bazı gümrük indirimleri uyguladı.
Avrupa Yatırım Bankası aracılığıyla 175 milyon dolarlık bir fonu, anlaşma
amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere Türkiye için ayırdı.
“Hazırlık dönemi”nin bu iki basit ödünü, Türk yöneticilerin çok hoşuna
gitmişti. “Hazırlık Dönemi”nin süresi bitmeden Türkiye AET’den “Geçiş
Dönemi” koşullarının görüşülmesini istedi ve 23 Kasım 1970’de “Katma
Protokol” imzalandı.
Protokol’ün imzalandığı günlerde AP
Gurubu adına Meclis’te bir konuşma yapan Zonguldak Milletvekili Cahit
Karakaş şunları söyledi: “Türkiye’nin ekonomik ve siyasi menfaatleri
daima Avrupalı olmakta, Batılı olmaktadır. İşte bu sebeple Türkiye 1963
yılında, Batı ile Ortak Pazar Antlaşması imzalamıştır. Sayın İsmet İnönü o
zaman, antlaşmayı imza eden hükümet başkanı olarak, ‘Bu antlaşma Türkiye’nin
ilelebet Avrupalılaşmasını temin edecektir’ demişti.. Türkiye’nin kendi ihraç
ürünlerine pazar bulabilmesinin zorunlu gereği, ekonomik ilişkileri öteden beri
daima Batı ile sürdürmüştür.. Doğu bloku devletleriyle ticaret, plan
hedeflerimize ve ilkelerimize aykırı düşmektedir.”10
Katma
Protokol; Aldatıcı Tutum
Katma Protokol
Türkiye’ye kullanamayacağı, daha doğrusu ekonomik gelişme düzeyi nedeniyle
kullanması mümkün olmayan hakları vermiş görünüyordu. Türkiye, “eşit”
koşullar altında Avrupa sanayi ürünleriyle rekabet edebilecek bir sanayi
yapısına sahip değildi; sınırlı sektörlerde oluşma aşamasında olan cılız
sanayinin korunmaya gereksinimi vardı. Avrupa rekabetine açılmak bunların yok
olması demekti.
AET, mali protokoller çerçevesinde
Türkiye’ye on yılda yaklaşık 3,5 milyar dolar yardımda bulunacak, Türk işçileri
Avrupa’nın her ülkesinde serbestçe dolaşacaktı. Türk tekstil ürünlerine kota
uygulanmayacak, “anti–damping” uygulamaları yapılmayacaktı.
Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Buna
karşın Türkiye, büyük bir “istek” ve “disiplin” ile kendi üzerine
düşen yükümlülükleri yerine getirmeyi sürdürdü. 1984–1994 arasında uyguladığı
ekonomik politikalarla kapılarını Avrupa’ya hızlı bir biçimde açtı. Katma
Protokol çerçevesinde 12 ve 22 yıllık listelerde gümrük indirim
taahhütlerini yerine getirdi. 1995’e gelindiğinde Avrupa Birliği malları
Türkiye pazarında, diğer ülke mallarına karşı belirgin bir biçimde imtiyaz
üstünlüğüne sahip hale gelmişti. Ulusal sanayi büyük darbe almıştı.
Kabul Etmemenin İlanı: “Teknik Rapor”
Türkiye, Katma Protokol’ün öngördüğü yükümlülüklerini
yerine getirmiş olmanın heyecanıyla, 14 Nisan 1987’de tam üyelik için başvurdu.
AET, üyelik başvurusunu reddetmekle kalmadı, Türkiye’nin tam üyelik konusunu
Birlik’in gündeminden çıkardı. Bu olumsuz davranışa karşın Başbakan Turgut
Özal, konuyla ilgilenen herkesi şaşkına çeviren şu sözleri söyledi: “Türkiye
Avrupa Birliği’ne alınmasa da Gümrük Birliği’ne gireceğiz.”11
Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyi,
Türkiye’nin üyelik başvurusunu 27 Nisan tarihinde, gerekli incelemeyi yapmak
için AT Komisyonu’na gönderdi. Komisyon tüm birimlerine, Türkiye’nin Topluluğa
katılmasının sonuçlarını ve etkilerini değerlendirmek için gereken tüm bilgi ve
belgeleri toplama talimatını verdi.
Yapılan kapsamlı araştırmalar
sonunda, 10 sayfalık “Görüş” ile buna ekli 125 sayfalık bir “Teknik
Rapor” ortaya çıktı. Komisyonun Konseyce benimsenen raporunda şu tür
saptamalar yer alıyordu: “Türkiye’nin özel durumunda iki konu önemlidir.
Türkiye büyük bir ülkedir. Herhangi bir Topluluk üyesi devletten daha büyük bir
coğrafi alanı vardır ve nüfusu ileride daha da artacaktır. Genel gelişmişlik
düzeyi Avrupa ortalamasının çok altındadır. Türkiye’nin yapısal fonlara dahil
edilmesinden gelecek mali yük, yükten bile daha ağır olacaktır. Türk işgücünün
Topluluk emek pazarına girişi, işsizliğin Topluluk içinde yüksek düzeyde olmaya
devam ettiği bir süreçte korku vermektedir.. Avrupa’nın tamamı bir değişim
içindeyken ve Topluluğun kendisi büyük değişimlerden geçerken, bu aşamada
Türkiye ile katılım müzakerelerine girilmesi uygun ve yararlı olmayacaktır.
Buna karşın Komisyon, Türkiye’nin Avrupa’ya doğru genel açılımının dikkate
alınmasını ve Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesi gerektiğine inanmaktadır..”12
Avrupa Topluluğu, Türkiye’nin üyelik
başvurusunu reddetme kararı alırken; aynı kararda, “Türkiye ile ilişkilerin
geliştirilmesi” yönünde bir “işbirliği programı” nı kabul etti. “Türkiye’yi
dışarıda tutarak ilişkileri sürdürme” ya da daha açık söylemiyle, “Türkiye
pazarını onu üye almadan kullanma” isteminin somut ifadesi olan ve adına Matutes
Paketi denilen “İşbirliği Programı”nın en önemli maddesi, Türkiye
pazarının Avrupa’ya tam olarak açılmasıydı.
Bu açılma, Türkiye ile Avrupa
Topluluğu’nun 1995 yılı sonunda kabul ettikleri Gümrük Birliği
uygulamasına geçilmesiyle tamamlanacaktır. Avrupa yararına tek taraflı
işleyişiyle getirilen bu uygulama, tam anlamıyla bir sömürgecilik ilişkisiydi.
Kapitülasyon Anlaşması
Türkiye Avrupa Birliği ile yaptığı ve hala yürürlükte olan Gümrük
Birliği Protokolü, Kemalizmin üzerinde yükseldiği ulusal tam bağımsızlık
kavramının yadsınmasıydı ve bu nedenle Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin kabul
edebileceği bir anlaşma değildi. Anlayışını 19.yüzyıl sömürgeciliğinden alan Gümrük
Birliği Protokolü’yle Türkiye ekonomik, siyasal ve hukuksal hükümranlık
haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul ediyor ve kendisini
Avrupa’nın bir yarı–sömürgesi haline getiriyordu.
Gümrük Birliği Protokolü tam ve tartışmasız bir biçimde ağır bir kapitülasyon
anlaşmasıydı ve şu koşulları içeriyordu;
1.Türkiye Gümrük Birliği’ne
girmekle, organlarında yer almadığı bir dış örgütün tüm kararlarına uymayı
önceden kabul ediyordu. Türkiye’nin karşı oy verme, kabul etmeme ya da erteleme
gibi hakları bulunmuyordu.
2.Türkiye, Gümrük Birliği
Protokolü’yle, dış ilişkilerini belirleme yetkisini Avrupa Birliği’ne
devrediyordu. Türkiye, Avrupa Birliği’nin üye olmayan üçüncü ülkelerle (tüm
dünya ülkeleri) yaptığı ve yapacağı bütün anlaşmaları önceden kabul ediyordu.
(16 ve 55 maddeler)
3.Türkiye, Gümrük Birliği’ne
girmekle, herhangi bir dünya ülkesiyle Avrupa Birliği’nin bilgi ve onayı
dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul ediyor, yapması durumunda Birliğe
anlaşmayı engelleme yetkisi veriyordu. (56.madde)
4.Türkiye, Gümrük Birliği’ne
girmekle, Avrupa Birliği’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara
paralel kanunlar çıkarmayı önceden kabul ediyordu. (8.madde)
5.Türkiye, Gümrük Birliği’ne
girmekle, içinde hiçbir Türk hakimin olmadığı Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın
bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul ediyordu. (64.madde)
6.Türkiye, Gümrük Birliği’ne
girmekle, ulusal pazarını rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına
açıyor, gümrük vergilerini sıfırlıyor, tüm fonları kaldırıyordu.
Yıkıma Giden Yol
Gümrük Birliği Protokolü’nün
koşulları Türkiye açısından gerçekten çok ağır ve yıkıcıydı. Avrupalılar, bu
denli ağır ve tek yanlı bir anlaşmayı Türkiye’ye bu denli kolay kabul
ettirmenin mutlu şaşkınlığına uğramışlardı. Avrupa Parlamentosu’ndaki
görüşmeler sırasında söz alan bir parlamenter şunları söylemişti: “Türkiye’yi
çok ucuza satın alıyoruz. Bu bizim yararımıza olmayacaktır.”13
Fransa’nın Ankara eski Büyükelçisi Eric
Routeau’nun Protokol’le ilgili sözleri bir büyükelçiden beklenmeyecek kadar
açık ve netti: “Türkiye, büyük ödünler verdiği çok haksız bir anlaşmaya imza
attı. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket
olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.”14
Almanya Dışişleri Bakanı Klaus
Kinkel’in sözleri ise acı gerçeğin belki de en somut ifadesiydi: “Türkiye
bizim Cezayirimizdir.”15
Avrupa Konseyi Parlamenterler
Meclisi Başkanı Alman Leni Fisher’in, Türkiye’nin GB’yi kabul etmesi
konusunda 24 Ocak 1996 tarihinde söylediği sözler gerçek durumu ortaya koyan
açık sözlerdi: “Avrupa’nın Ortadoğu’da çok önemli rol oynayan bir Türkiye’ye
ihtiyacı vardır.”16
AB Türkiye’yi Hiçbir Zaman Üyeliğe Almayacaktır
Gümrük Birliği uygulamalarının neden olduğu ekonomik yıkım,
giderilmesi giderek zorlaşan ulusal sorunlar olarak Türk halkının karşısına
dikilmektedir. Ancak yaşanan bunca olumsuzluğa karşın, yalana ve yanlışa
dayanan AB politikaları, toplumsal yaşamın tümünü kapsayacak biçimde ısrarla
sürdürülmektedir.
Politikacılar ve büyük sermaye
çevreleri, AB’ne verilen ödünlerin yetersiz olduğunu, daha çok ödün verilmesi
gerektiğini, AB’ne ancak bu yolla üye olunabileceğini söylemektedirler. İleri
sürülen bu sav, söylem düzeyinde bırakılmamakta ve yasal zemini oluşturulan
uygulamalar halinde yaygınlaştırılmaktadır. Oysa, Avrupa Birliği Türkiye’yi
hiçbir zaman tam üyeliğe almayacaktır. Çünkü;
1.Gümrük
Birliği, Avrupa Birliğine üye olmak için verilen ulusal bir ödündür. Ekonomik
gücüne ve yönetim sistemine güvenen Avrupa ülkeleri, ortaklıktan elde
edecekleri yararları düşünerek gümrüklerini diğer ülkelere açmışlardır.
Türkiye, ortaklık haklarını elde etmeden pazarını Avrupa’ya açmıştır. “nimet”’i
olmayan bir “külfet”’e katlanmış, kendisini de Avrupa için “külfetsiz nimet”
haline getirmiştir. Bu nedenle tam üyeliğe alınmasının gereği ortadan
kalkmıştır.
2.Avrupa
büyük boyutlu ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. Daralan dünya
pazarları, şiddetlenen uluslararası rekabet, işsizlik, üretimsizlik ve sosyal
güvenlik sorunları giderek büyüyen dalgalar halinde Avrupa’yı sarmaktadır. AB
kendisini ABD ve Japonya’ya karşı korumaya çalışmaktadır. Amacı siyasi
birliktir. “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak ifade edilen oluşumda
Türkiye’nin yeri yoktur. Olması da mümkün değildir.
3.Türkiye,
AB’ye göre sorunları çok daha fazla olan farklı yapıda azgelişmiş bir ülkedir.
Böyle bir ülke Avrupa için “ortak” değil ancak “pazar” olabilir. Yüzde 10’u
aşan kronik işsiz oranıyla Avrupa’nın, kalabalık nüfusu ve yüzde 26 işsizi olan
Türkiye’yi tam üyeliğe alarak ona serbest dolaşım hakkı tanıması demek, çözmekte
yetersiz kaldığı Avrupa işsizliğinin katlanarak artması demektir. Böyle bir
gelişme ise AB’nin gözünde “Viyana kapılarında durdurulan” Türklerin Avrupa’yı
bu kez “kılıçsız istila” etmesidir.
4.Türkiye
tam üyeliğe kabul edilmesi halinde, temsil haklarının nüfusa göre belirlendiği
Avrupa Birliği içinde, Birliğin en etkin birkaç ülkesinden biri olacaktır.
Avrupa Parlamentosu’nda 91 milletvekili (Almanya 99, İngiltere ve Fransa 87),
Bakanlar Konseyi’nde 10 oy (Almanya, İngiltere ve Fransa 10) ve AB
Komisyonu’nda 2 komiser (Almanya, İngiltere ve Fransa 2) ile temsil
edilecektir. Yüzyıllardır (1923–1938 arası hariç) Avrupa’nın yarı–sömürgesi
durumunda olan Türkiye, Avrupa’yı yöneten bir ülke haline gelecektir. Kendi
ülkelerini “yönetemeyenler” Avrupa’yı “yöneteceklerdir”. Böyle bir durum,
Avrupalılar için değil kabul etmek gerçek bir “kabus” tur.
5.Türkiye
tam üye olması halinde, AB’nin yürürlükteki sistemi gereğince, Birliğin “az
gelişmiş yörelere yardım fonundan” her yıl yaklaşık 17,5 milyar dolar yardım
alması gerekecektir. Böyle bir durum, pazar ve para için 20.yüzyıl içinde
milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşı çıkaran Avrupalıların,
“akıllarından bile geçiremeyecekleri” bir gelişmedir.
6.Avrupalılar,
Türklere yüzyıllardır ırkçı ve dinci gözlüklerle bakmışlardır. Avrupalılar için
Türklerin yaşam tarzları, kültürel gelenekleri ve dini inançları, aynı siyasal
oluşum içinde birlikte olunamayacak kadar kendilerinden uzaktır. Bu durum
Türkler için de geçerlidir. Avrupa her geçen gün daha fazla kendi içine
kapanmakta ve kendini özellikle ABD ve Japonya’ya karşı mücadeleye
hazırlamaktadır. Yarattığı ekonomik–siyasi oluşum içinde Türkiye’nin gerçekten
“yeri yoktur.”
DİPNOTLAR
1 http://www. eu 2001 be–http:
//europa.eu.İnt; ak.Hürriyet 24.12.2001
2 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
İst. Mat. 1974, 3.Cilt, sf. 1707
3 “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa
Birliğine Bakışı”, Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım, SUDE AJANS Ekim 2000, sf.
24
4 a.g.e. sf. 24
5 a.g.e. sf. 25
6 a.g.e. sf. 26
7 a.g.e. sf. 26
8 a.g.e. sf. 29
9 “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm Türkiye”
Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 12.Baskı 2002, sf. 881
10 “TBMM Tutanak Dergisi” 14.12.1970,
sf. 284–294, ak. Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım a.g.e. sf. 64–65
11 “Avrupa Çıkmazı” Erol Manisalı,
Otopsi Yayınları 2001, sf. 130
12 “Dünden Bugüne Türkiye–Avrupa Birliği
İlişkileri” Dr. Esra Çayhan, İstanbul 1997, sf. 307, ak. Hülya
Yalçınsoy–Adil Aşırım, “Türkiye’de Siyasi Partilerin Avrupa’ya Bakışı” SUDE
AJANS, Ekim 2000, sf. 172–179
13 “Lake’e Ankara’da Düş Kırıklığı”
Cumhuriyet 16.01.1996
14 “Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye,
Gümrük Birliği Ne Getirdi, Ne Götürdü?” R.Karluk, Turhan Kit., Ank.-1997,
sf. 173: ak. Yıldırım Koç, “Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri” Türk–İş
Yay. No: 66 Sf. 51
15 a.g.e. sf. 51
16 “Avrupa Ülkeleri Türkiye’ye Muhtaç”
Sabah 25.01.1996
TEŞEKKÜR EDERİM EMEĞİNE KALEMİNE SAĞLIK SEVGİLERİMLE
YanıtlaSilDuyarlılığınız için ben teşekkür ederim Sevgili Asikar.
YanıtlaSil