17 Şubat, Medeni Kanun ’un yasalaştığı gündür. Ancak, 1926 yılında gerçekleştirilenler, yasa çıkarmanın çok ötesinde bir başka boyuta sahiptir. Türk toplumu, girdiği devrimler sürecinde, hukuk alanında da büyük bir yenileşme atılımı gerçekleştirmişti; hukukta devrim yaşanmıştı. Bu devrim; evrensel hukukla çelişmeyen, Türk toplumuna uyumlu, gelişmeye açık ve devrimci bir öze sahipti. Aşağıdaki yazıyı, hukuk sefaletinin yaşandığı günümüzde yararlı olması dileğiyle yayınlıyoruz.
Osmanlı’nın
son döneminde hukuksal düzen, içinden çıkılmsı olanaksız bir karmaşa içindeydi.
Değişik alanlarda birçok mahkeme türü vardı. Konsolosluk Mahkemeleri yabancılar, Karma Mahkemeler yabancılarla Osmanlılar, Yerli Mahkemeler ise Osmanlılar arasındaki uyuşmazlıklara
bakıyordu. Bunlardan başka, geleneksel Şer-i
Mahkemeler ve Nizamiye Mahkemeleri
vardı. Ticaret hukukunda; icra-iflas, kambiyo, çek, proforma fatura, sigorta,
banka faizi gibi işlemler dine uymadığı gerekçesiyle yasaklanmıştı. Bireyleri
ilgilendiren medeni hukuk fıkıh kurallarının değişmezliği üzerine kurulmuştu.
Aile hukuku, çağın çok gerisindeydi. Bir erkek dilediği kadar kadınla
evlenebiliyor, koca üç kez boş ol
dediğinde karısını boşayabiliyordu. Çocuklarda evlenme için bir yaş sınırı
yoktu. Miras hukuku, kadına yönelik haksızlıklarla doluydu. İki erkek kardeşten
biri öldüğünde, ölenin çocukları kız ise, miras onlara değil erkek yeğenlere
kalıyordu. Cumhuriyet, Hukuk Devrimi ’ni
bu koşullar içinde ve yanlızca iki yıllık bir hazırlık döneminin sonunda yaptı.
Okuyucu aşağıdaki yazıyı; geçmişi, yapılanları ve bu günü bütün olarak
değerlendirerek ele almalıdır. Bu yapıldığında, Hukuk Devrimi ’nin anlam ve önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Hukukta Yenileşme
Mustafa Kemal, 1 Mart 1924’de
Meclis’te, Hilafetin kaldırılması ve eğitim birliği konusunu ele alırken,
devlet işlerinde din-hukuk ilişkileri konusundaki görüşlerini de açıklamış,
hukuk alanında kesin ve kalıcı bir yenileşmenin zorunlu olduğunu dile
getirmişti. Bu konuşmada hukuk ve adliye konusunda şunları
söylemişti: “Adli yapılanmaya ve yenileşmeye verdiğimiz önemi, ne biçimde
ifade etsek az kalır. Adliyeye bütçede önemli kaynak ayrılmıştır ve bu kaynak
sürekli arttırılacaktır. Ancak, bundan daha önemli olan; adli anlayışımızı,
yasalarımızı ve adalet örgütümüzü şimdiye kadar etki altında bulunduran ve
çağın gereklerine uymayan bağlardan bir an önce kurtulmaktır... Bizden, adaleti
seri ve kesin biçimde sağlayan uygar yargı yöntemleri isteyen milletin, arzu ve
ihtiyaçlarına bağlı kalmalıyız. Adliyemizde, her türlü etkiden cesaretle
silkinerek, seri ilerlemelere atılmakta asla tereddüt etmememiz gerekir. Medeni
hukukta, aile hukukunda izleyeceğimiz yol, ancak uygarlık yolu olacaktır.
Hukukta, işi oluruna bırakmak (idareimaslahat) ve hurafelere bağlılık, milletin
uyanmasını engelleyen en ağır kâbustur. Türk milleti, üzerinde kâbus
bulunduramaz.” 1
Çalışmaları bu
söylevle başlayan hukuk yenileşmesi, Medeni Kanun’un kabul edildiği 17
Şubat 1926’ya dek, yaklaşık iki yıllık bir hazırlık dönemi geçirdi. 17 Aralık
1924’te kurulan ve hukukçulardan oluşan bir Ana Kurul ile 46 kişilik bir
Yardımcı Kurul, 14 ay boyunca çalıştı.2 Ticaret hukuku
Fransa, ceza hukuku İtalya, medeni hukuk İsviçre, borçlar ve
icra hukuku Almanya ve İsviçre yasalarından yararlanılarak hazırlandı.
Medeni Kanun
Küçük
değişikliklerle Türkiye’ye uyarlanan yasa, Avrupa’nın en yeni medeni hukukuydu
ve İsviçre’de 1912’de uygulamaya sokulmuştu. Aileyi güçlendirme, çocuk ve
yetimleri koruma, kadın haklarını gözetme gibi, Türklerin önem verdiği
özelliklere sahipti; etnik farklılıkların olduğu bir ülkede başarıyla
uygulanmıştı.
Ancak,
Türk gelenekleriyle tam olarak örtüşmeyen yanları da vardı. Tarih ve devrim
bilincine sahip hukukçu eksikliği, zaman darlığıyla birleşince, bir çeviri
yasayla yetinmeyi zorunlu kılmıştı. Buna karşın, yasa kimi maddeleri
işleyemese de başarıyla uygulandı. Yasa koyucu, uygulama için 6 aylık bir süre
tanımış, 4 Ekim 1926’yı, yürürlük tarihi olarak belirlemişti. Oysa İsviçre
bile, bu yasayı 1907’de kabul etmiş, uygulama için 1912’ye dek beş yıllık bir
hazırlık dönemi geçirmişti.3
Hukukçulara Devrimci Bildirim
Türk toplumunun
özgün yapısına değer veren anlayışıyla, hukuk kurullarının çalışmalarını
izledi, yol gösterici açıklamalar yaptı. Hukukçulara, onun ölçülerine göre
oldukça uzun bir süre vermişti. Olanak bulduğu ölçüde, birçok kez, ayrıntılarla
bile ilgilendi. İlgi ve karışması, yol gösterici uyarılar, yüreklendirici
önerilerdi. Hukukçulardan, bilinçli ve kararlı olmalarını istiyor, yenileşmede
izlenecek yolu; “bilgili, güçlü, açık ve etkili ifadelerle” anlatıyordu.
Ankara Hukuk Mektebi’ni açarken yaptığı konuşma, “hukukçulara yapılan
devrimci bir bildirim” ve “Türk hukuk devriminin başlangıcını tarihte
yaşatacak belge”ydi. 4 “Türk devrimi nedir? Bu devrim,
sözcüğün ilk anda verdiği ihtilâl anlamından daha geniş bir değişimi ifade
eder... Büyük milletimizin, altı yıl içinde yaşamında meydana getirdiği
değişimler, herhangi bir ihtilâlden çok fazla, çok yüksek olan muazzam bir
devrimdir... Devrimcilerin en büyük ve sinsi düşmanı, çürümüş hukuk ve onun
dermansız izleyicileridir. Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek
zorunda kalan, eski yasalar ve onlara dayanan eskinin hukukçuları, devrim
atılımlarının etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz, derhal canlanarak
harekete geçerler. Devrim ilkelerini, onun içten izleyicilerini ve onların
yüksek ülkülerini mahkum etmek isterler.” 5
Konuyla
uğraşan hukukçulara yaptığı uyarı ve önerilerin tümünde; Türk Devrimi’nin
derinliğinden, kısa sürede gerçekleştirilmesi gereken işlerden, çok çalışmaktan
söz etti. Yenileşmenin; evrensel hukukla çelişmeyen, Türk toplumuyla uyumlu,
gelişmeye açık ve devrimci olmasını istiyordu. Elindeki kadronun nitelik ve
nicelik olarak düzeyini biliyor, bu nedenle onlara bilinç ve çalışma azmi
vermek için yoğun çaba harcıyordu.
“Milletin
varlığını korumak için, bireyler arasında ortak bağ oluşturmaya” önem veren eski
Türk hukukunun, son yüzyıllarda bozulduğunu, ancak Devrim’le birlikte büyük bir
yenileşme atılımına girdiğini belirterek şöyle söylüyordu: “Türkler’in 1453
zaferini düşününüz. Bütün dünyaya karşı, İstanbul’u sonsuza dek Türk toplumuna
mal eden kuvvet, bir süre sonra, matbaayı Türkiye’ye sokmayan hukukçuların,
uğursuz direnişine karşı koyamadı... Yeni hukuk esasları ve yeni hukukçuları
ortaya çıkarmak için, girişimde bulunma zamanı gelmiştir... Genel yaşantımıza
yeni hukukî esasların tam olarak yerleşmesi için, kuram ve uygulama olarak
zamana ihtiyacımız var. Bu zamanı, millet ve onun devrime kattığı büyük güç
bize verecektir.” 6
Türk
Hukukunun Geçmişi
Oluşumu ve kendine
özgü nitelikleri, ilkçağ tarihine dek giden Türk hukuku, uzun yüzyıllar
koşullara ve gereksinimlere yanıt vererek olgunlaşmış, kendini sürekli
yenileyerek, Orta Asya’dan Selçuklular’a, oradan Osmanlılara geçmişti. Osmanlı
Devleti’nin hukuk düzeni, özellikle toprak düzeni, 17.yüzyıla dek, çağını aşan
yüksek niteliklere sahipti. Osmanlı devleti, din ve etnik kökenine bakmaksızın
tüm uyruklarına; hak ve sorumlulukların açıkça belirlendiği, iyi işleyen ve
karmaşadan uzak, erinçli bir yaşam sunmuştu.
Orta Asya
Türkleri, çok eski zamanlardan beri, yargıda eşitliği temel alan, hızlı
işleyen, herkesin kolayca anlayabileceği, adil bir hukuksal düzen kurmuştu.
Uluslararası hukuktan, aile ve mülkiyet hukukuna dek, toplumun tüm sorunlarını
kapsayan yasal düzenlemeler (töreler), kendi dönemi kadar, sonraki
dönemleri de etkilemiş ve hemen tüm Türk toplumlarına esin kaynağı olarak,
köklü bir toplumsal ahlak anlayışı oluşturmuştu.
Eski
Türkler’in hukuk düzeninde, ayrımsız herkesin sorumlu olduğu ceza yasaları
vardı; yasalar, disipline bağlı bir güvenlik örgütü
aracılığıyla ödünsüz uygulanırdı. Hızlı ve adil karar veren mahkemeler, suçluları
ayırım gözetmeden yargılardı. Gözaltı süresi on günden çok olamazdı.
Vatana
ihanet,
savaşta gevşeklik, ülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı
korumama, elçilik görevlerinde kusur, ağır siyasi suçlar; cinayet,
ırza geçme, bağlı atı çalma, soygun, ağır adi suçlar’dı
ve cezası ölüm’dü. Genç kızları aldatanlar, yüksek mal ve
tazminat ödemeyle cezalandırılır; adam yaralayanlar, yaranın
durumuna göre ceza öder; bağlı olmayan atı çalanlardan, çaldığı at
sayısının on katı ceza alınırdı. Bu suçlar hafif adi suçlar’dı.7
Suç
ve cezanın sınırları; herkese eşit uygulanan, kolay anlaşılır bir hukuksal
düzen içinde tanımlanmıştır. Yasama yetkisini kullanan hakimler ve uygulamada
görev yapan güvenlik görevlileri, toplumun en saygın kişileridir; yetkileri ve
sorumlulukları yüksektir. Karar vermede özgürdürler ancak düzenli bir denetim
altındadırlar.
Toplumsal
yaşamda adli önlemlere, kolluk güçlerine çoğu kez gerek duyulmaz, toplum kendi
dengesini kusursuz bir biçimde korurdu. Venedik’in İstanbul Elçisi Marcantonio
Barbara bu dengeyi, 16.yüzyıl Osmanlı toplumu için şöyle anlatıyordu: “Geceleri
kent güvenliğinin sağlanması için, bir elinde bir sopa, diğer elinde bir fener
bulunan, tek bir görevli bile yeterli olmaktdır... Geceleyin evim soyulacak
korkusu olmadan güven içinde uyuyabilirsiniz. Zira o sopalı, fenerli adam tek
başına, örneğin Paris’teki gece polisi yüzbaşısından ve onlarca yardımcısından
daha çok güven vermektedir. Böyle bir güvenli sakinliğe, görmeden inanmak pek
mümkün değildir.” 8
Eski
Türkler, ilkeleri ve kendine özgü kuralları olan, gelişkin bir kamu hukukuna
sahipti. Uluslararası anlaşmalara çok önem verilir, bu anlaşmaların devletin
çıkarları ve iç hukukla çelişmemesine özen gösterilirdi. Bu konuda, o dönem
için oldukça ileri bir anlayışları vardı. Uluslararası ilişkiler anlaşmalarla
belirlenir ve bunlara kesinlikle uyulurdu. Anlaşmaya uymak ahlaki bir
borçtu. Yerine getirmeyen ya da bozan devletler, cezalandırılırdı.
Anlaşmalara
uymak eski Türkler’de o denli önemlidir ki, onların anlayışına göre; “barış
esastır ve savaş her zaman, anlaşmaların bozulması nedeniyle ortaya çıkan bir olaydır.” 9 Devletler hukukunu
ülke adına temsil eden elçiler, çok önemli görevlilerdir; onların güvenliği her
koşulda ve eksiksiz sağlanmalıdır. Elçiyi korumak, bir devletin namusudur.
Öyle ki, “elçiye zeval olmaz” özdeyişi, atasözü halini
alarak bugüne dek gelmiştir ve hâla kullanılmaktadır.
Osmanlı
Devlet’inde, değişik alanlarda çeşitli mahkemeler vardı. Konsolosluk
Mahkemeleri yabancılar arasındaki uyuşmazlıklara karar veriyor, bu
kararlara Türk hükümeti karışamıyordu. Türk ve Avrupalı hakimlerden oluşan Karma
Mahkemeler, Osmanlılarla yabancılar arasındaki hukuk ve ticaret davalarına
bakıyor; Yerli Mahkemeler, ceza davalarında Osmanlıları ilgilendiren bir
yan varsa yetkili oluyordu. Geleneksel Şer-î Mahkemeler, Müslümanlar
arasındaki uyuşmazlıklara bakıyor, 19.yüzyıl sonlarında kurulan Nizamiye
Mahkemeleri, Şer-î Mahkemeler’le aynı alanda görev yapıyordu.
Karmaşa
içindeki hukuk düzeni, ya da daha doğru söylemle düzensizliği, her şeyden önce
adalet kavramını ortadan kaldırmıştı. Mahkemeler sorun çözen değil, sorun
yaratan yerler haline gelmişti. Halk, mahkemeye gitmek yerine, ya “işi
oluruna bırakıyor” ya da “kendi sorununu kendisi çözüyordu”.
Örneğin, anlaşmazlığa düşen iki tüccar, sorunu çözmek için, “eşit boyda
birer mum yakıyor, hangi mum geç sönerse, o mumun temsil ettiği tüccarın haklı
olduğuna” karar veriliyordu.10
Amaç ve Anlayış
Medeni Kanun’un gerekçe
bölümünde, hukuksal yenileşmeyi gerekli kılan toplumsal koşullar anlatılır,
yasanın hangi amaç ve anlayışla çıkarıldığı ortaya konur. “Türk milletinin
yazgısını (mukadderatını) Orta Çağ karar ve kurallarına bağlamak” ve “Türkiye
Cumhuriyetinde toplum yaşamını, milli yasalardan yoksun bırakmak” kabul edilemez;
böyle bir durum, “ne uygarlık gerekleriyle ne de Türk Devrimi’nin
amaçlarıyla bağdaşır” denir.
Devrim’in
yenileşme anlayışı ise şu sözlerle dile getirilir. “19.yüzyılda kabul edilen
Mecelle’nin 1851 maddesinden, bugünkü gereksinimlere uyan ancak 300 maddesi
vardır. Mecelle’nin kökü ve ana hatları dindir. Yasaları dine dayanan
devletler, ülkenin ve milletin isteklerini yerine getiremezler. Çünkü, dinler
değişmez kurallar ifade ederler. Dine bağlı yasalar, gelişen ve değişen yaşam
karşısında, biçimsellikten ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade
edemezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle, dinlerin
yalnızca bir inanç işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın önemli özelliklerden
biridir.” 11
Medeni
Kanun,
din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, Türkiye’nin hukukî yapısını bu amaç
üzerine oturtan, önemli yasalardan biridir. “Yeni devlet yapısının laik
niteliği”, hiçbir başka kanun gerekçesinde “bu denli açık ve kesin”
ifade edilmemiştir. Yasa tasarısını kabul edip Meclis Genel Kurulu’na gönderen Adalet
Komisyonu’nun başında, dönemin din bilginlerinden eski Şer’iye Vekili
Hoca Mustafa Fevzi Efendi bulunuyordu ve tasarıya o da olumlu oy
vermişti.12
Uluslaşma
Adımı
Medeni Kanun, Meclis’te hemen
hiçbir karşı çıkış olmadan kabul edildi. Yalnızca birkaç milletvekili, gerekçe
göstermeden çekimser kalmıştı. Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan yenileşme
süreci; Hilafetin, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, eğitim
birliğinin sağlanması ve kıyafet değişimi gibi birçok aşamayı geçtikten sonra,
hukuksal yenileşmeyle laiklik hedefine yönelmişti. Bu süreç, aynı zamanda bir
uluslaşma süreciydi. Din, dil, mezhep ve etnik köken ayrılıklarının
kaldırılarak, herkesin eşit olarak yararlandığı yurttaşlık haklarının
geliştirilmesi, ulusal varlığı kültür birliği temelinde birleştiriyor ve ulus
kavramı güçleniyordu.
Müslüman olmayan ve
azınlık haklarına sahip yurttaşların, kişisel hukuk ve aile hukukuyla ilgili
dinsel ayrıcalıkları, Lozan’da bile kaldırılamamıştı. Laik devlet
anlayışıyla uyuşması olanaksız hukuki özerklik sorunu, Medeni Kanun’la
çözülmüş oldu.
Yasa, kabul edilir
edilmez; Musevi yurttaşlar, Ortadokslar, Katolik Gregoryen
yurttaşlar, ayrı ayrı ve çok imzalı dilekçelerle (mahzarlarla) hükümete
başvurarak, kendilerinin de Müslüman Türk yurttaşlar gibi “yeni Medeni
Kanun’un hükümlerine tabi tutulmalarını” istemişlerdi.13 Medeni
Kanun, “milli birliğin olgunlaşmasına hizmet etmiş”14,
uluslaşma sürecine önemli katkı sağlamıştı.
DİPNOTLAR
1
“Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri
IV” Kaynak Y., 3.B., sf.210-211
2
a.g.e. sf.214-215
3
“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu”
P.Gentizon, Bilgi Y., 2.B., sf.183-184
4
“Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri
IV” Kaynak Y. 3.Bas., 2001, sf. 212
5
a.g.e. sf.212-213
6
a.g.e. sf.214
7
“Türk Tarihinin Ana Hatları”
Kaynak Yay., 2. Basım 1956, sf.349
8
“Türkler”, Stéphane Yerasimos,
Doruk Yay., 2002, sf.28
9
“Türk Tarihinin Ana Hatları”
Kaynak Yay., 2.Bas. 1956, sf.349
10
“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu”
P.Gentizon, Bilgi Y., 2.B., sf.172
11
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.254
12
a.g.e. sf.255-256
13
“Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri
IV” Kaynak Y., 3.Bas., 2001, sf.215
14
a.g.e. sf.215
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder