“Antik
Çağ Ege ve Roma Uygarlıkları” ile “Demokrasi ve Parlamentoların Ortaya Çıkışı” yazılarında, Batı
toplumlarındaki devlet biçiminin (demokrasinin) oluşumu incelendi. “Türk Yönetim Gelenekleri ve Katılımcılık”
başlıklı bu yazı ise, okuyucunun toplumlararası ayrımı görmesi amacıyla
hazırlandı. Eşitliğin ve katılımcılığın Batı toplumlarında oluşup
kurumsallaştığına olan yaygın kanının, gerçeği yansıtmadığı bu üç yazı birlikte
değerlendirildiğinde açıkça görülecektir. Özgürlüğe yönelik türe (adalet)
duygusunun topluma egemen kılınarak devlet politikası durumuna getirilmesi,
eski Türklerdeki yönetim biçiminin temel özelliğidir. Bu İslamiyetten önce de
böyleydi, sonra da böyledir. Türkler, Batı toplumları gibi köleci düzeni
yaşamadı ve devleti başından beri toplumun tümünü temsil eden toplumsal bir güç
yaptı. Bu tutum, onlara daha katılımcı, eşitlikçi ve daha özgürlükçü
yönetim biçimlerini kurabilme olanağını verdi. Batılılar bunu, sınıfsızlığın
ve mülkiyetsizliğin yarattığı geriliğin göstergesi saydı. Oysa, bu
düzen söylenenlerin tam tersi; her köken ve dinden geniş kitleleri kapsayan,
onlara kendilerini geliştirme ve ifade etme olanağı veren demokratik bir
içeriğe sahipti. İnsanlara, yaşanabilir eşitlikçi bir ortam sunulmuştu.
Tarihe Bakış
Uzun bir geçmişe dayanan toplumsal gelişim, tüm
zamanları kapsayan ve aynı niteliği açıklayan bir tanımla açıklanamaz. Toplumsal
gelişim, zamanla sınırlı, tek bir olgu değil, değişkenlik içeren bir süreçler
bütünüdür. Doğada olduğu gibi toplumda da yaşanan sürekli değişim, olay ve
olguları sınırsız ve kesintisiz bir ilerleme içine sokar. Bu nedenle, tarihsel
olayların, gerçekliğine zarar vermeden tanımlanmasını güç ve karmaşık bir uğraş
haline getirir.
Her olay kendisini yaratan ya da etkileyen sonsuz
sayıdaki olayla ilişkilidir. Olay ve olguların tümünü, aynı anda ele alıp
bilimsel çalışmaya konu yapmak, üstelik bunu geçmişte yaşanmış olaylar, yani
tarih için yapmak, olanaksızdır. Bilime, soyutlama yöntemi’nin (bir
bütünün bir niteliği ya da bir ilişkisi üzerinde özellikle durup, öbür
ögelerini gözönünde bulundurmama) girmesi, bu güçlük nedeniyle olmuştur.
Günümüzde yaşadığımız olaylar, tarihin en son, en
yeni ve en ileri gelişmeleridir ancak toplumsal oluşumun binlerce
yıllık birikimini içinde taşır. Toplumun belleğini oluşturan bu birikim, ne
denli sönüme gidiyor olsa da, etkisini bugün de sürdürmektedir. Bu nedenle
tarih, yok olan bir geçmiş değil, bugüne biçim vererek canlılığını koruyan ve
geleceğe yön veren, yaşayan bir güçtür.
Tarihçilerin Türkiye ve Orta Asya’da
gerçekleştirdiği yapısalcı-işlevci (strüktüralist-fonksiyonel) bir araştırma; günümüz Anadolu
Türkmenleri’nin, 11.yüzyıl Anadolu Türkmenleri’nin kültür
özelliklerini, yüzde 39 oranında koruduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu oran Orta
Asya’daki Merv Türkmenleri’nde yüzde 69’a çıkmaktadır.1
Tarihsel birikimin günümüze dek yaşanan gerçekler olarak varlığını sürdürmesi,
Türklerde belki daha yüksek oranlıdır ancak tüm toplumlarda bu özellik vardır.
Batı-Doğu Ayrımı
Batının kökleri köleciliğe giden çıkarcılığı, bireyselliği ve şiddete yatkınlığı ile
Doğunun paylaşımcılığı, toplumculuğu ve barışçılığı; yalnızca bugünün
gerçekleri değil, binlerce yılda oluşmuş özelliklerdir. Bu özellikler, insan
davranışlarıyla sınırlı kalmamakta, yönetim biçimlerine ve uygulanan
politikalara, hemen aynı niteliklerle yansımaktadır.
Dünya, her dönemde olduğu gibi bugün de değişim
sancıları yaşıyor ve ileri doğru yenileşme sürüyor. Eğer insan eylemi,
yenileşmeye yön verip onu hızlandıracak ve en sancısız biçimiyle
gerçekleşmesine katkı koyacaksa, geçmişi bilmek, bugünü anlamak ve tümünü
birden kavramak zorunludur. Her alanı kapsaması gereken bu kavrayış, esas
olarak yönetim sistemleri ve siyasal yapılanmalar üzerinde yoğunlaşmalıdır.
Yönetim Biçimi
Türk toplumlarında, siyasi düzene yön veren yönetim
yapılanması, dönemlere ve dönemlerin yarattığı koşullara uygun olarak, son
derece değişik yöntem ve biçimler içerir. Dünyanın çok geniş bölgelerinin ele
geçirilmesi, çok sayıda uygarlıkla ilişki kurulması ve egemenlik alanlarında
başlangıçta nüfus olarak azınlıkta kalınması; özü değişmemek koşuluyla değişik
yönetim biçimlerinin yaratılmasını zorunlu kılıyordu.
Koşul ve olanaklar, en ince ayrıntısına dek
değerlendiriliyor; yönetilecek insanların benimseyeceği, gerçeklerle uyumlu,
hizmet üreten ve iyi işleyen, güçlü yönetim örgütleri kuruluyordu.
Bu büyük girişim, salt askeri güç ve baskıyla
gerçekleştirilebilecek bir iş değildi ve konuyla ilgili nitelikli bir birikimi,
gelişkin bir kültürü gerekli kılıyordu. İnsanların yaşam gereksinimlerine,
gelişim isteklerine, temsil haklarına yanıt veren ve insanı temel alan bir
yönetim yapısı geliştirilmeli ve bu yapı, ödünsüz biçimde korunmalıydı.
Türkler, bunu hemen her dönemde ve yüksek nitelikte başardılar ve yönetim biçimleri
konusunda sıradışı bir yaratıcılık ve üretkenlik içinde oldular.
Köleciliği
Yaşamamak
Türkler, Batı toplumları gibi köleci düzeni
yaşamadı ve devleti başından beri toplumun tümünü temsil eden toplumsal bir güç
yaptı. Bu tutum, onlara daha katılımcı, eşitlikçi ve daha özgürlükçü
yönetim biçimlerini kurabilme olanağını verdi.
Batılılar bunu, sınıfsızlığın
ve mülkiyetsizliğin yarattığı geriliğin göstergesi saydı. Oysa, bu
düzen söylenenlerin tam tersi; her köken ve dinden geniş kitleleri kapsayan, onlara
kendilerini geliştirme ve ifade etme olanağı veren demokratik bir
içeriğe sahipti. İnsanlara, yaşanabilir eşitlikçi bir ortam sunulmuş ve bu
ortam Batılıların Doğu üzerinde egemenlik kurduğu döneme dek korunmuştu.
Ayrıca toplumsal yapı, ne sınıfsız
ne de mülkiyetsiz’di, toplumu ve insanı esas alıyordu. Bu gerçeği bilen Atatürk,
“Türkler’in demokratik niteliklerden yoksun” olduğunu2 ileri
süren görüşleri yadsımış ve “Türkler’in ruhen demokrat doğmuş bir millet
olduğuna, hatta dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan milletler arasında
ruhen demokrat olan tek millet olduğuna inanıyorum” demiştir.3
Türkler’in toplum düzeni;
Batılıların köleci, feodal ve onların bir ürünü olarak
kapitalist toplum biçimlerinde olduğu gibi, hem yönetenleri hem de
yönetilenleri, kendilerine olduğu kadar insanlığa da yabancılaştıran, bir düzen
değildi. Türk toplumu böyle bir dönem yaşamamıştır.
Batıda, yönetilenler
yöneten için, Türkler’de ise, yönetenler yönetilenler için vardı.
Örneğin, Fransa Kralı 14.Louis (18.yüzyıl), “devlet benim.
Uyruklarımın canı ve malı benimdir”4 derken; Orhun Yazıtları’nda
Bilge Kağan (8.yüzyıl), “Türk milleti için gece uyumadım, gündüz
oturmadım”5 diyordu. Üstelik Bilge Kağan’ın yönetimle
ilgili sözleri, yalnızca ona özgü bir yaklaşım değil, Türkler’in toplumsal
özellikleri nedeniyle edindikleri ve yönetim işleyişine olduğu kadar kişisel
davranışlarına da yansıttıkları, köklü bir gelenek, yerleşik bir ahlak
anlayışıydı.
Bu anlayış, Türkler’in yaşam
biçiminde varlığını sürdürdüğü gibi, hemen tüm yazılı belgelerde sürekli
yinelenmişti. Örneğin, Tanyukuk Yazıtları’nda konu duygulu bir biçimde
ele alınmış ve şunlar söylenmişti: “Geceleri uyumadan, gündüzleri oturmadan,
kızıl kanımı akıtarak (halka y.n.) hizmet ettim. Uzak yörelere devriyeler
gönderdim. Yerli yerine keşif kuleleri kurdurttum... Tanrı esirgesin, Türk
halkı içine zırhlı düşmanların akınına izin vermedim. Kazanmasaydım devlet de
halk da olmayacaktı. Kazandığım için, devlet devlet oldu, halk halk oldu.”6
Adalet
ve Eşitlikle Güçlü Olmak
Eski Türkler’de yönetim gücünü elinde bulunduranlar,
toplumun saygı gösterdiği bu gücü kullanırken dikkatli davranırlar, adil olmağa
çalışırken otorite zafiyeti doğurabilecek bir güçsüzlük içine düşmezlerdi.
Yönetim gücünü bölmeden, paylaşımcılığın yol ve yöntemini bulur ve bu yöntemi, devlet
işleyişine yerleştirirlerdi.
Varsılların ya da yönetim
gücünü kullananların yaşam biçimi, toplumun ortalama değer ölçülerinden çok
farklı olmazdı. En üstten başlayarak halka dek ulaşan ve yönetim işleyişinde katılımcılığı
sağlayan kurumlar vardı. Bu kurumların en üstünde yer alan hakan’ın durum
ve davranışları, giysileri, zevkleri sıradan insanlardan pek de ayrımlı
değildi.
Örneğin, Roma
İmparatorluğu’nu sarsan, onun yıkımına yol açan ve döneminin “dahi komutanı”
olarak ünlenen Attila için, onu ziyaret eden Romalı General Priskus
şunları söylemiştir: “Hunlar’ın Kralı, gücünün doruğundayken ve görkemli bir
saraya sahipken bile, yalnızca tahta bir kupadan içki içer ve tahta kaplarda
yemek yer, basit giysiler giyerdi. Öyle ki, halkın giydiklerinden tek farkı,
giysilerinin daha temiz olmasıydı.”7
Kölecilik
ve Toplumsal Korku
Türk toplumunda, köleciliğin sistemleşerek
yerleşik bir kurum durumuna gelmemesi, toplumu ayakta tutan üretim
ilişkilerinin ve bu ilişkilerin belirlediği yaşam biçiminin doğal sonucuydu.
Batıda, köle emeğinin ürettiği değere güç kullanılarak el konması, çabuk
ve kolay bir varsıllık yaratıyordu ancak yeğinliği (şiddeti)
de toplumun temel öğesi yapıyordu.
Yeğinliğin
egemenliği, ölene dek çalışan köleler kadar, çalışmayarak
yaşamdan kopan yöneticileri de etkisine alıyor, korku içinde yaşayan bu
insanlar birbiriyle uzlaşmaz düşmanlar durumuna gelerek; doğaya, topluma ve
kendilerine karşı yabancılaşıyordu; devlet, yabancılaşmanın ve yeğinliğin en etkili aracı olmuştu.
Türk
Yönetim Düzeni
Türk toplumlarında devlet yapısı ve yönetim biçimi;
Batıdan çok başka öncelikler, özellikler ve anlayışlar üzerine kurulmuştu. Kut
adını verdikleri yönetim düzeninin, kurucusu ve koruyucusu gördükleri devlete,
büyük saygı gösteriyor ona il diyorlardı.
İl’in
başındaki Kağan, bir hükümdardan çok, “yüksek bir işyardıydı (görevli)”. Devlet, Türkler
için, “toplumda düzen ve güveni sağlayan; eşitliği, doğruluğu ve hukuku
geçerli kılan; dışa karşı bağımsızlığı koruyan, etkili ve güçlü, vazgeçilmez
bir örgüttü.”8
Kağanlar,
halkın kamu düzenine ve devlete olan saygısını üzerinde toplayan, bu nedenle
buyruklarına sıkıdüzenle (disiplinle) uyulan önderlerdi. Devleti, toplumsal
yaşamın gereklerine ve töre’lere uygun olarak yönetmekle yükümlüydüler.
Yerinin hakkını verip halkın güvenini kazandıklarında, hem kendilerinin hem de
devletin saygınlığını yüceltir ve benzeri olmayan bir yönetim gücüne sahip
olurlardı.
Yönetim biçimine yön veren töre;
toplumda kabul gören sosyal birikimler, gereksinimlere yanıt veren yeniliğe
açık gelenekler ve halk toplantılarında kabul edilen yasaların genel
toplamıdır. Türkler için önemi yaşamsaldır. “Ülke’den geçilir, töreden
geçilmez” atasözü9, ona verilen önemi ve ülkenin ancak töreyle
var olabileceğini gösteren bir özdeyiştir.
Töreyi
güncelleştiren ve onun uygulama koşullarını belirleyen buyruklar, halkın
katıldığı toplantılarda kabul edilir. Bu toplantılar halka, hem yönetime
katılma, hem de onu denetleme hakkı sağlardı. Asker ya da sivil, her kesimde ve
değişik nitelikte halk toplantıları yapılır, yaptırım gücü olan bu toplantılar,
kurumsallaşarak yönetim işleyişinin temelinde yer alırdı.10
Kurultaylar
ve Katılımcılık
Devlet politikasını belirleyen önemli kararlar, silah
taşımaya ya da savaşma yeteneğine sahip herkesin katıldığı Kurultay’larda
alınırdı. Kurultay toplantılarına, savaşlara katılma yeterliliğinde
oldukları için kadınlar da katılıyordu.11
Hititlerde yönetim
deneyimine sahip yetkililerin katıldığı Pankuş adı verilen bir meclis
vardı. Bu meclis hükümdarın yetkilerini kısıtlıyor ve uygulamalarını
denetliyordu. Hükümdardan sonra meclise karşı sorumlu en üst yetkili, tavanna
denilen hakanın eşiydi.
Hitit tarih yazıcıları,
yönetim olaylarını ve savaşları hiçbir hükümdara bağlı kalmadan özgürce yazabiliyor
ve yansız tarih yazıcılığının ilk örneklerini veriyorlardı.12
Yönetim organlarında yer
alan ve bürokratik işleyişi düzenleyen devlet yetkilileri, görevlerini
yaparken; toplum yararını, devleti ve halkın çıkarlarını korumayı herşeyin
üzerinde tutar, bunun için de, uygulamalarda kurultay kararlarını esas
alırdı.
Yönetimin en üstündeki kağan’a
bağlı olarak çalışan, katılım yetkileri yüksek beyler bulunurdu. Batı
Göktürkleri’nde şadapit adı verilen bu üst yöneticilerin atamalarında,
bilgi ve yeterliliğe özel önem verilirdi. Yönetimde sürekliliği sağlamaları
için şadapitler, genellikle yönetim deneyimi olan ailelerden seçilirdi.
Devlet görevleri, babadan
oğula geçen bir hak değildi. Ancak yönetici ailelerinin çocukları, eğitim ve
yetişme biçiminin yarattığı birikim nedeniyle, hemen her zaman atandıkları
görevlerde başarılı olurlar, yerlerini doldururlardı. Çocuklarını devlete
yönetici yetiştirmek, kimi aileler için, kuşaktan kuşağa geçen bir gelenek olmuştu.
Şadapitler’in
hemen altında, devlete yaptıkları hizmet ve yetenekleriyle aşağıdan gelerek
yükselmiş olan görevliler vardı. Bunlar Tarhan’lardı. Buyruk adı
verilen sıradan memurlar ise, kurultaylarda alınan kararları, üst yöneticilerin denetiminde yaşama geçiren
uygulamacılardı. Yeterlilik (liyakat) ve deneyim, buyruk memurları için
de esastı. Atamalarında kayırma ya da ayrıcalık söz konusu olamazdı. Buyruklar
ve diğer tüm devlet görevlileri, atandıkları makamlara göre başka ünvanlar da
alırdı. Kağan’ın kardeşine yabgu, vilayetleri yönetenlere şat,
kağan’ın soyundan gelen yöneticilere tegin denirdi. Bu yüksek
ünvanlardan başka alpaga, tutun gibi başka ünvanlar da vardı.13
Meclisler
Türk toplumunun temelinde, iyi işleyen bir kamu düzeni
ve köklü bir hukuk geleneği bulunuyordu. Dönemler arasında adları ve işleyiş
biçimleri değişen, ancak sürekli yenilenerek gelişen meclisler, halkın tümünü (kara-budun)
temsil eden ve yönetim sisteminin özünü oluşturan kurumlardır. Ön-Türk
tarihinin bilinen en eski dönemlerinden beri varlığını sürdüren bu kurumlar,
M.Ö.üçbinlerde yetkinleşmiş, en gelişkin biçimine, toy adıyla Göktürkler
döneminde ulaşmıştır.14 M.Ö.3-2 bin arasında varlığını sürdüren On-Ok
devletinde; “kendisini ulusa adamak, ulusun geleceğini düşünmek ve
halkı kutsal saymak” hakanın temel görevleriydi. On-Ok halkının;
“hakanı denetleme, uygulamalarının iyi ya da kötü olduğuna karar
verme ve onu ödüllendirme” hakları vardı.
Halkın ve yönetenlerin
karşılıklı görev ve sorumlulukları kurallaştırılarak, hukuksal bir düzene
kavuşturulmuştu. Bu hukukun temelinde, egemenliğin ulusun yetkisinde
bulunma anlayışı vardı. Demokrasinin başlangıcını M.Ö.yediyüzlerde
ortaya çıkan Grekler’de değil, burada aramak gerekiyordu.15
Türk toplumlarında görülen
meclisler, son derece özgündü. Ne On-Ok toplantılarına (forum),
ne Göktürkler’in meclislerine (toy), ne de bu meclislerin halktan
gelen “temsilcilerine” (toygun), çağcılı olan hiçbir devlette
rastlanmıyordu. Göktürk toyları, kağanın
başkanlığında toplanıyor; o olmadığında, hanedan mensubu olmayan toy üyeleri
(aygucu ve ügeler) başkanlık yapıyordu. Bu kişiler ayrıca, başbakan
konumundaydılar. Toylar Göktürk toplumunda o denli önemli yere
sahiptiler ki, birçok kez kağanın seçilmesi ya da düşürülmesine karar
vermişlerdi.16
Kaan
Yetkesi
Yasama yetkisine sahip temsili kurumların varlığı ve bu
kurumların, yetkisini herhangi bir sınırlamaya bağlı kalmaksızın kullanması;
devletin en üstünde yer alan kağanın, yönetim gücünü yeterince
kullanamayan etkisiz bir temsilci durumuna düşmesine yol açmazdı. Kağanlar,
yetkileri töreyle belirlenen bir tür atanmış görevlilerdi.
Halktan büyük saygı görürler ve yasaların (törenin) kendilerine verdiği
yetkiyi, tüm budun bireylerinin içten desteğiyle özgürce kullanırlardı.
Kağanlar
ülkeyi, yani töreye göre “ata yadigârı kutsal vatan topraklarını”,
dışa karşı korumak; içerde, budun’un “gönenç ve güvenliğini”
sağlamak zorundaydılar. O dönemlerdeki başka toplumlarda, özellikle Batı
toplumlarında olduğu gibi; ülke topraklarını, serbestçe kullanabileceği
mülkleri olarak görmez, bireysel yönetime yönelmez ve isteğe bağlı uygulama
yapmazlardı. Milletin görevi kağan’a bakmak değil, tam tersi kağan’ın görevi milleti koruyup onun
haklarını gözetmek, doyurmak, ulusal bütünlüğü sağlamak ve ülkeyi her türlü dış
saldırıdan korumaktı. Ordunun başında olmak ve ordunun gereksinimlerini
sağlamak, halkın gönencini ve yaşam düzeyini yükseltmek, milletin sevgi ve
güvenini kazanmak; yönetim sorumluluğunun temel ve vazgeçilmez
koşullarıydı.
Kağan’ın yüklendiği görev ve sorumluluk, Orhun
Yazıtları’nda, Bilge Kağan’ın ağzından şöyle dile getirilmişti: “Tanrı
buyurduğu ve lütfettiği, talih ve kısmetim olduğu için; ölecek milleti diriltip
kaldırdım. Çıplak milleti giydirdim, yoksul milleti varsıl ettim, nüfusu az
milleti çok ettim. Başka devletler karşısında onları üstün kıldım. Dört
bucaktaki milletleri barışa zorunlu kıldım ve düşmanlıktan vazgeçirdim.”17
Halkın
Yaşattığı
Halkı ve ulusu temel alan yönetim anlayışı, Osmanlılar’la
başlayan ve özellikle Batıyla bütünleşen günümüz yöneticilerine dek gelen uzun
süreç sonucunda bugün, hemen tümüyle ortadan kalkmıştır. Ancak, bu anlayış
yöneticilerden beklentiler anlamında Türk halkında etkisini hala
sürdürmektedir. Devlet yönetiminde ya da partilerde, önder önemlidir;
genel başkan, parti programından önce gelir; ülkeyi yönetecek olan hükümete
katılanlar değil, o hükümetin başındaki kişinin yani başbakanın kim olduğu
önemlidir.
Eski Türkler’de, devlet
başkanına verilen yetkiler geniş ve buyruklara uyma sıkıdüzeni (disiplini) yüksekti, ancak sınırsız değildi. Kağan’ın
yasaları uygulamada geniş yetkileri vardı ancak yasa yapamazdı. Devletin kutsal
bir güce dayandığına inanılmasına karşın, yönetim üzerindeki gerçek denetim, budun
(millet) adına karar say ya da toy (meclis) aracılığıyla sağlanırdı; say, kağan’ın istek ve
önerisini geri çevirebilir, önemli konulardaki kararlarını durdurabilirdi.
Örneğin, Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan ve halkı tarafından çok
sevilen Bilge Kağan’ın; “Göktürk kentlerinin surlarla
çevrilmesi” ve “Budizm propagandasının ülkede yasaklanması”
önerileri, toy tarafından kabul edilmemişti.
Yeterlilik
Türkler’de bir kağan ya da bey öldüğünde,
oğlu “devlet ya da boy yönetiminde yeterli değilse” onun yerine
geçemezdi. Kurultay ya da toy toplanır, yeni bir önder
seçerdi. Önder olmak için, siyasi etkinlik yeterli olmazdı. Askeri
yetkinlik de çok önemliydi ve bu, olmazsa olmaz bir koşuldu. “Yalnızca,
kılıç tutabilen el hükümdar asası tutabilir” sözü eski bir Türk
özdeyişiydi.18 M.S.581’de Çinlilerin Talo-pi adını verdiği
Göktürk prensinin kağan’lık sırası
gelmiş olmasına karşın; “annesi Çinli olduğu için” toy tarafından
tanınmamış, yerine “cesur ve kahraman” olduğu için amcası İşbora
seçilmişti. Göktürk Kağan’ı İnel, 8.yüzyıl başında, “budun’a
karşı görevlerini yerine getirmediği için” tahttan indirilmişti. Toylar,
kağanı meşrulaştırdığı gibi, gerekçe göstermek koşuluyla, görevden
alabiliyordu.19
Kötü yöneterek halka sert
davranan ve devletin geleceğini tehlikeye sokan kağan’lara karşı, toylar
önlem almazsa, halk bizzat devreye girer ve yönetimi değiştirmek için eyleme
geçerdi. Atasözü haline gelen “il mi yaman, bey mi yaman” özdeyişi,
egemenliğin hakanda olmayıp, ilde yani halkta olduğunu gösteren bir
tümcedir.20
Göktürk Kağan’ı Kapgan, “halka kötü
davrandığı ve toy buna ses çıkarmadığı için”, Bayırku boyu tarafından
716 yılında öldürülmüştü.21 Halkın baskıya yönelen siyasi erk’e
karşı tepki gösterme eğilimi, sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüş ve
Osmanlıya karşı Türkmen direnişlerinde ve özellikle Batı Anadolu’da yaygın olan
zeybek geleneğinde yaşayarak günümüze dek gelmiştir.
Yaşam Biçiminin Sağladığı Eşitlik
Kişisel özgürlüklerle, devletin çıkarları arasında
kurulan denge ve bu dengenin topluma verdiği girişim gücü; somut koşulların,
gereksinimlerin ve ekonomik-siyasi birikimin sonucuydu.
Orta Asya’nın insan sömürüsüne olanak
vermeyen ağır yaşam koşulları, toplum varlığını sürdürmek için kamucu anlayışa
dayalı devletçiliği, devletçiliğin iyi işlemesi ise bireylerin özgür ve
girişimci olmasını gerekli kılıyordu.
Devlet, toplumun azınlığını oluşturan bir sınıfın
değil, bir bütün olarak halkın tümünün yani milletin çıkarlarını savunmak
zorundaydı. Birey haklarını geniş bir alana yayan bu zorunluluk, kaçınılmaz
olarak, yönetim işleyişinin demokratikleşmesine ve katılımcı bir siyasi ortamın
oluşmasına yol açıyordu. Türk toplumlarında görülen, devletle bireyin
birbiriyle çelişmeyen bütünlüğü, toplumun içinde bulunduğu koşullardan
kaynaklanıyordu.
DİPNOTLAR
1
“Türklerin Tarihi”
D.Avcıoğlu, 3.Cilt, Tekin Yay., 1995,
sf.86
2
“Atatürk ve Devrim” Ord.Prof. E.Z.Karal, Zir.Ban.Kül.Yay.,
Ank.–1980, sf.111
3
a.g.e. sf.112
4
“Türkler’in Tarihi”
D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 3.Cilt,
sf.1287
5
“Bilge Kağan Yazıtı” Doğu Cephesi 27–30, ak. Prof.Ahmet Taşağıl, Bilim
ve Ütopya Dergisi, Şubat 2003, Sayı 104, sf.22
6
“Orhon Yazıtları–Kul
Tigin, Bilge Kağan, Tanyukuk” Talat Tekin, Simurg İst.–1995, sf.93
7
“Türk Tarihinin Ana
Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas. 1996,
sf.347
8
a.g.e. sf.347
9
“Türkçülüğün
Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., 2001,
sf.169
10
“Türk Tarihinin Ana
Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas. 1996,
sf.348
11
a.g.e. sf.348
12
“Türkler’n
KültürKökenleri” Ergun Candar, Sınırötesi
Yay., 2002, sf.190
13
a.g.e. sf.348
14
“Türk Milli Kültürü”
İbrahim Kafesoğlu, İst.-1984, sf.215, ak;
Prof.Dr.Ahmet Taşağıl, Bil.ve Ütop.Dergisi, Şubat 2003, Sayı:104,
sf.23
15
“Ön Türk Tarihi”
Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1998, sf.237
16
“Göktürler’de İdari
ve Sosyal Yapı” Prof.Dr. Ahmet
Taşoğıl Bil.ve Ütop.Der., Şubat-2003, Sayı 104, sf.23
17
“Bilge Kağan Yazıtı,
Doğu Cephesi” 27–30, ak. Prof. Dr.
Ahmet Taşoğıl Bil.ve Ütop.Der., Şubat-2003, sayı 104, sf.22
18
“Tarih II–Kemalist
Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas.
2001, sf.303
19
Çin Kaynakları SS 84,
sf.1865; PS 87, sf.3290; TCTC 175 sf.5449, ak. Prof Dr.Ahmet Taşağıl
a.g.d. sf.22
20
“Türkçülüğün
Esasları” Z.Gökalp, Kum Saati Yay., 2001,
sf.169
21
Çin kaynakları CTS 194 A , sf.5173; HTS 215 A , sf.6049, ak. Prof Dr.
Ahmet Taşağıl a.g.d. sf.22
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder