15.Yüzyılda
Batı Avrupa ülkelerinde, etkisi günümüze dek süren bilime ve
aklın özgürlüğüne dayanan bir uyanış dönemi başladı. O
güne dek, gerilik ve düşünsel yoksunluk içinde karanlık bir
dönem yaşayan Avrupa, Aydınlanma
Çağı
olarak tanımlanan bu dönemle birlikte, büyük bir gelişim içine
girdi. Açıkara geride olduğu Doğuyu geçerek dünyaya egemen
oldu. Bu dönemin incelenmesi, yalnızca tarihsel bir araştırma
değil, güncele ilişkin bir çabadır. Bu çaba günümüz
sorunlarının kavranarak çözüm bulunmasına yardımcı olacak,
geleceğe yönelik sonuç çıkarılmasına olanak sağlayacaktır.
Bu nedenle, araştırılıp sorgulanmaya değer bir konudur.
Batı Aydınlanmasını Hazırlayan Koşullar
Kimi
tarihçiler, Orta
Çağ’ın,
Türkler’in 1453’te İstanbul’u almasıyla sona erdiğini
söyler. Biçimsel görünse de bilerek yapılan bu saptamanın
amacı, çözülerek yaşam içinde etkisini yitirmiş olan bir
düzenin, çöküşünü simgelemektir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun
ortadan kaldırılması, feodal
çağın bitimine denk düşen önemli bir olaydır.
İstanbul’un
fethinin doğurduğu sonuçlar, yalnızca Türkleri, ya da yalnızca
Avrupalıları değil, dünyanın tümünü etkiledi. Bu etkinin
önemli sonuçlarından biri; bilim, felsefe ve sanat alanlarında
Orta
Çağ
anlayışını ortadan kaldıran Rönesans
(yeniden doğuş) sürecini hızlandırmış olmasıdır. Kimi
tarihçiler, “Antik
Çağ düşüncesinin keşfedilmesi ve yeniden uygulanması”
olarak tanımladıkları Rönesans’ı,
Alman Papaz Martin
Luther’in
protestolarını,
(İstanbul’un fethinden 64 yıl sonra 1517) Wittenberg
Kilisesi’nin
duvarına asmasıyla başlatırlar. Düşünce üzerinde baskı
uygulayan Orta
Çağ
anlayışına karşı çıkışı anlatan bu yaklaşım simgeseldir,
bu nedenle herşeyi
açıklamamaktadır.
Fransız
tarihçi Jules
Michelet
(1798-1874), Avrupa’da Rönesans’ın
gerçekte 12.yüzyılda oluştuğunu, ancak “doğal
olmayan nedenlerle”
300 yıl gecikerek 16.yüzyılda ortaya çıktığını söyler.1
“Gecikmeyle”
ilgili görüşler bir yana bırakılırsa, Rönesans
düzeyinde olmasa da 12.yüzyıl Avrupası’nda, bilime yönelen
düşünsel bir uyanışın olduğu bir gerçektir. Ancak, bir başka
gerçek, 12.yüzyıl uyanışının nereye ve nasıl dayandığının
yeterince ortaya konmamış olmasıdır.
Bilim
ve düşünce alanında yüzlerce yıl koyu bir “karanlık”
içinde yaşayan ve yalnızca dinsel kitaplar okunmasına izin
verilen, ancak papazların okuma yazma bildiği2
Avrupa, nasıl oluyor da birden bire bilime
ulaşıyor
ve düşünceyi
öne çıkaran
bir tutum içine girebiliyordu.
Doğudan Gelen Aydınlık
Ortadoğu’da
Türkler, İranlılar ya da Araplarla karşılaşan Avrupalılar,
buralarda ileri bir uygarlık ve bu uygarlığın temelinde yer alan
gelişkin bir bilimle karşılaştılar. Gördükleriyle kendi
ülkelerinde yaşadıkları arasındaki karşıtlık, onlarda
“sınırsız”
bir öğrenme isteği doğurmuştu. O dönemde, Avrupa’nın hiçbir
yüksek öğrenim kurumu yoktu ki, öğretim üyeleri ya da
öğrencileri bilgi susuzluğunu gidermek ve çağa ayak uydurmak
için Doğudaki aydınlığa yönelmesin, yönelmek zorunda
kalmasın. Hiçbir yapıt yoktu ki, Doğu kaynaklarına dayanmasın,
onlardan yararlanmasın.
Öğrenme
isteği kimi yörelerde o denli güçlüydü ki, örneğin İtalya’nın
Bologna kentinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine,
“Doğu
bilimlerini anlatacak”
öğretmen bulabilmek için bir “öğrenci
loncası”
kurmuşlar ve bu loncaya Universitas
adını vermişlerdi. (Bugünkü üniversite tanımı buradan
gelmektedir.)3
Öğrenme Tutkusu
Bilgiye
susamış Avrupalılar; yasal ya da yasal olmayan her yolu kullanarak
eğitim görmek için Doğuya geldiler, medreselerde okudular,
öğrendiler, kitap kopya ettiler ve edindikleri “yeni”
ve “tehlikeli”
bilgileri ülkelerine taşıdılar; başkalarına öğrettiler.
Öğrendikleri,
o dönemin Avrupası için gerçekten “tehlikeli”
şeylerdi. Örneğin düşünceye sınır koymayan Farabi’nin
bilgesel (felsefi) görüşleri, kilise tarafından yasaklanmıştı.
Bilim adamları düşünceleri nedeniyle baskı altına alınıyor,
tutuklanıyor, kimi zaman da ölümle cezalandırılıyordu.
Dokuzuncu
yüzyılda yaşayan Farabi’den
350 yıl sonra İngiltere’de Roger
Bacon,
ders verdiği Oxford’da,
iki küçük deney yaptığında; papazlar, hocalar, öğrenciler
ayaklanmış; Oxford
sokaklarında “sihirbaza
ölüm”,
“Bacon
Müslüman oldu”
diye bağırarak gösteri yapmışlardı. Daha sonra, üç kitabını
nezaket gereği Papa’ya gönderen Bacon,
bu kitapları, “Hıristiyan
dinine aykırı görüşler içerdiği”
için yargılanacak ve 15 yıl hapis cezasıyla cezalandırılacaktır.4
Avrupalılar
Doğudan yalnızca bilimi ve bilgi edinme yöntemlerini değil,
bundan daha da önemlisi, yaşamı tanımayı ve onu yorumlamayı
öğrendiler. Batı aydınlanmasına temel oluşturan Rönesans
ve Reform’u
(dinde yenilenme) yaratan koşullar bu bilgilenme sonucunda oluştu.
İngiltere’de Roger
Bacon
(1214-1294) ve William
Ockham
(1270-1337), Fransa’da Duns
Scatus
(1274-1308), Almanya’da Albertus
Magnus
(1209-1280), İtalya’da Alighieri
Dante
(1265-1321), bu süreçte ortaya çıkan
düşünürlerdi.
Doğudan Batıya Bilim Göçü
Doğu
Biliminin Batıya taşınması, bu iki ayrımlı uygarlığın
birbiriyle ilişki kurduğu Ortadoğu ve İspanya üzerinden oldu.
Savaş ve yağma amaçlı olsa da Haçlı
Seferleri,
Batılıların Doğu bilimini tanıma ve Avrupa’ya taşıma
sürecini başlattı. Oluşan kültürel birikim önce Rönesans’ı,
daha sonra onun bir ürünü olarak Batı
Aydınlanması’nın
bilimsel temelini yarattı.
11.yüzyılla
başlayan bilim göçü, Türklerin İstanbul’u almasıyla hız
kazandı. Bizans’ın bilginleri, kitaplarıyla birlikte İtalya
başta olmak üzere, Avrupa’ya dağıldılar. Bizanslı bilginler
daha önce de Avrupa’ya gidiyor ve Doğudan edindikleri
bilgileri oraya götürüyorlardı. Ancak Batıya kitap ve bilgin
göçü, Fatih
Sultan Mehmet’in
tüm çabasına karşın, 1453’den sonra yoğunlaştı ve bu akışın
Rönesans’ın
oluşumuna önemli katkısı oldu.
Geniş
bir coğrafya üzerinde oluşan Doğu
Biliminin
Avrupa’ya, Haçlı
Seferlerinden
ayrı olarak ve ondan daha yoğun biçimde, İspanya’dan girdiği
bilinmektedir. Endülüs Emevileri egemenlikleri altındaki
İspanya’ya, bilim ve bilgelik alanlarında ilişkilerini hiçbir
zaman kesmedikleri Doğudan ileri bir kültür getirdiler. Bu
kültürü, özellikle Toledo
(Tuleytule) ve Kordova
(Kurtuba)
kentlerindeki medreselerde geliştirerek, hem Avrupa’ya hem de
İslam dünyasının tümüne yaydılar.
Endülüs
Emevi Devleti’nin en güçlü dönemini yaratan Hükümdar
3.Abdurrahman
(912-961), ülkenin her yerinde medreseler, kütüphaneler ve “okuma
evleri”
kurmuştu. Buralarda Antik Çağ yapıtları çevriliyor (tercüme
ediliyor), Doğudan bilim adamları ve kitaplar getirilip
çoğaltılıyor, okullarda ders olarak okutuluyordu.
Abbasi Aydınlığı
Aynı
işi yaklaşık yüz yıl önce, Abbasi Halifesi Memun
(813-833) yapmış, kapsamlı bir bilimsel birikim sağlamıştı.
Memun’un
Bağdat’ta kurduğu Beytül
Hikme Külliyesi,
döneminde benzeri olmayan eşsiz bir kütüphaneye sahipti. Burada,
Doğunun ve Antik Çağın hemen tüm bilimsel eserlerinin
çevirisi yapılmış, incelenmiş ve tartışılarak daha ileri
eserler üretilmişti.
Memun’un
kitaba verdiği değer, kişisel bir yöneliş değil, toplumsal
yaşama egemen kılınan bir yönetim anlayışıydı. Bizans
İmparatoru 3.Michael’i
yendiğinde, savaş tazminatı olarak altın değil, İstanbul’daki
bir kütüphaneyi istemiş; aynı şeyi, Kıbrıs Kralı ile
anlaşmaya oturduğunda da yapmıştı.
Bizans
başta olmak üzere değişik ülkelere tüccarlar yolluyor, satın
aldırdığı kitapları Bağdat’a getirtiyordu.5
9.yüzyılın sonlarında, Bağdat’ın yalnızca bir sokağında
kitap satılan yüzden fazla dükkân vardı.6
Kitaba gösterilen ilgi o denli yoğundu ki, bilim adamları sıradışı
bir üretkenlikle kitap yazmalarına karşın, istemleri
karşılayamıyorlardı. Biruni
176, İbn-i
Haysem
200, El
Kindi
231, İbn-i
Sina
296 kitap yazmıştı.7
Endülüs’de Okuyanlar
Ülkelerinde
kendilerini geliştirecek eğitim kurumu bulamayan birçok Batılı
düşünür, Endülüs’e giderek buradaki medreselerde eğitim
gördüler. İngiliz Barth’lı
Adalard
(1090-1150) kılığını değiştirip kendini Müslüman bir öğrenci
gibi göstererek Kordova medresesinde dersleri izlemiş ve ülkesine
döndüğünde kaleme aldığı Natural
Question
adlı yapıtını bu derslerde tuttuğu notlara dayanarak yazmıştı.8
Bir
başka İngiliz bilgini Cherter’li
Robert,
yıllarca Kordova’da kalmış ve öğrendiği kimyayı Batı
dünyasına taşımıştı. Adalard’ın
Endülüs’ten getirdiği Arapça yazılmış Eukleides
geometrisi, Batı Avrupa üniversitelerinde,
ders kitabı olarak okutulmuştu.
Cremona’lı
Gerard
(1114-1187) Toledo’ya gidip Arapça öğrendikten sonra, Doğu
kaynaklarından Latinceye 192
kitap çevirmişti.9
Batı Canlanıyor
Batıya
taşınan Doğu bilimi, Avrupa’da yalnızca bilimde değil,
ekonomik ve toplumsal alanda da hızlı bir canlanma yarattı.
Bilimsel ilerleme teknolojiyi, teknoloji üretimi geliştiriyor;
toplumsal gönenci arttıran bu süreç, bilimin daha çok
gelişmesini sağlıyordu.
Bilimle
toplumsal yaşam arasında kurulan bu denge, sürekli gelişen ve
Rönesans’la
başlayıp Aydınlanma
Çağı’yla
süren, yeni bir dönemin başlatıcısı oldu. Bilim artık,
Doğudan Batıya geçiyor ve Batı giderek, “başkalarına
benzemeyi değil, başkalarını kendisine benzetmeyi” temel
alıyordu.
Dante,
“Rönesans İtalya’da doğdu ama İtalyan değildir, onun vatanı
bütün dünyadır”
diyordu.10
Bilimsel Etik
Rönesans’a
temel oluşturan bilimin ana kaynağı Doğuydu. Avrupalılar
Doğudan aldıkları bilime, en azından etik açıdan, tinsel
(manevi) anlamda olsa da herhangi bir yazım hakkı (telif)
ödemediler. Bilimi zamanla, yalnızca “Batı
uygarlığına”
ait bir olgu olarak görmeye başladılar. Birçok Doğu buluşu
bugün bile İngiliz, Fransız ya da Alman kaynaklı sayılmaktadır.
Doğulu
bilim adamları, bilimsel ürünlere son derece saygı
gösterirler ve sahiplerinin adlarını belirtmeden, kendilerinin
olmayan düşünceleri asla ileri sürmezlerdi. Kim derslerinde başka
birinin kitabından yararlanmak
isterse, önce yazardan yazıyla izin alırdı. Bu gelenek, yalnızca
bilimsel yapıtlar değil, şiir ya da müzik yapıtları için de
geçerliydi. Düşünce ürünleri ve yazar haklarına Doğuda
gösterilen saygı, bir başka yerde görülmüş şey değildi.11
Evrensel Değil Avrupalı
Dante
gibi düşünen Batılı tarihçiler, Rönesans’ın,
içinde yaşadığımız çağı da kapsayan evrensel bir uygarlık
gelişimi olduğunu söylerler. Bu saptama doğru değildir. Rönesans
bir uygarlık gelişimidir, ancak bu gelişim evrensel değil, Batı
toplumlarının gereksinimlerine dayanan ve Avrupa’ya ait bir
olaydır. Gelişkin ya da az gelişkin diğer dünya uygarlıkları
ne kadar evrensel ise, Rönesans
da o kadar evrenseldir.
15.yüzyıl
Avrupası’nda bilimi öne çıkaran “yenilikçi”
anlayış, dünya halklarının zararına işleyen bir uluslararası
ilişkiler düzeni yaratmıştır. Ayrıca bu anlayış, liberalizmin
yerini emperyalizmin aldığı 20.yüzyılda, evrensellik bir yana;
Batı toplumlarının tümünü değil, en güçlülerinin
çıkarlarını temsil eden bir düşünceye dönüşmüştür.
Örneğin, 20.yüzyılda bilim için sözkonusu olan artık,
toplumsal gelişime hizmet eden bilimsel ilerleme değil, kâr
hırsının yön ve biçim verdiği teknolojik üstünlük yarışıdır.
Hıristiyanlığın Evrimi
İkibin
yıllık Hıristiyanlık tarihinde Batıda; köleci,
feodal
ve kapitalist
üretim biçimlerini kapsayan üç tür toplumsal düzen yaşandı.
Bu uzun süre içinde Batı toplumlarına yön veren belirleyici
unsur, din ya da ona bağlı inanç dizgeleri değil, ekonomik
ilişkilerin biçim verdiği toplumsal gerekliliklerdir. Her yerde
olduğu gibi Batıda da, inanç
dizgeleri toplumsal düzeni değil, toplumsal düzen inanç
dizgelerini belirledi.
Avrupa’da
iki bin yıl içinde, mezhep ve tarikatlarıyla üç tür
“Hıristiyanlık”
ortaya çıktı. Köleci dönemde “barışçılığa
ve eşitliğe”,
feodal dönemde “kilise
despotizmine”,
kapitalist aşamada ise “sermaye
ve ticaretin kutsallığına”’
dönüşen bir “Hıristiyanlık”
yaşandı. Birbirinden çok ayrımlı ekonomik ilişkileri olan bu
dönemleri Hıristiyanlık inancı belirlemedi, tersine
“Hıristiyanlığı”
bu dönemler belirledi, ona yeni anlayışlar verdi. Rönesans
ve reform,
bu dönemler içinde kapitalist üretim ilişkilerine denk gelen
uygulamalardı.
Batının Başarısı
Batı
Avrupa kapitalizmi, Doğudan aldığı bilim’i
ekonomik-toplumsal gelişime yön veren somut uygulamalara dönüştürdü
ve bu tutumu siyasal sisteme yön veren politikanın temeline
yerleştirdi. Bilim ve teknoloji; sınai ve ticari gelişime, bağlı
olarak toplumsal ilerlemeye yön veren ana unsur oldu. Yaratılan
bilimsel ve düşünsel zenginlik; bir yandan üretim eyleminde
kullanılan teknikleri geliştirirken diğer yandan bu eylemin
yarattığı hukuksal düzene biçim verdi, siyasal ilişkileri
geliştirdi.
Batı,
bu yolla,
bilimi
günlük yaşama sokmayı ve bu gelişime uyum gösteren düşünceleri
engellerden kurtarmayı başardı. Tutucu geleneklere dayanan,
dirençli bir karşı
koyuşla elbette karşılaştı, ancak ağır bir bedel ödese de
karşı koyuşu etkisizleştirdi; kapitalizmin gelişimine uyum
gösteren yenilikler gerçekleştirdi, bunu başardığı oranda
gelişti.
Gelişirken Geliştirmemek
Üretimden
pazar gereksinimine, denizaşırı ticaretten sanayileşmeye,
sömürgecilikten emperyalizme dek nesnel koşula bağlı gelişmeler
süreci; rönesans
ve aydınlanma’nın
sağladığı düşünsel uyanışla bütünleşerek Batı
kalkınmasına yön ve biçim verdi.
Sanayileşmeyi
ortaya çıkaran koşullar, önce Avrupa’da oluştu ve Avrupalılar,
tarihsel olarak kendilerine üstünlük sağlayan bu dönemde elde
ettikleri güçle, diğer ülkeler üzerinde, gelişimi engelleyen
bir baskı kurdular. “Gelişirken
geliştirtmeyen”
bir politikayı, çoğu kez askeri güç kullanarak uluslararası
ilişkilere egemen kılmayı başardılar.
Amerikalı
düşünür M.Fox
bu politikayı; “herhangi
bir bölgenin kendi kendine yeterli olabilmesini önlemek için, her
türlü yeni oluşumu engellemek”
olarak tanımlamıştır.12
“Reform” *
Tarihçiler,
“tümüyle
değiştirmeye yönelmeksizin düzeltme, onarma ve iyileştirme”
anlamına gelen Reform
sözcüğünü,
16.yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan “dinde
yenilenme”
hareketini tanımlamak için kullanırlar. Tanımın tarihsel anlamı,
gelişen kentsoylu sınıfının, feodal beysoyluluğa dinsel alanda
başkaldırması; toplumsal anlamı ise, dinin toplum üzerindeki
etkisinin, başka biçim ve yaklaşımlarla sürdürülür duruma
getirilmesidir. Reform
girişimleri, bir inanç sorunu değil, inanç üzerinden yürütülen
bir sınıf savaşımıdır.
Giderek
güçlenen kentsoylu
sınıfının
istekleriyle Katolik Kilisesi’nin çıkarları arasındaki çelişki,
kapitalizm
geliştikçe şiddetleniyor ve kentsoyluluk
bu gelişime direnen kiliseyle çatışıyordu. Katolik Kilisesi’nin
hem simgesel hem de eylemsel gücüne dayanan ‘rahipler
saltanatı’,
bilimin ve kültürün, bağlı olarak yeni üretim ilişkilerinin
gelişmesine engel olmaya çalışıyor, ideolojik temelini
oluşturduğu feodal düzenin sürdürülmesini istiyordu.
Burjuvaların
feodalizmi temsil eden Katolik düşüncesine karşı, kendi
çıkarlarını temsil eden yeni bir Hıristiyan “inancına”
gereksinimi vardı. Protestanlık
(Almanya), Calvinizm
(Fransa) ve Anglikanizm
(İngiltere) ile birlikte böyle ortaya çıktı ve bu sürece “dinde
yenilenme-Reform”
adı verildi. “Kilise
var olmalı, ancak kentsoyluluğun sınıfsal çıkarlarına uygun
davranmalıydı”13,
Reform
hareketinin özü buydu.
Reformun Öncüleri
Reform’un
anavatanı Almanya’dır ve Alman papazı Martin
Luther’in
(1483-1546) Wittenberg Kilisesinin kapısına 1517 yılında astığı
bildiri (protesto) ile başlamıştır. Luther
bu
“protesto”yla,
gelişen yeni toplumsal ilişkilere ve oluşmakta olan yaşam
biçimine ayak uyduramayacak denli “donmuş”,
“bozulmuş”
ve “köhnemiş”
Katolik Kilisesine karşı “savaş”
açıyor, dini söylemler kullanarak yeni bir düzenin kurulması
gerektiğini ileri sürüyordu.
Luther’in
Almanya’da yaptıklarının benzerini İsviçre’de Jean
Calvin
(1509-1564), İngiltere’de Kral VIII.Henry
(1491-1547) yapıyor, onlar da içinde bulundukları toplumun yeni
koşullarına uygun düşen görüşler ileri sürerek dinde “reform”
hareketine girişiyorlardı.
Söylenenler
Erfurt
Üniversitesini bitirerek dinbilim ve felsefe öğretmenliği yapmış
olan Luther’e
göre; “Sosyal
eşitsizlik bir tanrı düzenidir ve olduğu gibi korunarak toplumsal
düzenin temelini oluşturmalıdır. İnsanlar arasında eşitlik
istemek, tanrısal düzene karşı çıkmaktır ve doğru değildir.
Kilise, tanrı ile kul arasına girmemelidir; insanın kurtuluşu
törensel ayinlerle değil, inancın dünyevi işler için
kullanılmasıyla sağlanır”dı.
Fransız
ilahiyatçısı Calvin’e
göre ise; “Üretim
için faiz almak gereklidir ve bu din yasalarına aykırı değildir;
birey ve bireyin ekonomik çıkarları, tanrısal düşünce içinde
bile önde gelir; insan emeğinin ekonomik bir değeri vardır ve bu
değerin kullanılması tanrısal bir buyruktur; uluslararası
ticaret yararlıdır, genel yoksulluğu azaltır; Tanrı, kendisini
tüccar ve iş adamlarının egemenliğini sağlamak üzere
görevlendirmiş ve yetkilerini ona devretmiştir.”14
Katolikliği
İngiltere’de yasaklayan VIII.Henry,
kurduğu “bağımsız”
ve “ulusal”
Anglikan Kilisesi aracılığıyla benzer görüşler ileri sürdü
ve bu görüşleri devlet politikası yaptı. Anglikanizm
yalnız İngiltere’de değil, gezginler, sömürge tüccarları ve
kolonilere yerleşen göçmenler tarafından, İmparatorluğun egemen
olduğu hemen her yere yayılmaya çalışıldı. Katolik Kilisesi
“köle
emeği sömürüsünü”,
Protestanlık ve Calvinizm “üretimde
el emeği kullanımını”
nasıl Tanrı’ya “onaylatmışsa”,
Anglikan
Kilisesi
de “sömürge
ticaretini”
öyle Tanrı’ya “onaylatıyor”
ve dini, İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarlarını savunan bir
öğreti (doktrin) durumuna getiriyordu.
İnanç Terörü
Luther,
Calvin
ya da VIII.Henry’nin
görüşlerini kabullenip yaşatacak sınıf hazırdır. Önce
ticaret, daha sonra sanayi burjuvazisi, ileri sürülen görüşleri
kabul etmekle kalmadı toplumun her kesimine yayıp kurumsallaştırdı
ve bu “yeni”
görüşler hızla yayıldı.
Ancak,
bu yayılma, toplumun başka kesimlerinde inançtan çok, güç
kullanarak yürütüldü. “Yeni”
görüşleri, sınıfsal çıkarlarına ve inanç geleneklerine uygun
bulmayan halk kitleleri üzerinde şiddet uygulandı; Avrupa’nın
her yerinde ayaklanmalar ve uzun süren acımasız “din”
çatışmaları ortaya çıktı.
Örneğin,
Luther’in
çağdaşı olan, ancak Reform’un
güç sahiplerinin değil, halkın çıkarı yönünde yapılmasını
isteyerek “sınıfsız”
ve “devletsiz”
bir toplum düşleyen Alman Thomas
Münzer
(1440-1525), önderlik ettiği 130 bin köylüyle birlikte
Frankenhausen’de öldürüldü.15
Aragonlu
Michel
Servetus
adındaki ilahiyatçı bir hekim, Calvin’in
emriyle hafif
ateşte yavaş yavaş pişirilerek
öldürüldü. Akciğerdeki kan dolaşımının özelliğini bulan bu
hekimin tek suçu, Hıristiyanlık inançlarında Calvin
gibi düşünmüyor olmasıydı. Cenevre Calvinistleri bu “günahın
affı”
için 1903 yılında Cenevre’de bir Servetus
Anıtı
diktiler.16
“Dinde
reform”,
insanların düşünceleri ve günlük yaşamları üzerine kurulmuş
olan dinsel baskının yerine, günün koşullarına uygun bir başka
dinsel baskı düzeni getirdi. Katolik kilisesinin otoritesi, yerini
Protestan kuralcılığına bıraktı. Reformun
getirdiği, “özgür
düşünce”
ya da “inançsal
hoşgörü”
değil; sınıfsal çıkarlara dayanan bir Hıristiyanlığın, önce
güç kullanılarak daha sonra hukuksal düzenlemelerle topluma kabul
ettirilmesiydi.
* Türkçe
karşılığı iyileştirme ve düzeltim olan Reform sözcüğünü,
Avrupa’nın aydınlanma dönemi için kullandığımda
değiştirmeyeceğim. Genel anlamı sözkonusu olduğunda ise Türkçe
karşılığını kullanacağım
DİPNOTLAR
- “Toplum Bilim Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 1986, sf.330
- “Tarih Boyunca Bilim ve Din”, A.Adnan Adıvar, Remzi Kit., 5.B., İst.-1994, sf.99
- a.g.e. sf.99
- a.g.e. sf.105
- “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya Tiglat Matbaacılık 2001, sf.59
- a.g.e. sf.59-60
- a.g.e. sf.60
- a.g.e. sf.75
- a.g.e. sf.75
- “Toplum Bilim Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 1986, sf.330
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerine” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.227
- “Emperyalizm Kilidi” Prof. Türkkaya Atatöv, Cumhuriyet 12.08.2003
- “Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.41
- “Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.198
- “Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.198-359 ve “Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.43
- “Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.46
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder