16 Nisan 2014 Çarşamba

BATI AYDINLANMASI – 1





15.Yüzyılda Batı Avrupa ülkelerinde, etkisi günümüze dek süren bilime ve aklın özgürlüğüne dayanan bir uyanış dönemi başladı. O güne dek, gerilik ve düşünsel yoksunluk içinde karanlık bir dönem yaşayan Avrupa, Aydınlanma Çağı olarak tanımlanan bu dönemle birlikte, büyük bir gelişim içine girdi. Açıkara geride olduğu Doğuyu geçerek dünyaya egemen oldu. Bu dönemin incelenmesi, yalnızca tarihsel bir araştırma değil, güncele ilişkin bir çabadır. Bu çaba günümüz sorunlarının kavranarak çözüm bulunmasına yardımcı olacak, geleceğe yönelik sonuç çıkarılmasına olanak sağlayacaktır. Bu nedenle, araştırılıp sorgulanmaya değer bir konudur.




Batı Aydınlanmasını Hazırlayan Koşullar


Kimi tarihçiler, Orta Çağ’ın, Türkler’in 1453’te İstanbul’u almasıyla sona erdiğini söyler. Biçimsel görünse de bilerek yapılan bu saptamanın amacı, çözülerek yaşam içinde etkisini yitirmiş olan bir düzenin, çöküşünü simgelemektir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun ortadan kaldırılması, feodal çağın bitimine denk düşen önemli bir olaydır.
İstanbul’un fethinin doğurduğu sonuçlar, yalnızca Türkleri, ya da yalnızca Avrupalıları değil, dünyanın tümünü etkiledi. Bu etkinin önemli sonuçlarından biri; bilim, felsefe ve sanat alanlarında Orta Çağ anlayışını ortadan kaldıran Rönesans (yeniden doğuş) sürecini hızlandırmış olmasıdır. Kimi tarihçiler, “Antik Çağ düşüncesinin keşfedilmesi ve yeniden uygulanması” olarak tanımladıkları Rönesans’ı, Alman Papaz Martin Luther’in protestolarını, (İstanbul’un fethinden 64 yıl sonra 1517) Wittenberg Kilisesi’nin duvarına asmasıyla başlatırlar. Düşünce üzerinde baskı uygulayan Orta Çağ anlayışına karşı çıkışı anlatan bu yaklaşım simgeseldir, bu nedenle herşeyi açıklamamaktadır.
Fransız tarihçi Jules Michelet (1798-1874), Avrupa’da Rönesans’ın gerçekte 12.yüzyılda oluştuğunu, ancak “doğal olmayan nedenlerle” 300 yıl gecikerek 16.yüzyılda ortaya çıktığını söyler.1 “Gecikmeyle” ilgili görüşler bir yana bırakılırsa, Rönesans düzeyinde olmasa da 12.yüzyıl Avrupası’nda, bilime yönelen düşünsel bir uyanışın olduğu bir gerçektir. Ancak, bir başka gerçek, 12.yüzyıl uyanışının nereye ve nasıl dayandığının yeterince ortaya konmamış olmasıdır.
Bilim ve düşünce alanında yüzlerce yıl koyu bir “karanlık” içinde yaşayan ve yalnızca dinsel kitaplar okunmasına izin verilen, ancak papazların okuma yazma bildiği2 Avrupa, nasıl oluyor da birden bire bilime ulaşıyor ve düşünceyi öne çıkaran bir tutum içine girebiliyordu.


Doğudan Gelen Aydınlık


Ortadoğu’da Türkler, İranlılar ya da Araplarla karşılaşan Avrupalılar, buralarda ileri bir uygarlık ve bu uygarlığın temelinde yer alan gelişkin bir bilimle karşılaştılar. Gördükleriyle kendi ülkelerinde yaşadıkları arasındaki karşıtlık, onlarda “sınırsız” bir öğrenme isteği doğurmuştu. O dönemde, Avrupa’nın hiçbir yüksek öğrenim kurumu yoktu ki, öğretim üyeleri ya da öğrencileri bilgi susuzluğunu gidermek ve çağa ayak uydurmak için Doğudaki aydınlığa yönelmesin, yönelmek zorunda kalmasın. Hiçbir yapıt yoktu ki, Doğu kaynaklarına dayanmasın, onlardan yararlanmasın.
Öğrenme isteği kimi yörelerde o denli güçlüydü ki, örneğin İtalya’nın Bologna kentinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine, “Doğu bilimlerini anlatacak” öğretmen bulabilmek için bir “öğrenci loncası” kurmuşlar ve bu loncaya Universitas adını vermişlerdi. (Bugünkü üniversite tanımı buradan gelmektedir.)3


Öğrenme Tutkusu


Bilgiye susamış Avrupalılar; yasal ya da yasal olmayan her yolu kullanarak eğitim görmek için Doğuya geldiler, medreselerde okudular, öğrendiler, kitap kopya ettiler ve edindikleri “yeni” ve “tehlikeli” bilgileri ülkelerine taşıdılar; başkalarına öğrettiler.
Öğrendikleri, o dönemin Avrupası için gerçekten “tehlikeli” şeylerdi. Örneğin düşünceye sınır koymayan Farabi’nin bilgesel (felsefi) görüşleri, kilise tarafından yasaklanmıştı. Bilim adamları düşünceleri nedeniyle baskı altına alınıyor, tutuklanıyor, kimi zaman da ölümle cezalandırılıyordu.
Dokuzuncu yüzyılda yaşayan Farabi’den 350 yıl sonra İngiltere’de Roger Bacon, ders verdiği Oxford’da, iki küçük deney yaptığında; papazlar, hocalar, öğrenciler ayaklanmış; Oxford sokaklarında “sihirbaza ölüm”, “Bacon Müslüman oldu” diye bağırarak gösteri yapmışlardı. Daha sonra, üç kitabını nezaket gereği Papa’ya gönderen Bacon, bu kitapları, “Hıristiyan dinine aykırı görüşler içerdiği” için yargılanacak ve 15 yıl hapis cezasıyla cezalandırılacaktır.4
Avrupalılar Doğudan yalnızca bilimi ve bilgi edinme yöntemlerini değil, bundan daha da önemlisi, yaşamı tanımayı ve onu yorumlamayı öğrendiler. Batı aydınlanmasına temel oluşturan Rönesans ve Reform’u (dinde yenilenme) yaratan koşullar bu bilgilenme sonucunda oluştu. İngiltere’de Roger Bacon (1214-1294) ve William Ockham (1270-1337), Fransa’da Duns Scatus (1274-1308), Almanya’da Albertus Magnus (1209-1280), İtalya’da Alighieri Dante (1265-1321), bu süreçte ortaya çıkan düşünürlerdi.


Doğudan Batıya Bilim Göçü


Doğu Biliminin Batıya taşınması, bu iki ayrımlı uygarlığın birbiriyle ilişki kurduğu Ortadoğu ve İspanya üzerinden oldu. Savaş ve yağma amaçlı olsa da Haçlı Seferleri, Batılıların Doğu bilimini tanıma ve Avrupa’ya taşıma sürecini başlattı. Oluşan kültürel birikim önce Rönesans’ı, daha sonra onun bir ürünü olarak Batı Aydınlanması’nın bilimsel temelini yarattı.
11.yüzyılla başlayan bilim göçü, Türklerin İstanbul’u almasıyla hız kazandı. Bizans’ın bilginleri, kitaplarıyla birlikte İtalya başta olmak üzere, Avrupa’ya dağıldılar. Bizanslı bilginler daha önce de Avrupa’ya gidiyor ve Doğudan edindikleri bilgileri oraya götürüyorlardı. Ancak Batıya kitap ve bilgin göçü, Fatih Sultan Mehmet’in tüm çabasına karşın, 1453’den sonra yoğunlaştı ve bu akışın Rönesans’ın oluşumuna önemli katkısı oldu.

Endülüs Bilimi


Geniş bir coğrafya üzerinde oluşan Doğu Biliminin Avrupa’ya, Haçlı Seferlerinden ayrı olarak ve ondan daha yoğun biçimde, İspanya’dan girdiği bilinmektedir. Endülüs Emevileri egemenlikleri altındaki İspanya’ya, bilim ve bilgelik alanlarında ilişkilerini hiçbir zaman kesmedikleri Doğudan ileri bir kültür getirdiler. Bu kültürü, özellikle Toledo (Tuleytule) ve Kordova (Kurtuba) kentlerindeki medreselerde geliştirerek, hem Avrupa’ya hem de İslam dünyasının tümüne yaydılar.
Endülüs Emevi Devleti’nin en güçlü dönemini yaratan Hükümdar 3.Abdurrahman (912-961), ülkenin her yerinde medreseler, kütüphaneler ve “okuma evleri” kurmuştu. Buralarda Antik Çağ yapıtları çevriliyor (tercüme ediliyor), Doğudan bilim adamları ve kitaplar getirilip çoğaltılıyor, okullarda ders olarak okutuluyordu.


Abbasi Aydınlığı


Aynı işi yaklaşık yüz yıl önce, Abbasi Halifesi Memun (813-833) yapmış, kapsamlı bir bilimsel birikim sağlamıştı. Memun’un Bağdat’ta kurduğu Beytül Hikme Külliyesi, döneminde benzeri olmayan eşsiz bir kütüphaneye sahipti. Burada, Doğunun ve Antik Çağın hemen tüm bilimsel eserlerinin çevirisi yapılmış, incelenmiş ve tartışılarak daha ileri eserler üretilmişti.
Memun’un kitaba verdiği değer, kişisel bir yöneliş değil, toplumsal yaşama egemen kılınan bir yönetim anlayışıydı. Bizans İmparatoru 3.Michael’i yendiğinde, savaş tazminatı olarak altın değil, İstanbul’daki bir kütüphaneyi istemiş; aynı şeyi, Kıbrıs Kralı ile anlaşmaya oturduğunda da yapmıştı.
Bizans başta olmak üzere değişik ülkelere tüccarlar yolluyor, satın aldırdığı kitapları Bağdat’a getirtiyordu.5 9.yüzyılın sonlarında, Bağdat’ın yalnızca bir sokağında kitap satılan yüzden fazla dükkân vardı.6 Kitaba gösterilen ilgi o denli yoğundu ki, bilim adamları sıradışı bir üretkenlikle kitap yazmalarına karşın, istemleri karşılayamıyorlardı. Biruni 176, İbn-i Haysem 200, El Kindi 231, İbn-i Sina 296 kitap yazmıştı.7


Endülüs’de Okuyanlar


Ülkelerinde kendilerini geliştirecek eğitim kurumu bulamayan birçok Batılı düşünür, Endülüs’e giderek buradaki medreselerde eğitim gördüler. İngiliz Barth’lı Adalard (1090-1150) kılığını değiştirip kendini Müslüman bir öğrenci gibi göstererek Kordova medresesinde dersleri izlemiş ve ülkesine döndüğünde kaleme aldığı Natural Question adlı yapıtını bu derslerde tuttuğu notlara dayanarak yazmıştı.8
Bir başka İngiliz bilgini Cherter’li Robert, yıllarca Kordova’da kalmış ve öğrendiği kimyayı Batı dünyasına taşımıştı. Adalard’ın Endülüs’ten getirdiği Arapça yazılmış Eukleides geometrisi, Batı Avrupa üniversitelerinde, ders kitabı olarak okutulmuştu.
Cremona’lı Gerard (1114-1187) Toledo’ya gidip Arapça öğrendikten sonra, Doğu kaynaklarından Latinceye 192 kitap çevirmişti.9


Batı Canlanıyor


Batıya taşınan Doğu bilimi, Avrupa’da yalnızca bilimde değil, ekonomik ve toplumsal alanda da hızlı bir canlanma yarattı. Bilimsel ilerleme teknolojiyi, teknoloji üretimi geliştiriyor; toplumsal gönenci arttıran bu süreç, bilimin daha çok gelişmesini sağlıyordu.
Bilimle toplumsal yaşam arasında kurulan bu denge, sürekli gelişen ve Rönesans’la başlayıp Aydınlanma Çağı’yla süren, yeni bir dönemin başlatıcısı oldu. Bilim artık, Doğudan Batıya geçiyor ve Batı giderek, “başkalarına benzemeyi değil, başkalarını kendisine benzetmeyi” temel alıyordu. Dante, “Rönesans İtalya’da doğdu ama İtalyan değildir, onun vatanı bütün dünyadır” diyordu.10


Bilimsel Etik


Rönesans’a temel oluşturan bilimin ana kaynağı Doğuydu. Avrupalılar Doğudan aldıkları bilime, en azından etik açıdan, tinsel (manevi) anlamda olsa da herhangi bir yazım hakkı (telif) ödemediler. Bilimi zamanla, yalnızca “Batı uygarlığına” ait bir olgu olarak görmeye başladılar. Birçok Doğu buluşu bugün bile İngiliz, Fransız ya da Alman kaynaklı sayılmaktadır.
Doğulu bilim adamları, bilimsel ürünlere son derece saygı gösterirler ve sahiplerinin adlarını belirtmeden, kendilerinin olmayan düşünceleri asla ileri sürmezlerdi. Kim derslerinde başka birinin kitabından yararlanmak isterse, önce yazardan yazıyla izin alırdı. Bu gelenek, yalnızca bilimsel yapıtlar değil, şiir ya da müzik yapıtları için de geçerliydi. Düşünce ürünleri ve yazar haklarına Doğuda gösterilen saygı, bir başka yerde görülmüş şey değildi.11


Evrensel Değil Avrupalı


Dante gibi düşünen Batılı tarihçiler, Rönesans’ın, içinde yaşadığımız çağı da kapsayan evrensel bir uygarlık gelişimi olduğunu söylerler. Bu saptama doğru değildir. Rönesans bir uygarlık gelişimidir, ancak bu gelişim evrensel değil, Batı toplumlarının gereksinimlerine dayanan ve Avrupa’ya ait bir olaydır. Gelişkin ya da az gelişkin diğer dünya uygarlıkları ne kadar evrensel ise, Rönesans da o kadar evrenseldir.
15.yüzyıl Avrupası’nda bilimi öne çıkaran “yenilikçi” anlayış, dünya halklarının zararına işleyen bir uluslararası ilişkiler düzeni yaratmıştır. Ayrıca bu anlayış, liberalizmin yerini emperyalizmin aldığı 20.yüzyılda, evrensellik bir yana; Batı toplumlarının tümünü değil, en güçlülerinin çıkarlarını temsil eden bir düşünceye dönüşmüştür. Örneğin, 20.yüzyılda bilim için sözkonusu olan artık, toplumsal gelişime hizmet eden bilimsel ilerleme değil, kâr hırsının yön ve biçim verdiği teknolojik üstünlük yarışıdır.

Hıristiyanlığın Evrimi


İkibin yıllık Hıristiyanlık tarihinde Batıda; köleci, feodal ve kapitalist üretim biçimlerini kapsayan üç tür toplumsal düzen yaşandı. Bu uzun süre içinde Batı toplumlarına yön veren belirleyici unsur, din ya da ona bağlı inanç dizgeleri değil, ekonomik ilişkilerin biçim verdiği toplumsal gerekliliklerdir. Her yerde olduğu gibi Batıda da, inanç dizgeleri toplumsal düzeni değil, toplumsal düzen inanç dizgelerini belirledi.
Avrupa’da iki bin yıl içinde, mezhep ve tarikatlarıyla üç tür “Hıristiyanlık” ortaya çıktı. Köleci dönemde “barışçılığa ve eşitliğe”, feodal dönemde “kilise despotizmine”, kapitalist aşamada ise “sermaye ve ticaretin kutsallığına”’ dönüşen bir “Hıristiyanlık” yaşandı. Birbirinden çok ayrımlı ekonomik ilişkileri olan bu dönemleri Hıristiyanlık inancı belirlemedi, tersine “Hıristiyanlığı” bu dönemler belirledi, ona yeni anlayışlar verdi. Rönesans ve reform, bu dönemler içinde kapitalist üretim ilişkilerine denk gelen uygulamalardı.


Batının Başarısı


Batı Avrupa kapitalizmi, Doğudan aldığı bilim’i ekonomik-toplumsal gelişime yön veren somut uygulamalara dönüştürdü ve bu tutumu siyasal sisteme yön veren politikanın temeline yerleştirdi. Bilim ve teknoloji; sınai ve ticari gelişime, bağlı olarak toplumsal ilerlemeye yön veren ana unsur oldu. Yaratılan bilimsel ve düşünsel zenginlik; bir yandan üretim eyleminde kullanılan teknikleri geliştirirken diğer yandan bu eylemin yarattığı hukuksal düzene biçim verdi, siyasal ilişkileri geliştirdi.
Batı, bu yolla, bilimi günlük yaşama sokmayı ve bu gelişime uyum gösteren düşünceleri engellerden kurtarmayı başardı. Tutucu geleneklere dayanan, dirençli bir karşı koyuşla elbette karşılaştı, ancak ağır bir bedel ödese de karşı koyuşu etkisizleştirdi; kapitalizmin gelişimine uyum gösteren yenilikler gerçekleştirdi, bunu başardığı oranda gelişti.


Gelişirken Geliştirmemek


Üretimden pazar gereksinimine, denizaşırı ticaretten sanayileşmeye, sömürgecilikten emperyalizme dek nesnel koşula bağlı gelişmeler süreci; rönesans ve aydınlanma’nın sağladığı düşünsel uyanışla bütünleşerek Batı kalkınmasına yön ve biçim verdi.
Sanayileşmeyi ortaya çıkaran koşullar, önce Avrupa’da oluştu ve Avrupalılar, tarihsel olarak kendilerine üstünlük sağlayan bu dönemde elde ettikleri güçle, diğer ülkeler üzerinde, gelişimi engelleyen bir baskı kurdular. “Gelişirken geliştirtmeyen” bir politikayı, çoğu kez askeri güç kullanarak uluslararası ilişkilere egemen kılmayı başardılar.
Amerikalı düşünür M.Fox bu politikayı; “herhangi bir bölgenin kendi kendine yeterli olabilmesini önlemek için, her türlü yeni oluşumu engellemek” olarak tanımlamıştır.12




Reform” *


Tarihçiler, “tümüyle değiştirmeye yönelmeksizin düzeltme, onarma ve iyileştirme” anlamına gelen Reform sözcüğünü, 16.yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan “dinde yenilenme” hareketini tanımlamak için kullanırlar. Tanımın tarihsel anlamı, gelişen kentsoylu sınıfının, feodal beysoyluluğa dinsel alanda başkaldırması; toplumsal anlamı ise, dinin toplum üzerindeki etkisinin, başka biçim ve yaklaşımlarla sürdürülür duruma getirilmesidir. Reform girişimleri, bir inanç sorunu değil, inanç üzerinden yürütülen bir sınıf savaşımıdır.
Giderek güçlenen kentsoylu sınıfının istekleriyle Katolik Kilisesi’nin çıkarları arasındaki çelişki, kapitalizm geliştikçe şiddetleniyor ve kentsoyluluk bu gelişime direnen kiliseyle çatışıyordu. Katolik Kilisesi’nin hem simgesel hem de eylemsel gücüne dayanan ‘rahipler saltanatı’, bilimin ve kültürün, bağlı olarak yeni üretim ilişkilerinin gelişmesine engel olmaya çalışıyor, ideolojik temelini oluşturduğu feodal düzenin sürdürülmesini istiyordu.
Burjuvaların feodalizmi temsil eden Katolik düşüncesine karşı, kendi çıkarlarını temsil eden yeni bir Hıristiyan “inancına” gereksinimi vardı. Protestanlık (Almanya), Calvinizm (Fransa) ve Anglikanizm (İngiltere) ile birlikte böyle ortaya çıktı ve bu sürece “dinde yenilenme-Reform” adı verildi. “Kilise var olmalı, ancak kentsoyluluğun sınıfsal çıkarlarına uygun davranmalıydı”13, Reform hareketinin özü buydu.


Reformun Öncüleri


Reform’un anavatanı Almanya’dır ve Alman papazı Martin Luther’in (1483-1546) Wittenberg Kilisesinin kapısına 1517 yılında astığı bildiri (protesto) ile başlamıştır. Luther bu “protesto”yla, gelişen yeni toplumsal ilişkilere ve oluşmakta olan yaşam biçimine ayak uyduramayacak denli “donmuş”, “bozulmuş” ve “köhnemiş” Katolik Kilisesine karşı “savaş” açıyor, dini söylemler kullanarak yeni bir düzenin kurulması gerektiğini ileri sürüyordu.
Luther’in Almanya’da yaptıklarının benzerini İsviçre’de Jean Calvin (1509-1564), İngiltere’de Kral VIII.Henry (1491-1547) yapıyor, onlar da içinde bulundukları toplumun yeni koşullarına uygun düşen görüşler ileri sürerek dinde “reform” hareketine girişiyorlardı.


Söylenenler


Erfurt Üniversitesini bitirerek dinbilim ve felsefe öğretmenliği yapmış olan Luther’e göre; “Sosyal eşitsizlik bir tanrı düzenidir ve olduğu gibi korunarak toplumsal düzenin temelini oluşturmalıdır. İnsanlar arasında eşitlik istemek, tanrısal düzene karşı çıkmaktır ve doğru değildir. Kilise, tanrı ile kul arasına girmemelidir; insanın kurtuluşu törensel ayinlerle değil, inancın dünyevi işler için kullanılmasıyla sağlanır”dı.
Fransız ilahiyatçısı Calvin’e göre ise; “Üretim için faiz almak gereklidir ve bu din yasalarına aykırı değildir; birey ve bireyin ekonomik çıkarları, tanrısal düşünce içinde bile önde gelir; insan emeğinin ekonomik bir değeri vardır ve bu değerin kullanılması tanrısal bir buyruktur; uluslararası ticaret yararlıdır, genel yoksulluğu azaltır; Tanrı, kendisini tüccar ve iş adamlarının egemenliğini sağlamak üzere görevlendirmiş ve yetkilerini ona devretmiştir.”14
Katolikliği İngiltere’de yasaklayan VIII.Henry, kurduğu “bağımsız” ve “ulusal” Anglikan Kilisesi aracılığıyla benzer görüşler ileri sürdü ve bu görüşleri devlet politikası yaptı. Anglikanizm yalnız İngiltere’de değil, gezginler, sömürge tüccarları ve kolonilere yerleşen göçmenler tarafından, İmparatorluğun egemen olduğu hemen her yere yayılmaya çalışıldı. Katolik Kilisesi “köle emeği sömürüsünü”, Protestanlık ve Calvinizm “üretimde el emeği kullanımını” nasıl Tanrı’ya “onaylatmışsa”, Anglikan Kilisesi de “sömürge ticaretini” öyle Tanrı’ya “onaylatıyor” ve dini, İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarlarını savunan bir öğreti (doktrin) durumuna getiriyordu.


İnanç Terörü


Luther, Calvin ya da VIII.Henry’nin görüşlerini kabullenip yaşatacak sınıf hazırdır. Önce ticaret, daha sonra sanayi burjuvazisi, ileri sürülen görüşleri kabul etmekle kalmadı toplumun her kesimine yayıp kurumsallaştırdı ve bu “yeni” görüşler hızla yayıldı.
Ancak, bu yayılma, toplumun başka kesimlerinde inançtan çok, güç kullanarak yürütüldü. “Yeni” görüşleri, sınıfsal çıkarlarına ve inanç geleneklerine uygun bulmayan halk kitleleri üzerinde şiddet uygulandı; Avrupa’nın her yerinde ayaklanmalar ve uzun süren acımasız “din” çatışmaları ortaya çıktı.
Örneğin, Luther’in çağdaşı olan, ancak Reform’un güç sahiplerinin değil, halkın çıkarı yönünde yapılmasını isteyerek “sınıfsız” ve “devletsiz” bir toplum düşleyen Alman Thomas Münzer (1440-1525), önderlik ettiği 130 bin köylüyle birlikte Frankenhausen’de öldürüldü.15
Aragonlu Michel Servetus adındaki ilahiyatçı bir hekim, Calvin’in emriyle hafif ateşte yavaş yavaş pişirilerek öldürüldü. Akciğerdeki kan dolaşımının özelliğini bulan bu hekimin tek suçu, Hıristiyanlık inançlarında Calvin gibi düşünmüyor olmasıydı. Cenevre Calvinistleri bu “günahın affı” için 1903 yılında Cenevre’de bir Servetus Anıtı diktiler.16
Dinde reform”, insanların düşünceleri ve günlük yaşamları üzerine kurulmuş olan dinsel baskının yerine, günün koşullarına uygun bir başka dinsel baskı düzeni getirdi. Katolik kilisesinin otoritesi, yerini Protestan kuralcılığına bıraktı. Reformun getirdiği, “özgür düşünce” ya da “inançsal hoşgörü” değil; sınıfsal çıkarlara dayanan bir Hıristiyanlığın, önce güç kullanılarak daha sonra hukuksal düzenlemelerle topluma kabul ettirilmesiydi.


* Türkçe karşılığı iyileştirme ve düzeltim olan Reform sözcüğünü, Avrupa’nın aydınlanma dönemi için kullandığımda değiştirmeyeceğim. Genel anlamı sözkonusu olduğunda ise Türkçe karşılığını kullanacağım

DİPNOTLAR


  1. Toplum Bilim Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 1986, sf.330
  2. Tarih Boyunca Bilim ve Din”, A.Adnan Adıvar, Remzi Kit., 5.B., İst.-1994, sf.99
  3. a.g.e. sf.99
  4. a.g.e. sf.105
  5. Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya Tiglat Matbaacılık 2001, sf.59
  6. a.g.e. sf.59-60
  7. a.g.e. sf.60
  8. a.g.e. sf.75
  9. a.g.e. sf.75
  10. Toplum Bilim Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 1986, sf.330
  11. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerine” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.227
  12. Emperyalizm Kilidi” Prof. Türkkaya Atatöv, Cumhuriyet 12.08.2003
  13. Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.41
  14. Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.198
  15. Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.198-359 ve “Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.43
  16. Rönesans ve Felsefesi” Yalçın Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.46


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder