15.Yüzyılda
Batı Avrupa ülkelerinde, etkisi günümüze dek süren bilime ve
aklın özgürlüğüne dayanan bir uyanış dönemi başladı. O
güne dek, gerilik ve düşünsel yoksunluk içinde karanlık bir
dönem yaşayan Avrupa, Aydınlanma
Çağı
olarak tanımlanan bu dönemle birlikte, büyük bir gelişim içine
girdi. Açıkara geride olduğu Doğuyu geçerek dünyaya egemen
oldu. Bu dönemin incelenmesi, yalnızca tarihsel bir araştırma
değil, güncele ilişkin bir çabadır. Bu çaba günümüz
sorunlarının kavranarak çözüm bulunmasına yardımcı olacak,
geleceğe yönelik sonuç çıkarılmasına olanak sağlayacaktır.
Bu nedenle, araştırılıp sorgulanmaya değer bir konudur.
Batının
Özgünlüğü
Kapitalist Kültür
Avrupalılık Kavramı
Kültürel Gelişme ve Varsıllık
Aydınlanmanın
Öncüsü: İngiltere
Batı
Avrupa’da, devletçilikle (merkantilizm)
başlayan, fizyokrat
liberalizmiyle
gelişen ve sanayi
devriminden
geçerek 20.yüzyıl tekelci kapitalizmine ulaşan uzun ve kapsamlı
bir toplumsal gelişim süreci yaşandı. Ekonomik dayanaklarıyla
bugüne dek gelen ve toplumsal yaşamın her alanını etkileyen bu
süreç, Batıya özgü olan ancak doğurduğu sonuçlarla dünyanın
tümünü etkileyen, dönüşüm ve çatışmalarla dolu, devingen (hareketli) bir dönemi kapsar. Bu 500 yıllık dönemde, kendine özgü kapsamlı
bir kültürel ilerleme sağlanmıştır.
Kapitalist Kültür
Kapitalist
üretim ilişkilerinin biçim verdiği ekonomik düzen, varlığını
koruyup güçlendirmek ve gelişimi sürekli kılmak için; üzerine
oturacağı ve gereksinimlerine yanıt veren bir kültürel yapıyı
kurmak ve geliştirmek zorundaydı. Avrupa kültürü bu zorunluluğun
sonucu olarak ortaya çıktı.
Bu
kültür, Batı toplumlarının kendi iç gücüne dayanıyordu ancak
kültürel gelişimi sağlayan toplumsal gönenç, dış gelirle
sağlanan varsıllığa, yani sömürgeciliğe bağlıydı. Üretim
arttıkça dış ticaret gelişiyor, dış ticaret geliştikçe gelir
artıyor, bu gelirin yarattığı varsıllık ise kültürel gelişime
olanak veren koşulları yaratıyordu. Birbirine bağlı iç
süreçler, bütünlüğü olan bir ekonomik düzen oluştururken, bu
düzen yeni bir kültürün, kapitalist kültürün ortaya çıkıp
gelişmesine ortam hazırlıyordu.
15.yüzyılda
gelişmeye başlayan kapitalist kültür, aydınlanma
olarak tanımlandı. Açık bir gerçektir ki; sömürgecilik, köle
ticareti ve sanayi devrimi olmasa, ne Batı
aydınlanması
denilen bir süreç yaşanır ne de Avrupa
uygarlığı
adı verilen bir olgu ortaya çıkardı. Avrupa’da yaşanan
kültürel uyanış, tarihin her döneminde ve her toplumda olduğu
gibi, öznel kararlara, isteğe ve özleme bağlı olmayan nesnel bir
gelişimdi ve doğrudan kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine
bağlıydı; Batı
Aydınlanması
kapitalizmin
bir ürünüydü.
Avrupalılık Kavramı
Batılılar,
Avrupa
uygarlığını
tek uygarlık girişimi olarak gördüler ve bu girişimin
evrenselliği içeren ortak bir kültür yarattığını söylediler.
Kendi dışındaki uygarlıkları ise ya görmezden geldiler, ya da
açıktan uygarlık dışı saydılar. Avrupa’nın, uygarlığın
merkezi olduğunu ileri sürdüler.
Toplumsal
ve ekonomik bilimlerin temelini atan ve liberal anayasa düşüncesinin
kuramcısı sayılan aydınlanmacı
düşünürlerden Fransız Charles
Montesquieu
(1689-1755), Caractere
adlı yapıtında şunları yazıyordu: “Kişisel
olarak bana yararlı ancak aileme zararlı bir şeyle karşılaşırsam,
bunu hemen gözümün önünden çeker atarım. Aileme yararlı
vatanıma zararlı olabilecek bir şeyle karşılaştığımda onu
unutmaya çalışırım. Ülkeme yararlı ama Avrupa’ya zararlı
olabilecek... Bir şeyle karşılaştığımda ise buna kesinlikle
bir cinayet gözüyle bakarım.”1
Avrupa
aydınlanması yalnız Batılılarca değil, içinde yaşadığı
ülkenin tarihsel geçmişi ve özgün koşullarını kavrayamayan
azgelişmiş ülke aydınları tarafından da evrensel bir uygarlık
olarak görülmüş ve taklit edilmeye çalışılmıştır. Kültürel
yozlaşmaya neden olan bu anlayış, onları kaçınılmaz olarak
Batıya bağlanmaya, bunun sonucu olarak da kendi kültürüne
yabancılaşmaya götürmüştür. Bunlar doğaldır ki, ne Avrupalı
gibi olabilmiş ne de kendi
kimliğini
koruyabilmiştir.
Alman
düşünürlerinden Immanuel
Kant
(1724-1804), tüm aydınlanmacılara, “aklını
kullanma gücünü göster”
diye sesleniyordu.2
Aydınlanmacı düşünürler bu çağrıya uymuşlar ve “aklı
kullanma gücünü göstermişlerdir.”
Ancak “aklı
kullanarak gösterilen güç”,
her zaman ve her koşulda, yalnızca içinde yaşadıkları ülke ve
bu ülkenin içinde bulunduğu Avrupa’nın çıkarları yönünde
kullanılmıştır. Bu yaklaşım, Batı
aydınlanmasının
en belirgin özelliğidir. Ekonomik ilişkilerin sonucu olan bu
gerçek, Avrupa kültürünü, evrenselliği temsil eden tek uygarlık
haline getirmediği gibi, diğer dünya kültürlerinin evrensel
boyutunu da elbette ortadan kaldırmıyordu.
Kültürel Gelişme ve Varsıllık
Batıya
Doğudan aktarılan servetin boyutu çok büyüktür ve toplam tutarı
saptanamamaktadır. Aydınlanma’nın
öncü ülkesi İngiltere, denizaşırı ülkelere ve sömürgelere
ilk kez 1759 yılında ve Merkez Bankası aracılığıyla kâğıt
para dışsatımı yaptı, yani borç verdi. İngiltere’nin bu
girişiminden ülkesine döndürdüğü net kâr, 1759-1781 yılları
arasındaki 22 yıl içinde, yalnızca Doğu ile Batı Hindistan’dan
olmak üzere, 40 milyon sterlindi.3
İngiltere,
borç faiz gelirlerinden ayrı olarak, aynı dönemdeki 10 yıl
içinde ve yine yalnızca Hindistan’dan köle emeğine dayanan, 40
milyon sterlinlik bir başka “gelir”
daha elde etmiş ve bunu da Londra’ya aktarmıştı.
Bu
çok büyük bir “gelir”
di, bunun gerçek boyutunu anlamak için, İngiliz kaynaklarında yer
alan şu bilgi bir ölçü olmaktadır: “Hindistan’dan
sağlanan gelirler, gelişmekte olan İngiliz sanayiinin disponibl
(kullanılabilir ulusal değerler y.n.) birikim
fonunu iki katından fazla arttırmıştır.”4
Ekonomik
ve kültürel gelişmenin en ileri ülkesi, en çok sömürgeye sahip
olan İngiltere’ydi. Bu nedenle “aydınlanma”,
İngiltere’de başladı ve daha sonra Fransa ve Almanya ile başka Avrupa ülkelerine yayıldı. Issac
Newton
(1642-1727), John
Locke
(1632-1704), Willian
Wollaston
(1659-1724), Anthony
Shaftesburg
(1671-1713), Davit
Hume
(1711-1776) İngiliz aydınlanmasının öncü düşünürleriydi.
17-18.yüzyıl
İngilteresi’nde, Rönesans İtalyası’nda olduğu gibi; bilgi
edinme, araştırma ve inceleme girişimleri toplumun her kesimine
yayılmış, kitap edinme ve tartışma istemi herkesi içine alan
toplumsal bir yöneliş durumuna gelmişti. Bu yönelişin içinde,
Kral II.Charles
(1630-1685) bile vardı.
15
yıl süren iç savaştan sonra, yönetim erkini ruhban sınıfından
geri alarak tahtına dönen Kral, tahtını ve ailesini korumak için
dinsel bağnazlığa karşı savaşıyor, bu durum doğal olarak,
serbest düşünce ve bilimin gelişmesi için uygun bir siyasi ortam
oluşturuyordu. Bilim geliştikçe, tüccar ve sanayicilerin
“işlerine
yarayacak”
teknolojik buluşlar ortaya çıkıyor, bu sonuç ise, bilim ve
bilimsel araştırmaları herkesin ilgisini çeken ve önem verilen
bir uğraş oluyordu.
O
dönemin İngilteresi’nde öyle bir hava vardı ki beysoylular
(aristokratlar), yargıçlar boş zamanlarının çoğunu kimya ve
fizik deneyleriyle geçiriyor; “şık”
ve “kibar”
hanımlar, “süslü”
arabalarıyla hergün laboratuar laboratuar dolaşarak izleyecekleri
konferans arıyordu.
Ünlü
yazar Macaulay,
dinsel tutuculuğa tepki olarak bilime yönelmenin moda olduğu o
günleri şöyle anlatıyor: “Saf
Hıristiyanlık
(puritain y.n.) yandaşı
ikiyüzlülerin ileri sürdükleri tüm düşünceler artık alaya
alınıyor, onların kötüledikleri ya da yasakladıkları tüm
düşünce akımları ve bilim ise övülüyordu. Bir zamanlar
İncil’den ayet okumak için açılan ağızlar, artık en kaba
küfürleri savurmak için açılıyordu.”5
Uzlaşı
ve Meşruti Monarşi
İngiltere’de
bilim, Macaulay’ın
belirttiği gibi, Katolik
ve Protestan
mezhepleri arasındaki uzun süren sert din çatışmalarının
kalıtı (mirası) üzerinde yükseldi. Kilisenin ve kentsoyluların,
ayrımlı çıkar duygularıyla da olsa, krala
karşı sürdürdükleri “bitmeyen”
savaşım; 1649’da kralın
(I.Charles)
öldürülmesi, 1660’da ise geri dönmesiyle (II.Charles)
sonuçlanmıştı.
1689
çatışmaları ise uzlaşmacı yanı ağır basan bir başka sonuç
doğurmuş, tahtı II.Mary
ile paylaşan III.William;
Dinsel
Hoşgörü Yasası
(Toleration Act) ile kiliseye,
Haklar
Bildirisi
ile kentsoyluluğa (burjuvaziye),
yeni ayrıcalıklar vermeyi kabul etmişti. Bu ustalıklı uzlaşı,
krallık kurumunu temsili de olsa bugüne dek koruyan İngiliz
yönetim biçiminin, yani meşruti monarşinin temelini atmıştır.
“Haklar
Bildirisi”
1689
“Haklar
Bildirisi”,
bilimin olduğu kadar ekonomik örgütlerin de önünü açan
çatışmasız bir ortam oluşturdu; bilim ve ekonomik örgütlenme
birlikte gelişti. Bu doğal bir sonuçtu. Yürütülen siyasi
savaşımın sonucu olarak ortaya çıkan “Haklar
Bildirisi”
üretim ilişkilerinin gelişimini sağlayacak bir amaç için
getirilmişti. Bunda, bilimin olduğu kadar örgütlenmenin de önemi
vardı.
Büyük
sanayici ve tüccar örgütlenmesinden ayrı olarak, tarım ve zanaat
emeğini destekleyen ilk örgüt olan Dublin
Society
1724’de kuruldu. Daha sonra 1731’de, Çiftçilik
Tarım ve Diğer Yararlı Sanatları Geliştirme Derneği
(1984
yılında 250.kuruluş yılını kutlayan bu dernek varlığını
hala sürdürmektedir), 1754’de Londra’da, Sanat
İmalat ve Ticareti Destekleme Derneği,
1775’de de Birmingham’da Lunar
Society
kuruldu. Bu örgütler, erken sanayi döneminin
girişimcilerini desteklediler ve onların haklarını savundular.6
Fransa’da
Aydınlanma
“Aydınlanma”,
İngiltere’den hemen sonra Fransa’da yayıldı. Ekonomik ve
politik amaçlara, sınıfsal öncelikler ve bu önceliklerin
belirlediği dünya görüşü, İngiliz
Aydınlanması’ndan kuşkusuz çok ayrımlı değildi ancak Fransa’da ayrımlı bir
siyasal ortam vardı.
İngiltere’de,
kilise-kral
çatışmasının yol açtığı yetke (otorite) boşluğu kentsoyluları rahatlatırken, Fransa’da kilise-kral
birlikteliğinin ortaya çıkardığı merkezi devlet, daha baskıcı
bir siyasi ortama neden oluyordu. Bu durum, Fransız
Aydınlanmacılar’ını
ister istemez daha sert bir savaşım içine sokuyor, onları daha
direngen bir duruşa zorluyordu.
Mutlak
monarşi’nin
siyasi yapısına tepki olarak doğan Fransız aydınlanması,
Michael
de
Montaigne’nin
(1533-1592) kuşkuculuğu ve René
Descartes’in
felsefesi ile başladı. İngiliz ekonomi-politiğini Fransa’ya
taşıyan François
Voltaire
(1694-1778) Charles
Montesquieu
(1689-1755),
Denis
Diderot
(1713-1784) ve Jean
D’Alembert
(1717-1783) ile gelişti. İngiltere’de deneycilik
öne çıkarken, Fransa’da akılcılık
önem kazandı.
Ansiklopedistler
Fransız
aydınlanma tarihinde Ansiklopedistler
adı verilen devinimin önemli bir yeri vardır. Diderot
ve D’Alembet,
1751’de başlayarak 1780 yılına dek, 35 ciltlik bir ansiklopedi
yayımladılar. “Bilimin
görevinin, toplumun
tümünü aydınlatmak”
olduğunu söylüyorlardı. Ancak, görüş ve düşünceleri
toplumun tümünü değil, gelişmekte olan kentsoylu
sınıfının
çıkarlarını temsil ediyordu. Bu durum, yalnızca
ansiklopedistlerin
değil tüm aydınlanmacıların ortak özelliğiydi.
Fransa’nın
Özgünlüğü
Fransız
aydınlanması’nın
yarattığı toplumsal savaşım, kentsoylu
yönetiminin ortaya çıktığı başka kapitalist ülkeler içinde
devrimci bir geleneği temsil eder. İngiltere ve Almanya’da
feodalizme
karşı savaşım,
çatışmalı dönemler içermesine karşın, ağırlıklı olarak
evrimci bir yol izlerken; Fransa’da aristokrasiye
ve feodalizme
karşı işçilerin ve diğer halk kesimlerinin savaşıma katılmış
olmaları nedeniyle, devrimci bir nitelik kazanmıştır.
Alman
Aydınlanması
Felsefi
yanı öne çıkan Alman
Aydınlanması,
İngiliz ve Fransız aydınlanmasının izlediği yol üzerinde
gelişti. Ekonomik ve siyasi düzenin, gelişmekte olan ulusal
sanayinin gereklerine uygun olarak yapılanması, ortak özellikti.
Sanayi ve ticaret sermayesi, gereksinimlerine yanıt veren toplumsal
düzeni Almanya’da kurarken; düzenin ideolojik yapısını
oluşturan aydınlanmacılar, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi
bu sürece önemli katkıda bulunuyorlardı.
Christian
Thomasius
(1655-1728) ve Christian
Wolf
(1679-1754), Alman
Aydınlanması’nın
öncü düşünürleriydi. Immanuel
Kant
(1724-1804), Moses
Mendelsson (1729-1786),
Johann
Herder
(1744-1803) ve Friedrich
Hegel
(1770-1831) aydınlanma düşüncesini Almanya’ya yerleştirdiler.
Karl
Marx
(1818-1883) ve Friedrich
Engels
(1820-1895), kendilerinden önceki düşünürlerden ayrımlı bir
özelliğe sahiptiler. Düzenin korunup geliştirilmesi değil,
değiştirilmesi yönünde düşünceler ileri sürüyorlardı.
Özellikle felsefe alanında gerçek aydınlanmayı bu iki düşünürün
temsil ettiğini kabul eden yaygın bir görüş vardır.
17.yüzyılda,
350 devletçiğe bölünmüş olan Alman toplumu, tam bir tarikatlar
toplumu
durumundaydı. 1618-1648 yılları arasında aralıksız 30 yıl
süren din çatışmaları, İmparatorluğu güçsüz kılmış ve
salgın hastalıklarla birlikte kırsal nüfusun yüzde 40’ının,
kent nüfusunun ise yüzde 30’unun yok olmasına neden olmuştu.
Ünlü
“Büyük
Hanse Birliği Ticareti”
çökmüştü. 1648 yenilgisi sonucunda yapılan Westfalen
anlaşmasıyla Fransa ve İsveç, Almanya’yı 350 küçük devlete
bölmüş, ülke yönetimini 5 Katolik,
2 Protestan
ve 1 Calvinistten
oluşan 8 kişilik bir kurulun eşgüdümüne vermişti; pek çok
tarikatın varlığını sürdürdüğü toplum, yüzde 80’ini
köylülüğün oluşturduğu bir “el
sanatları toplumu”
durumundaydı.
Aydınlanma
Merkezi; Üniversiteler
Alman
Aydınlanması,
parçalanmış, geri ve yoksul bu yapıya tepki olarak gelişti. 30
Yıl Savaşları’nın
yıkıcı etkisi, “dinsel
hoşgörü”
nün yaygınlaştırılmasıyla giderilmeye çalışıldı. Bu amaç
için çaba gösteren Piyetizm,
Moravyalı
Kardeşler
(siyasi iktidarla ilişki kurmayan bir tarikat) ve aydınlanmacılık
(dinsel kademeleşmeyi bireye temellendiren mezhep) gibi yeni
Protestan
tarikatlar ortaya çıktı.
Daha
sonra büyük ün kazanacak olan Alman Üniversiteleri bu dönemde
kuruldu; eğitim dili Latinceden Almancaya dönüştürüldü, bu
dönüşüm Alman birliği ve ulusçuluğunun gelişimini
hızlandırdı. Üniversiteler, Alman aydınlanmasının ve oldukça
geç kalan ulusal birliğin ideolojik merkezleri oldular.
Kalkınmanın
Öncüleri
Almanya
(Prusya), 1806’da Fransa’ya bir kez daha yenilmiş ve yapılan
Tilsit
anlaşmasıyla topraklarının yarısını yitirmişti. Ancak, Kutsal
Roma Germen İmparatorluğu’nun
bu çöküşü ilginç bir biçimde Prusya kalkınmasının da
başlangıcı oldu. Toplumsal alanda Karl
Stein
ve Karl
Hardenberg,
askeri alanda Gerhard
Scharnhorst
ve Johann
Fichte
Alman kalkınmasının öncüleri oldular. Bakan ve Başbakan
(Şansölye) olan Stein
ve Hardenberg,
18.yüzyıl aydınlanmacılarının birikimi ve gelişen
kentsoyluluğun
desteğiyle feodal
düzeni çözecek uygulamalar yaptılar.
1807
yılında, adını açıklandığı kentten alan ve demokratik
yenileşme atılımının sınırlarını belirleyen Nassau
Bildirisi
kabul edildi. Aynı yıl bildirinin maddelerini uygulamaya sokan Ekim
Buyruğu
açıklandı. Bu girişimler ve arkasından gelen başka
uygulamalarla kölelik aşamalı olarak kaldırıldı, köylülerle
kentsoylulara toprak edinme hakkı verildi, feodal hakların satın
alınabileceği kabul edildi, angarya kaldırıldı, soyluları da
kapsayan vergi yasaları çıkarıldı, belediye meclisleri kuruldu
ve ekonomik ilişkilerde geçerli olacak liberal
yasalar çıkarıldı.
Ulusal
Birliğin Sağlanması
Siyasi
düzeni, gelişmekte olan yeni toplumsal gereksinimlere göre
değiştirmeye yönelen bu girişimler; ekonomik ve hukuksal
alanlarda köklü dönüşümler sağladı ve Almanya’yı -daha geç
olmak üzere- İngiltere ve Fransa gibi anti-feodal demokratik devrim
sürecine sokmuş oldu.
Ulus
birliğini amaçlayan ulusçu düşünceler, tüm Almanya’ya
yayıldı. Üniversiteler, özellikle de 1810 yılında kurulan
Berlin Üniversitesi, ulusçuluğun merkezi durumuna geldi. Öğrenciler,
gizli ya da açık örgütler kurdular ve bu örgütlerle,
“demokrasi”
ve “özgürlük”
için savaşım verdiler. Kentsoyluların,
aydınların ve öğrenci derneklerinin ağırlıkta olduğu, büyük
bir örgütler birliği olan Burschenschaft,
Almanya’nın hemen tüm eyaletlerinde örgütlendi.
DİPNOTLAR
- “Aydınlanma Çağı Felsefesi” Y.Kaya, Tiglat Mat., A.Ş., İst.-2000, sf.132
- “Düşünce Tarihi” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.251
- “La Loi de la Civilisation et de la Decadence” Brooks Adams, sf.375-380, ak.O.Hançerlioğlu “Ekonomi Sözlüğü”, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.355
- “A Short History of the British West İndies, sf. 50”, H.V. Wisemann, ak. a.g.e. sf.355
- “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit., 5.Bas. 1994, sf.165
- “Aydınlanma Çağı Felsefesi” Y.Kaya, Tiglat Mat.A.Ş. İst. 2000, sf.36
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder