Batılılaşma
olarak tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı,
ülkemizde ikiyüz yıldır yaşanan bir konudur. Batının
gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı kıyaslayan
insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz
de öyle olsak”,
“onlar
gibi yaşasak”
gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce
düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa
Birliği’ne girerek “Avrupa’yla
bütünleşmek”
stratejik hedef oluyor. Oysa, Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye
bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu değildir. Olumluluk
bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara,
kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak
üzere insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor.
Değer verip yücelttiği Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler
için neler söyleyip yazdığından haberi yok. Kişilikli tutum ve
davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla
yayınlıyoruz.
Avrupalılık
Anlayışı
Avrupalılar,
yalnızca Orta
Çağ
ya da Yakın
Çağ’da
değil, tarihlerinin hemen her döneminde, Türkler başta olmak
üzere kendileri dışındaki uygarlıkları yok saymışlar ve
onları Avrupa’ya yabancı, düşman unsurlar olarak görmüşlerdir.
Antik Çağ’dan beri yerleşik bir gelenek haline gelen bu tutum,
güçlü oldukları dönemlerde baskı ve sömürüye, güçsüz
dönemlerde ise boyun eğme ve entrikaya yönelen politikalar halinde
günümüze dek sürdürülmüştür.
Avrupa
uygarlığı
olarak tanımlanan Batı anlayışı, tarihsel açıdan, Antik
Çağ
Grek ve Roma uygarlığının sahiplenilmesine ve bu uygarlıkların
kültürel ayırımcılık aracı olarak kullanılmasına dayanır.
Ege ve Roma uygarlıklarının kendi soyları tarafından
yaratıldığını söyler ancak, Antik Ege uygarlığıyla Avrupa
aydınlanması arasında 2500, Roma’yla 1500 yıllık, bilim ve
uygarlık dışı karanlık bir dönem vardır. Aynı dönemde Doğuda
ise ileri uygarlıklar bulunuyordu.
Türk
Karşıtlığı
Genel
olarak Avrupalılık
anlayışında
özel olarak da Avrupa
Aydınlanması’nda,
Türk karşıtlığının şiddetli, kapsamlı ve kalıcı bir yeri
vardır. Özelliği olan bu karşıtlığın Avrupalılar açısından
anlaşılabilir ancak haklı olmayan nedenleri vardır. Türklerle
Avrupalılar arasında, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından
günümüze dek süren ve doğrudan ekonomik çıkara dayanan silahlı
bir çatışma yaşanmıştır. Türkler güçlenip varsıllaştıkça
Avrupalılar, Avrupalılar güçlenip varsıllaştıkça Türkler
yoksullaşmış ve bu çatışma neredeyse tarihin tümünü
kapsamıştır. Yönetim yapılanması, yaşam biçimi ayrımları ve
kültürel ayrılıkları içeren toplumsal özellikler, bu uzun
çatışmanın sonuçlarından etkilenerek yön ve biçim bulmuş,
karşılıklı olarak yerleşik karşıtlıklar oluşturmuştur.
Çatışmalar
Tarihi
Türklerle
Avrupalılar arasındaki çatışmada, Batı Roma’nın yıkılışından
Karlofça
Antlaşması’na
dek (1699) geçen 1200 yıl içinde Türkler Avrupa, 1699’dan
bugüne dek geçen 300 yıl içinde ise Avrupalılar Türkler
üzerinde, ekonomik askeri üstünlük sağlamışlardır. Batıda
her zaman var olan, ancak benzeri Türklerde bulunmayan ırkçılığı
içeren karşıtlık, bu uzun çatışmalar sürecinin bir ürünüdür.
Avrupalıların,
Hıristiyanlığı kullanarak Doğu Akdeniz havzasını ve Doğu
ticaret yollarını ele geçirmek için düzenlediği tam 8 Haçlı
Seferini Türkler göğüsledi ve onları yenilgiye uğrattı.
Avrupalılar, 2.Viyana Kuşatması’ndan kurtuldukları gün olan 12
Eylül’ü; “Türk
Günü”
adı vererek ve Türk düşmanlığını işleyerek, hala
kutluyorlar. Avrupalı anneler çocuklarını hala, “Türkler
geliyor”
diye korkutuyorlar.
Tarihsel
Saplantı
Batı
toplumlarının incelenmesinde kullanılan sorgulayıcı gözlem ve
araştırma zenginliği, konu Türk tarihi olduğunda yerini bilim
dışı kanıtsız savlara ve akıl dışı davranışlara bırakır.
Söylenen ve yazılanların niteliği çok düzeysizdir; kin ve
tiksintiye dayalıdır. 670 yılında İstanbul’daki Müslüman
kuşatmasını yermek için yazılan Apocalypse
de Pseudo-Methodios
adlı kitapta Türkler için şunlar yazılıdır: “Kuzeyden
gelen kavimler insan eti yerler, vahşi hayvanların kanlarını su
gibi içerler. Yılan, akrep gibi toprak üzerinde sürünen ne kadar
iğrenç hayvan varsa bunları ve hayvan leşlerini yerler. Yeni
doğmuş bebekleri öldürüp, onları annelerine sunar, sonra da
etini yerler. Yeryüzünü kirletip, kokuturlar. Hiç kimse bunlara
karşı gelemez.”1
1940’larda
Türkiye’de de ders veren ünlü bilim adamı Prof.Dr.Fritz
Neumark,
Avrupalıların Türklere ve Türk tarihine bakışını açıklarken
şunları söylemektedir: “İçtenlikle
itiraf etmeliyim ki Avrupalı, Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün
değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve
kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Avrupalılar Türkleri
Müslüman olduğu için sevmez ama laiklik şöyle dursun, Türkler
Hıristiyan olsa da onlara düşman olarak bakmaya devam eder.
Türkler pek farkında değiller ama Avrupalılar şu gerçeğin
farkındadırlar: Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye
birşey kalmaz”2
Tarihten
Korkmak
Batılıların
eskiye giden ve bugün de devam eden Türkiye ve Türk karşıtlığı,
kaçınılmaz olarak doğrudan Türk tarihini hedef almakta ve bu
tarih hala “belleklerden
silinmesi” gereken
gizil (potansiyel) bir tehlike olarak görülmektedir. Türkiye’de
“Avrupa
Birliği Büyükelçisi”
olarak görev yapan Karen
Fogg’un;
“Bir
de şu Türk tarihinden kurtulsak”3
biçimindeki sözleri bu görüşün günümüzdeki en açık ve kaba
örneklerinden biridir.
Amerika’da
Söylenenler
ABD
Başkanı Thomas
Woodrow Wilson’un
(1856-1924) isteği üzerine ve 1917’de yayınlanan Bağlaşık
(Müttefik) bildirisinde; “uygar
dünya bilmelidir ki bağlaşıkların temel amacı herşeyden önce,
Türkler’in kanlı despotluğuna düşmüş olan halkların
kurtarılmasını ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan
Türklerin Avrupa dışına atılmasını içerir”
biçiminde açıklama yapar.4
Amerikalı
Senatör Upshow
1927 yılında Senato’da yaptığı konuşmada şunları
söylüyordu: “Lozan
Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefil ve
kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan
bir diktatör’ün zekice yürüttüğü politikasının bir
toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün
uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul
ettirmiştir. Buna her yerde Türk zaferi dediler...”5
Amerikalı
senatörün çarpık görüşleri kendisiyle sınırlı değildir.
Bugün olduğu gibi o günlerde de Batılı devletler, Türkiye ve
Türkler’e karşı ırkçılığa dayalı görüş ve davranışları
resmi politika haline getirmişlerdi. Bir başka Amerikalı
parlamenter senatör King
aynı yıl senatoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de
kapitülasyonların kaldırılmış olmasının, uluslararası
anlaşmalara aykırı olduğunu söyleyerek; “Türkler
cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır”
diyordu.6
Harvard
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert
B.Hart,
öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni,
senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti. Bu metinde
şunlar yazılıdır: “Türklerin
Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim
mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları
asla gerçekleşmeyecektir.”7
İngiltere’de
Söylenenler
İngilizlerin
çok saygı duydukları, yaşlı Başbakanları Gladstone,
19.yüzyıl sonlarında Türkler için şunları söylüyordu:
“İnsanlığın
tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”8
1919 yılında İngiltere Başbakanı Lloyd
George’un
görüşleri ise şöyleydi: “Türkler,
ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali
bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık
kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir
yaradır.”9
Tarih,
Avrupalıların yok etme örnekleriyle doludur. William
Barry,
yok
etmeyi,
Türklere uygulamak isteyen Batılılardan biridir. 1920’de yazdığı
Constantinople
adlı kitabında açıkça dile getirdiği düşünceleri, yalnızca
kişisel duygular değil, Avrupa’da yaygın olan bir anlayış ve
yerleşik bir politikadır. Barry,
sözkonusu kitapta şunları yazar: “Türkleri
sistemimize katmak ve asimile etmek için yapılan girişimlerin tümü
başarısız olmuştur ve ilerde de başarısız olacaktır. Onlar
Orta Asya platolarından yola çıkmış ve Doğu Roma
İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamışlardır. Er ya da geç
geldikleri yere dönmelerini sağlamak, uygarlığın üzerimize
yüklediği bir zorunluluktur. Ben, Hıristiyan halklarının birgün
birleşip Anadolu’yu bin yıl öncesi gibi, süt ve bal taşan
şehirlerle dolu hale getirmesini istiyorum.”10
Almanya’da
Söylenenler
Konrad
Adenauer
Vakfı’nın
Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse
ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo
Steinbach,
15 Eylül 1998 günü Lingen
Akademisi’nde
verdiği konferansta şunları söyledi: “Sorun,
Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk
Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk
ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk
ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye’de
yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet
çatışmalarında
görmekteyiz.
Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler,
sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler
bilinmez.”11
Udo
Steinbach’ın,
olaylara “insanları
yok etme”
anlayışıyla bakması doğal olarak yetiştiği toplumun değer
yargılarıyla ilgili bir sorundur. Gelişkinlikle ilkelliği en uç
noktalarda birlikte yaşatmayı “başaran”
Almanya, dünya siyasetine Hitler’i,
“toplama
kamplarını”
ve “gaz
odaları”nı
armağan etmiş bir ülkedir. Alman devlet politikası, kökleri
eskiye giden ve Udo
Steinbech’ın
“insan
yoketme”
mantığıyla örtüşen geleneklere sahiptir. Almanlar bu
geleneklerini şimdi farklı söylemlerle dile getiriyorlar. Hitler
gibi dünya pazarları için mücadele ediyorlar ama ona sahip
çıkmıyorlar.
Herkese
inanılmaz gelebilir ama Hitler’in
işlediği suçların sorumluluğunu, Türklerin üzerine yıkmaya
çalışıyorlar; “insanları
yok etmeyi”
ve “gaz
odalarını”
Hitler’in,
Türklerden öğrendiğini söylüyorlar. “Alman
Parlamentosu Bilimsel Çalışma Servisi”
adlı örgütün, 3 Nisan 2000 tarihli raporunda şunlar yazıyor:
“1915
yılındaki soykırımda, Alman Nasyonal Sosyalistlerinin 25 yıl
sonra gerçekleştirdikleri toplu yok etme metotları önceden
uygulandı; ‘çalıştırarak yok etme’, kurbanların hayvan
vagonlarında taşınması ve insafsız tıbbi deneyler yapıldı.
Ermeni askerlere ve sivillere tifo virüsü aşılandı, Trabzon’da
Ermeni çocuklar hamam süsü verilmiş odalarda zehirli gaz ile
öldürüldü. Görünen o ki, Adolf Hitler, Türklerin soykırımı
hakkında çok iyi bilgi sahibi olmakla kalmamış, bunu bir örnek
olarak da almış.”12
Fransa’da
Söylenenler
1918’de,
Türkiye
Hıristiyanlar’ın Soykırımı
adlı bir kitap yazan Fransız
K.D’Any,
kitabını “Türk
barbarlığının kurbanı 2 milyon Ermeni’ye”
adar ve önsözünde şunları söyler: “Genel
insan uygarlığı açısından bakıldığında, Türkler’in Batı
kültürüne korkunç bir darbe vurduğu görülür. Yaptıkları
soykırımlarla, soylu ve üstün bir ırkın, aşağılık ve soysuz
bir ırk tarafından yokedilmesine neden olmuşlardır. Bugün tanık
olduğumuz, soykırımların en yeni biçimidir.”13
19.yüzyılda
C.G.Bello,
Türkiye
Üzerine Notlar ve Düşünceler,
adlı kitabında Türkler hakkında yazılmış olumsuz görüşleri
biraraya getirir ve Avrupa’da yaygın olan ne kadar sapkınlık
varsa bunları Türkler’e yakıştırır: “Türkler,
tüm varlıklarıyla kendilerini en aşağılık zevklere
adamışlardır. Fuhuş, oğlancılık, ahlaksızlık ve ensest
ilişkiler batağında yuvarlanarak, kendilerini sadist bozukluklara
vermişlerdir.”14
C.G.Bello,
savlarını bu görüşlerle sınırlı bırakmaz ve tam bir ırkçı
yaklaşımla Türk
çocuklarını
da içine alan akıl dışı savlar ileri sürer. Türkler’in sahip
olduğu ne kadar kişisel ya da toplumsal olumlu özellik varsa,
bunların tümünü karşıtına dönüştürerek Türkler’e
yakıştırır. Ona göre, “Türk
çocuğunun zeka yapısı ırksal özelliğinden dolayı geridir;
Avrupalı çocuktaki ilerleme ve uygarlık yaratma yetisi onda
yoktur. Bu nedenle Türklerde, başkasının hakkına saygı, kişisel
sorumluluk duygusu, dostuna içini dökme, aile yuvası sıcaklığı
ve fedakârlık duygusu gibi kavramlar bulunmaz.”15
Yaptığıyla
Suçlama
C.G.Bello’nun
bunları söylediği dönemlerde, Avrupa’da çocuklar tam bir
sahipsizlik içindedir. Ve çok sayıda çocuk ailelerince sokağa
bırakılmaktadır. 18.yüzyıl Avrupası, tarih içinde çocuğun
en sahipsiz
olduğu
ve acı bir insanlık dramının yaşandığı bir dönemdir.
1772’de
Paris’te, bir yıl içinde doğan tüm çocukların yüzde 43’ü
sokağa bırakılmıştı. D’Alembert’e
göre bu çocuklar, manastır yakınlarına ya da kilise avlularına
bırakılıyordu. Çocuk bırakmak, yalnızca Fransa’da değil,
hiçbir Latin ülkesinde suç değildi.16
Avrupa’da
bu denli çocuk sokağa bırakılırken, Türkiye’de sokağa çocuk
bırakmak bir yana, aile bireylerinin tümünü yitiren çocuk bile
sahipsiz kalmıyor, onun eğitim ve gelişimi, akrabalık gelenekleri
içinde sağlanıyordu.
Molte
Brun,
Evrensel
Coğrafya
kitabında, Bello’nun
savlarını bir başka açıdan geliştirir ve Türkleri dünya
olaylarına “ilgisiz”,
“uyuşuk”,
“bilgisiz”
insanlar olarak gösterir. Türkler, insancıl yaşam biçimlerine
karşın aşağılanır ve şunlar söylenir; “Vurdumduymaz
Türk, toplumların içinde bulunduğu çalkantıları bilmez. O
rahat sedirindeki yastıklarının üzerinde yatar. Suriye tütünü
ve moka kahvesi içer, dans eden köleleri izler. Birkaç afyon
tohumu onu Cennet’e, ‘ölümsüz güzelliklerin olduğu yere’
götürür.”17
V.Marac
adlı Fransız yazar Türk
Sorunu
adlı kitabında, İtalyan Bello’nun
ırkçı savlarını geliştirir ve son derece ilkel yeni görüşler
ileri sürer. Ona göre Türkler, “Anadolu’ya
geldiklerinde yanlarında hiç kadın yoktu”. Anadolu’nun güzel
kadınlarıyla evlendiler ve “çirkin ırklarını
güzelleştirdiler.”18
Birçok
insana inanılmaz gibi gelebilir ama Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra 27 Şubat 1919’da toplanan Paris
Barış Konferansı’na
sunulan bir raporda, V.Marac’ın
görüşlerinin hemen aynısı yineleniyor ve şunlar söyleniyordu:
“Türkler
savaşlar ve katliamlarla sürekli kan döktüler. En güzel ve en
gürbüz kadınlarla evlendiler, Müslüman olmayan erkek çocukları
askere aldılar; bu nedenle Yunan nüfusu önemli ölçüde azaldı.
Konstantinopolis’in (İstanbul y.n.) alınmasıyla birlikte yavaş
yavaş Yunan ırkıyla karıştılar. Türk ırkı giderek ilkel
Türk-Moğol tipinden kurtulup, Ari tipe yaklaştı.”19
İtalya’da
Söylenenler
İtalyan
yapıtlarında ileri sürülen görüşler, Almanya’dakilerin hemen
aynısıdır. “Müslüman
Türk”
imgesini tanımlayan İtalyan yaklaşımı şu savları içerir;
“Türkler;
güdülmeye muhtaç, yağmacı, küfürbaz, tembel, askerlik ve
savaştan başka bir yeteneği olmayan, saldırgan, haşhaş
tüketicisi, kadın düşkünü, bıyıklı, suçluları kazığa
oturtan, gülünç bir dil konuşan, zevksiz, güzel sanatlardan
anlamayan, cahil, kolay kandırılabilen, kadın satan,
okumaz-yazmaz, belgeye ve yasaya değer vermeyen, yalnız kaba güçten
anlayan, ezberci, değişmeye direnen, koca gövdeli ama küçük
beyinli, kızılderililer gibi insanlardır.”20
Türk
düşmanlığının Batıda hala sürdüğünü gösteren en açık
belge, Katolik Kilisesine bağlı İtalyan piskoposlarının yayın
organı olan, L’Avvanire
Gazetesi’nde
yazılanlardır. Bu gazete, 3 Ocak 2000 tarihli sayısında,
Türkiye’nin AB’ne üyeliği konusunda görüşlerini açıklarken
şunları söylemektedir: “Müslüman
Türkiye’nin AB’ne girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu
üyelik, yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen
Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutmamalı
ki ‘Avrupalı Fikri’, başlı başına ‘Düşman Türklere’
ve Türkiye’nin başını çektiği İslam dünyasına karşı
gelişti.
Ankara
ile yakın ilişkiler geliştirmeye
evet.
Ama
farklı tarihi ve kültürel gerçekler farklı kalmalıdır.”21
Yunanistan’da
Söylenenler
Yunan
yazarı Moskopulos
ise, 1920’de yazdığı Tarihleri
Tarafından Mahkûm Edilen
Türkler
adlı kitabında, Türkler’in bulundukları yerlerde oturmaya
haklarının olmadığını, geldikleri yere yani Orta Asya’ya
gitmeleri gerektiğini ileri sürer ve şunları söyler: “Tarih
hükmünü vermiştir. Bu yağmacı ve katiller milletinin Avrupa’da
oturmaya hakları yoktur. Atalarının yaşadığı yere
gitmelidirler.”22
Moskopulos’un
sözlerini Türkiye’nin aynı 1920’deki gibi güçsüz düştüğü
20.yüzyıl sonunda Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros
Pangolos
yinelemiştir. Moskopulos’tan
77 yıl sonra, 1997’de, üstelik bir devlet yetkilisi olarak
Türkiye ve Türkler için söylediği sözler şunlardı: “Türk
askeri ve diplomatik düzeninin bir bölümü, Ege’deki
sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı
olduğunu söylüyor. Bizim bu konuda Türklerle görüşme yapmamız
mümkün değildir. Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle
görüşmemiz olanaksızdır.”23
Kanıtsız
Yargı
Türklerin,
“uygarlıktan
uzak”, “yıkıcı”
ve “talancı”
barbarlar olduğu yönündeki Batı görüşü, sanılandan ve
bilinenden çok daha yaygın, dizgeli ve eskidir. Batı
tarihçilerinin çok azı dışında hemen tümünün ortak görüşü
olan bu yaklaşım, aynı zamanda devlet politikalarında
yansımalarını bulan, resmi görüş konumundadır.
Barbarlık
ya da talancılıkla
ilgili bilinen görüşler; veriye dayanmadan, kanıt göstermeden
sürekli yinelenerek kaba bir propaganda durumuna getirilir ve bu
konu, fazla
bir incelemeye gerek duyulmayacak kadar açık bir gerçek
izlenimi yaratılarak ele alınır; inceleme ve belge bulma değil,
kanıtsız yargı öne çıkar. Bu yaklaşım, yalnızca Batı insanı
üzerinde değil, özellikle gerileme ve çözülme dönemlerinde
kimi Türkler üzerinde de etkili olmuş; yaratılan bilinçsiz ve
bilgisiz ortam içinde, yozlaşma ve yabancılaşma eğilimleri
yayılabilmiştir.
Tarihin
Gerçekliği
İnsanlık
tarihinin gelişim süreci içinde pek çok uygarlık ortaya çıktı,
gelişti ve kendinden sonrasını etkileyerek ortadan kalktı.
Yaşamın sürekli yenilenen ve gelişen akışı içinde yer alan
uygarlıklar, bir yandan kendine ait olan bir özgünlüğü temsil
ederken; bir başka yandan genel ve nesnel koşulların ortak etkisi
altında evrenselin de bir parçası haline gelir.
Toplumsal
ilerleme ya da gerilemede belirleyici olan, toplumun özünü
oluşturan iç gücüdür ancak bu gerçek; toplumlararası
ilişkilerin ve birbirlerine yaptıkları etkinin önemini azaltmaz.
Her uygarlık, dayandığı toplumsal yapının aldığı biçime
göre yükselir ya da çözülür. Bu belirleyicidir.
Ancak, yükseliş ve çözülüşlerde dış ilişkilerin de önemli
bir yeri vardır, bu ise etkileyicidir.
Toplumsal
yapı gelişip güçlenirken içten dışa, çözülüp güç
yitirirken dıştan içe yönelen etki artar; çözülme dış
etkiyi, dış etki de çözülmeyi hızlandırır ve bu etkileşim
her zaman ve her toplumda, ekonomik ve askeri gelişkinliğin biçim
verdiği koşullar altında gelişir.
Uygarlığın
Ölçütü
Uygarlıkların,
açık
şiddet
ya da baskı,
hangi yöntemle olursa olsun, egemenlik altına alınarak özümlenmesi
(asimile edilmesi)
daha gelişkin bir uygarlığa sahip olmayı gerekli kılar. Açık
şiddet,
silah teknolojisi ve askeri üstünlükle; özümleme ise ekonomik ve
kültürel üstünlükle olanaklıdır. Hangisi olursa olsun bunları
gerçekleştirebilen bir toplum daha gelişkin ve güçlü bir
toplumdur.
Sınıflar
ve toplumlar arası çatışmaların geçerli olduğu bir dünyada,
uygarlığın ölçütü yalnızca toplumsal ya da sanatsal
gelişkinlik değil, bunlarla birlikte silah teknolojisi ve askeri
örgütlenmede sağlanan gelişkinliktir. Kendini koruyacak askeri
gücü yaratamayan toplumlar, yeterince gelişmemiş demektir. Bu
toplumlar, kendilerini koruyamadıkları gibi başka toplumlar
üzerinde egemenlik kuramazlar, tersine başka uygarlıklar
tarafından egemenlik altına alınarak özümlenirler.
Genlere
İşlemiş Karşıtlık
Batı
kültürünün içine sinmiş olan Türk karşıtlığı, 21.yüzyıla
girildiği günümüzde de etkisinden pek bir şey yitirmeden
sürmektedir. Kişisel davranışlarda, biçimsel kibarlıkların
arkasında ustaca gizlenmiş son derece kaba duygular vardır ve bu
kabalık, üstelik okullarda okutulan ders kitaplarına
yansıtılmıştır.
1987
yılında Almanya’da yayımlanan sözlükte Türkler şöyle
tanımlanır: “Türkler:
Dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, vicdansız, acımasız, ahlak
kurallarına saygısız, en korkunç günahları işlemeye yatkın,
lanetlenmiş korkunç barbarlar, sinsi, korkak, kibirli, aşağılık,
güvenilmez, tanrı tanımaz, iğrenç kokulu, kötü, soyu sopu
belirsiz bir halktır...”24
Temizlik
Sorunu
Türkler’e
yakıştırılan bu denli olumsuz nitelik içinde herhalde en aykırı
olanı, Türkler’in “iğrenç
kokulu”
ve pis
olduğunu ileri sürmektir. Temizlik ve onun göstergesi hamam,
Türk toplumunun en çok önem verdiği konulardı. İslam inancı
gerektiğinde günde beş kez su ile temizlenmeyi (abdest)
öngörmüştü. Oysa, Avrupalılar özellikle Hıristiyanlığı
kabul ettikten sonra, yıkanmayı, vücut temizliğini bilmez
durumdaydılar ve çok pistiler.
Hıristiyan
rahibeler birkaç yüzyıl önceye dek, yemek yemeyi hor görür,
tenle temas eden yiyeceğin insan ruhunu kirlettiğine inanırlardı.
Bu nedenle pisliği, dinsel bir koruyucu olarak görür, “temizlikten
tiksinti duyarlardı”.
Onlara göre; “yıkanmamış
ellerle yemek yemek insanı kirletmez”di.25
Hıristiyan
kadınlar, “çıplak
vücutlarının erkekler tarafından görülme tehlikesi”
nedeniyle yıkanmaz, pisliği erdem sayarlardı. Pisliğin ürünü
olan bitler, “Tanrı’nın
incileri ve azizliğin belirtisi”
sayılırdı. Ermişliğin
simgesi
sayılan din büyükleri “yüce
azizler”,
ayaklarının “ırmak
geçmek dışında suya hiç değmediğini”
söyleyerek övünürlerdi.26
Kastilya (İspanya) Kraliçesi İsabella;
yaşamı boyunca iki kez yıkanmıştı.27
18.yüzyıla
dek erkeklerin parfüm kullanmalarının nedeni “pis
bedenlerinin kokusunu önlemek”,
peruk takmalarının nedeni ise “bitle
dolu olan saçlarını”
örtmekti.28
17.yüzyıl başında İstanbul’a gelen İngiliz Büyükelçiliği
görevlileri, ayak
yolu’nu
(helâ)
bilmiyor, gereksinimlerini oturak
(lazımlık)
denilen kaplarla gideriyorlardı. Ancak, oturak’ı
çevreyi kirletmeyecek biçimde, belli bir yere değil, pencereden
dışarıya döküyorlardı. Bu nedenle İstanbul içinde
oturmalarına izin verilmemiş ve o zaman için kent merkezine
oldukça uzak bir yer olan Sarıyer’e yerleştirilmişlerdi.
19.yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak ayakyolu
kullanma
sözü vermeleri üzerine Taksim’e
taşınmalarına izin verilmişti.29
DİPNOTLAR
- “Anastasios Lolos (editör), Die Apolaypse des Pseudo-Methodies, Meisenheim am Glan”, 1976, sf.130; ak. S.Yerasimos, “Türkler” Doruk Yay., sf.18
2 Unıverstelıler@topica.com,
ak, Yalçın
Bayer
Hürriyet, 23.06.2002
3 Haluk
Tarcan
H.tacan@wanadoo.fr
4 “Milli
Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu,
İst. Mat.-1974, sf.34
5 “Amerika,
NATO ve Türkiye”
Prof.Dr.Türkaya
Ataöv
sf. 172 ak. Emin
Değer “Oltadaki Balık”
Çınar Araştırma 5. Bas., sf.182
6 “Amerika,
NATO ve Türkiye”
Prof.Dr.Türkaya
Ataöv
sf. 172 ak. Emin
Değer “Oltadaki Balık”
Çınar Araştırma 5. Bas., sf.182
7 a.g.e.
sf.183
8 “Devrim
Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Tarık Zafer
Tunaya
Arba Yay. 3. Baskı, sf.141
9 a.g.e.
sf. 141 ve
“Çanakkale Olayı” David Walder,
İst. 1971, sf. 287 ak. D.Avcıoğlu
“Milli Kurtuluş Tarihi”
İst. Mat. 1. Cilt sf.35
10 “Constantinople”,
William Barry,
Nimeteenth Century and After, Londra, 1920, sf. 728; ak. Stephane
Yerasimos, “Türkler”
Doruk Yay.-2002, sf.49
11 “Türkiye’de
Alman Vakıflarının Marifetleri” Tamer Bacıoğlu,
Cumhuriyet 06.07.1999
12 “Naziler
Soykırımı Türklerden Öğrendi”
Aydınlık 11.02.2001
13 “L’Extermination
des chretiens de Turquie. Ala memoire victimes de la barbarie
turque”, K.D’Any
Lausanne, Imprimerie La Concorde, 15 Juillet 1918, p.25; ak. httb: //
www.tetedeturkck.com/prejuges
/
Prejuges. htm
14 “L’Angleterie,
La France et le Probleme de Constantinople Notes et Reflections surla
Turquie”
C.G.
Bella,
Paris Librairie des Sciences et Sociales, 1920, P-15–17; ak. http:
// www. tetedeturc . com/prejuqes/prejuges.htm
- L’Angleterre, la France et le probleme de Constantinople. Notes et reflexions sur la Turquire” C.G.Bello 1920, sf.35-37; ak. S.Yerasimos “Türkler” Doruk Yay.-2002, sf.42
- “Cinsel İlişkiler Tarihi” Andre Daninos Gelişim Yay.-1774, sf. 144; ak. Hüseyin Kılıç, “Batıda Kadın” Otopsi Yay., 2002, sf.237
- “Geographie Universelle” Malte-Brun, 1860, Paris, Geme Edition; ak. httb: // www. tetedeturc . com / prejuges.
- “La Question de Turquie”, V.Marc, La Liquidation de la dette Publique Ottomane, Paris, L’Orient İllustre, 1919 sf.7-8; ak. a.g.e. sf.40
- “Le Role Economique des Grecs en Thrace” Alexandra Antoniades, 27 Şubat 1919’da 19191 Barış Konferansına Sunulan Rapor, Paris, 1919, sf. 5; ak. a.g.e. sf.41
- “Türk Kimliği” Prof.Bozkurt Güvenç, Remzi Yay., 6.Bas.2000, sf.290
21 “Kilise,
Türkiye’nin AB Adaylığına Karşı” Nilgün Cerrahoğlu
Milliyet 10.01.2000
22 “Devrim
Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.T.Z.Tunaya,
ARBA Yay., 3.Basım-1994, sf.42
23 “Pangolos
Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı” Cumhuriyet,
25.09.1997
24 “Das
Neue Lexikon Der Vorurteile” Jogschies
1987, 100; ak. Prof.Bozkurt
Güvenç “Türk Kimliği”
Remzi Kit, 6.Bas.-2000, sf.291
25 “İncil”
Matta,
15/20; ak. H.Kılıç,
“Batı’da Kadın”
Otopsi Yay., İst.-2000, sf.149
26 “Batı
Felsefesi Tarihi” Bernard Russel,
2.Cilt, sf.130; ak. a.g.e. sf.149
27 “Tabular
ve Tuhaf Adetler” Ayhan Korkmaz
Aykın Yay.; ak. Cumhuriyet 22.05.2004
28 “Kadın
ve Erkek ruhsal ve Cinsel İlişkiler Ansiklopedisi”
2.Cilt, sf. 374; ak. a.g.e sf.227
29 a.g.e.;
Cumhuriyet 22.05.2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder