25 Nisan 2014 Cuma

BATI KÜLTÜRÜNDE TÜRK İMGESİ – 2



Batılılaşma olarak tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı, ülkemizde ikiyüz yıldır yaşanan bir konudur. Batının gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı kıyaslayan insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz de öyle olsak”, “onlar gibi yaşasak” gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa Birliği’ne girerek “Avrupa’yla bütünleşmek” stratejik hedef oluyor. Oysa, Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu değildir. Olumluluk bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara, kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak üzere insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor. Değer verip yücelttiği Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler için neler söyleyip yazdığından haberi yok. Kişilikli tutum ve davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla yayınlıyoruz.



Batı Aydınlanmasında Türkler

Avrupa kültüründe yerleşik öğe haline gelen Türk ve Müslüman karşıtlığı, Aydınlanma döneminden sonra yoğunlaşmış ve dizgeleşmiştir (sistemleşmiştir). Dizgeleşmenin başlangıcı, doğal olarak Aydınlanma’nın da başlangıcı olan 16.yüzyıldır. Aydınlanmacılar’a göre, “uygarlıktan yoksun” Türkler, Avrupa kültürünün “baş düşmanıdır”; Avrupa’nın “en güzel” topraklarını “kanlı yönetimleri” altına almışlardır; buraların kurtarılması ve Türklerin “ait oldukları yere sürülmesi” gerekir.
Bu tutum, sürekli yürütülen propagandalarla kaba bir politikaya dönüştürülmüş; yazarlar, şairler, bilim adamları, aydınlar, hümanistler, (insancı-insanı sevme ülküsüne inanan) diplomat ya da politikacılar tarafından sürekli gündemde tutulmuştur. 16.yüzyılda dönemin önde gelen isimleri; diplomat François Savary de Brêves (Fransa’nın İstanbul elçisi) aydınlanmacı yazarların kitaplarını basan yayıncı Henri Estienne, devlet adamı Baron Maximilien de Sully, Jacques Esprinchard, Jean-Aimes de Chavigny, yeni insancılığın kurucusu yazar François Rabelais (1494-1553), Don Quijote’un yazarı Saavedra Cervantes (1547-1616), ünlü William Shakespeare (1564-1616), Türk karşıtlığının 16.yüzyıldaki önde gelen isimleriydi.1

Avrupalı “Hümanistler”

Aeneas Sylvius, Pope Puis II ve Joannes Bessarion Batıda, 16.yüzyıl aydınlanmasının oluşumunda önemli yerleri olan insancı ilahiyatçı düşünürler olarak tanıtılır. Oysa bu “düşünürlerin” insancıllığı, yalnızca Avrupalıları ve Hıristiyanları kapsayarak diğer insanları, özellikle de Türkleri dışarda tutuyor; tutmakla da kalmıyor kalıcı bir düşmanlığa dönüşüyordu. Bu üç “düşünür”, okullarda verdikleri serbest tartışma (münazara) derslerinde, Türk karşıtlığı ve Türklere karşı savaş kışkırtıcılığını, sürekli biçimde tartışma konusu olarak vermiş ve böylece ortaya yeni bir serbest tartışma türü çıkarmışlardı.2
Fransızların büyük değer verdiği, Malherbe ve Boileau’nun 19.yüzyılda “yeniden keşfettiği” Pierre de Ronsard (1524-1585), 16.yüzyıl Fransa’sında La Brigade adlı şiir akımını başlatan önemli bir şairdir. Şairin görevinin, “halklara ve krallara yol göstermek” olduğunu söyleyen Ronsard bu “yolu”, benzerlerinde olduğu gibi, “yeni bir Yunan miti (düş gücüne göre biçim değiştiren düşünce y.n.) yaratmaya çalışarak sürekli Türk karşıtlığı olarak göstermiştir”3
Bir şiirinde şunları söyler: “Tüm bilimlerin ve felsefenin anası, besleyicisi bu büyük şanlı uygarlığın, böylesine barbar bir milletin (Türklerin y.n.) eline düşmesi ne kötü bir talihsizliktir!... Ah! Ne söyleyebilirim ki!... Ah! Olayların sürekli değişimi!... Ah! Işık saçan, asil yüce varlık şimdi karanlıklar içinde kör edilmiş!...”4

Türklere Karşı Avrupa Birliği

Fransa Kralı IV.Henry’nin “Tüm Yönetimden Sorumlu Bakan” konumuyla krallığın maliyesini emanet ettiği ve 16.yüzyıl Fransız siyasetine yön veren Maximilien de Sully (1559-1641), Büyük Henri’nin Devletlerin Dürüst ve Akılcı Bir Politika için; Ekonomi, Askeri ve İçişlerine Ait Tezleri kitabı Türk karşıtlığının kuramı gibidir.
De Sully bu yapıtında; Avrupa ülkelerinin, kendi aralarında birliği sağlamak için Hıristiyan uluslardan oluşan bir örgüt kurulmasını istemiş, bu örgütün oluşum koşullarını belirleyen, bir de taslak metin yayınlamıştı.
Çok sayıda konu başlığı altında toplanan bu metin, Avrupa krallıklarının; ekonomik, siyasal, hukuksal, dinsel ve askeri alanlarda birleşmeleri gerektiğini ileri sürüyor ve bu birleşmenin biçimi üzerinde somut önermelerde bulunuyordu. Günümüzdeki Avrupa Birliği oluşumuna benzeyen ve ortak bir siyasi otoriteyi öngören bu önermenin en dikkat çekici yanı, “Türklere karşı kullanmak üzere” kurulması istenen “Askeri Birlik” tir.
De Sully kitabında şunları yazmaktadır: “... Dördüncü paragrafa gelince, bu Türkler’e karşı sürekli ve güçlü bir biçimde savaşmamıza olanak verecek, ortak bir askeri örgütün kurulmasıdır... Bu örgüt, Avrupa’nın Hıristiyan güçleri arasında akla ve dürüstlüğe dayalı bir bütünlük sağlayacak ve (kendi aramızda y.n.) ortaya çıkacak anlaşmazlıkları, ayrımlılıkları ve kavgaları ortadan kaldıracaktır. Bu sonuçla inançsızlara (Türklere y.n.) karşı sürekli savaşabilecek ve Hıristiyanlık yalnızca dışa karşı korunmakla kalmayacak, daha geniş alanlara yayılacaktır.”5

Alman “Din Adamı”; Martin Luther

Alman papaz Martin Luther (1483-1576), Türk karşıtlığını düşünce ve eyleminin temeline yerleştirerek dizgeleştiren Batılıların öncülerinden biridir. Ortaçağ düşüncesine karşı çıkarak dinde reform hareketini başlatan kişi diye tanıtılmıştır. Ancak Hıristiyanlık dinini feodal egemenliğin bir aracı olmaktan çıkararak kentsoyluluğun egemenlik aracı haline getirmeye çalışmıştır.
Bu Alman ilahiyatçısının, Türklere yönelik yargıları şöyledir: “Türkler, Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan Şeytan’ın uşağıdır. Onları yenmek için önce efendisi Şeytan’ı yenmek ve Türkleri tek başına bırakmak gerekir. Türk’ün tanrısı olan Şeytan’ı yenmeden Türk’ü yenmek, kolay olmayacaktır. Şeytan ise bir ruhtur; topla, tüfekle, at ve insanla yenilmez... Tanrı işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan Türkleri, Almanların başına bela etmiştir. Bir Türkü öldüren vicdan azabı duymamalı, tersine Hıristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır... Türkler, Avrupa’nın ebedi düşmanıdır. Şimdi onları düşünüyor ve diyorum ki; eğer Samson (Tevrat’a göre, bir eşek çene kemiği ile tek başına binden fazla Filistinliyi öldüren doğaüstü güce sahip Yahudi kahraman y.n.) gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur hergün bir Türk öldürürdüm...”6

Michael J.Heath

Araştırmacı Michael J.Heath Crusading Commonplaces adlı yapıtında, Türk karşıtı söylemleri bir araya topladı. Fransız beysoylulardan François de la Noue’nun, 1587 yılında Basel’de yayınlanan Politik ve Askeri Konular Üzerine Görüşler (Discours Politiques et Militaries) adlı kitabında; dikkat çekici yargılarda bulunuluyor ve Avrupalı yöneticilere yapılması gerekenler konusunda öneriler sunuluyordu.
Kitap, Avrupa’daki Türk varlığının “yarattığı tehlikeleri” ele alan ve Türklere karşı yeniden bir Haçlı ordusu kurulmasını isteyen bir bildiri gibidir. Önde gelen politikacılar, beysoylular ve aydınlanmacı düşünürler arasında büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.
Kitapta, her zaman yapıldığı gibi konu, “Yunan uygarlığının ve bu uygarlığın torunlarının Türk zulmünden kurtarılması” teması işleniyordu. Bu tema, Türk karşıtlığının ajitasyonu (abartılmış, duygusal ve tutarsız propaganda) olarak kullanılıyor, şunlar söyleniyordu: “Bir daha eşi benzeri olmayacak şu yaşadığımız dünyanın gözbebeği olan büyük Yunanistan!... Tüm varlığı bu sert, barbar ve acımasız boyunduruğa (Türk egemenliğine y.n.) köle edilmiş ülke… Boğazını sıkan boyunduruktan kurtulmak için tüm Hıristiyan dünyasının yardım kollarını bekliyor...”7

Hümanizmin Sözcüsü “Voltaire”

Aydınlanma felsefesinin ve yeni insancılığın sözcüsü” olarak tanıtılan François Voltaire (1694-1778), Avrupa’da yaygın olan Türk karşıtlığının bilgisizliğe dayanan abartılar içerdiğini ileri sürer ancak bunu yaparken karalamayı aşan daha “bilinçli” karşıtlıklar ortaya çıkarır. Fatih’in Ölümünden Sonra Yunanistan adlı yazısında; “Fatih’in (II.Mehmet) ölümüyle İtalya bir nefes almışsa da, Türklerin elinde İtalya’dan daha büyük ve daha güzel bir ülke kalmıştır; Yunanistan... Mittiyadis’lerin, Sofokles’lerin, Platon’ların yurdu kısa sürede kendine yabancılaştı; Yunan dili bozuldu; güzel sanatlardan eser kalmadı... İstanbul, Kalkedonya (Kadıköy) bir zamanlar Atina’ya bağlıydı. Şimdi o güzel ülkelere Tatarların torunları hâkimdir; oralarda artık Yunanistan’ın adı bile kalmamıştır. Ancak, Türkler bütün dünyayı da alsalar, o küçücük Atina yine de gönlümüzde yaşayacaktır” der.
Aynı yazıda, Türklerin “yağmacı ve cahil” olduğunu, “güzel sanatları ve tarımı bilmediklerini”, “kadınlara kötü davrandıklarını” söyleyerek, Avrupa’daki Türk karşıtlarına şu öğüdü verir: “Türkler dünyanın en güzel, en büyük topraklarına hakimdirler. Küfür savurmak yerine o yerleri geri almaya çalışmak daha yararlı olmaz mı?”8
Voltaire, 1771 yılında Talmont Prensi ile Prusya Kralı II.Frederik’e yazdığı iki mektupla, yine Yunanistan’a sahip çıkar ve Türklere karşı duyduğu “nefreti” dile getirir. Talmont Prensine yazdığı mektupta, “Yunanistan’ı tümüyle yakıp, yıkmış, yoksullaştırmış ve sersemletmiş insanlara (Türklere y.n.) her zaman diş bileyeceğim. Benden, Homeros’un, Sophocles’ın, Demosthenos’un vatanını yıkanları sevmemi isteyemezsiniz. Sizin de yüreğinizin derinliklerinde benim gibi düşündüğünüze inanarak size saygı duyuyorum”9 der.
Prusya Kralına yazdığı mektupta ise, “Yunanistan’a zulmeden Türklerden her zaman nefret edeceğim. Ne barbar şeyler! Onlara altmış yıldır Cenevre saatleri satıyoruz, ancak hala bunlarla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Saatleri nasıl kuracaklarını bile bilmiyorlar10 diye yazar.
Rus Çariçesi II.Katerina’ya 1773’de yazdığı mektup, Türkiye’de bile “aydınlanmanın ve insancılığın sözcüsü” olarak tanıtılan Voltaire’in nasıl bir “aydınlanmacı” ve “insancı” olduğunu gösterir. Voltaire, o sırada Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmakta olan Çariçeye şunları yazar: “Umarım bundan sonra bombalarınız Türklerin kafalarını patlatır/ezer (crever: gebertmek, oymak, patlamak, ezmek y.n.). Umarım Prens Orlof yalnızca buzun üstüne değil, İstanbul’da Atmeydanı’na da zafer takları inşa eder ve böylece Yunanistan’da Milttade’lar, Pheidias’lar (antik çağ yontucuları (heykeltıraşları) y.n.) yeniden var olur...”11

Ansiklopedist “Diderot”

Batı aydınlanmasının temel yapıtlarından biri sayılan Ansiklopedi’yi (Encyclopédie) hazırlayan Voltaire’in çağcılı Fransız düşünür ve yazarı Denis Diderot (1713-1784), Türk karşıtlığında benzerlerinin gerisinde kalmaz. Yalnızca bilime, özgür düşünceye ve gerçeğe önem verdiğini söyler, ancak konu Türkiye ve Türkler olduğunda, gerçek dışı savlar ileri sürmekten çekinmez.
Türkler’in Gelenekleri, Hükümetleri, Kanunları ve Dinleri Üzerine Gözlemler adlı yazısında, Osmanlı İmparatorluğu için şunları söyler: “Oralarda yaşamaya gitmeyelim arkadaşım!... Ey kötülükler ülkesi!... Orada tüm yaratıkları yiyip yutan, yırtıcı bir hayvan var. (Bu hayvan y.n.) İlerliyor ve yanına yaklaşanları, yakınında olanları parçalıyor. Orası herşeyin yenilip yutulduğu bir ülkedir.”12

Matematikçi Filozof; Kant

Alman aydınlanmasının temelini atan matematikçi, filozof Immanuel Kant (1724-1804) Antropoloji Üzerine Yazılar, Tarih Felsefesi, Siyaset ve Eğitim Bilimi adlı yapıtında Avrupalılarla Türkleri, toplumsal gelenek ve ulusal kimlik açısından kıyaslar ve bilim dışı görüşler ileri sürer.
Kant’a göre, Almanlar, “din ve dil birliğini öne çıkaran, çabuk örgütlenen, çalışkan, temiz ve tutumlu”; Fransızlar, “konuşkan, yabancılara karşı nazik, sevimli, yaşam sevinci ve özgürlük istenci yüksek”; İngilizler, “becerikli, inatçı ve saygınlığa düşkün” insanlardır. Türkler ise; “doğal gelişim için gerekli olan niteliklerden yoksun, ulus karakteri edinebilme yeteneğine sahip olmayan ve bundan sonra da olamayacak olan, Araplar ve İranlılar gibi çirkin” insanlardır.13

Johann Gottfriend Herder

Alman kültüründe “iz bırakanlar”’dan bir başka düşünür Johann Gottfriend Herder (1774-1803) “en hoyrat despotizmin egemen olduğu yer” olarak tanımladığı Doğu toplumlarıyla yoğun olarak ilgilenir ve kendine özgü sonuçlar çıkarır. Herder’e göre, “Doğu, hiçbir Batılının tümüyle anlayamıyacağı kadar korkunç etkiler yaratan, sanatı, bilimi ve insanlığı yakıp yıkan kavimlerden oluşur. Hunlar, Cengiz Han komutasında gelerek Avrupa’yı kılıç ve ateşle yakmıştır. Hunlar, Peçenekler ve Türklerin öncülü olan Moğollar ise Asyalı vahşi kurtlar ve dünyanın yıkıcılarıdır.”14
Herder, “İnsanlık Tarihinin Felsefesine İlişkin Görüşler” (Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit) adlı yapıtında ise Türkler için şu görüşleri ileri sürer: “Türkistanlı olan Türkler, 300 yıldan çok Avrupa’da bulunmalarına karşın, hala Avrupa’ya yabancıdırlar. Doğu Roma İmparatorluğu’na son vererek, bilmeden ve istemeden sanatları Batıya Avrupa’ya sürdüler; yaptıkları saldırılarla Avrupalı devletleri denetim altına aldılar. Avrupa’nın en güzel ülkelerini çölleştirdiler, bu cahiller binlerce sanat yapıtını yok ettiler. İçinde yaşayan Avrupalılar için büyük bir zindan olan Türk İmparatorluğu, zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hala Asyalı barbarlar olan bu yabancıların Avrupa’da ne işi var.”15

Diyalektik Düşüncenin Babası; Hegel

Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) bilimsel gelişime temel oluşturan diyalektik düşünce yöntemini felsefi kuram haline getiren bir öke (dâhi) ve Avrupa aydınlanmasında “en az Fransız devrimi kadar etkili”16 olan bir bilge olarak değerlendirilir.
Bu düşünür de aynı Kant ve Herder gibi, çeşitli yapıtlarında Doğu ve Türkler için olumsuz yargılarda bulunmuştur. Bu düşünürün algılamasına göre, Türklerin gücü fetihlere dayanır. Kaba saba olan Türkler “buluntu bir akla sahiptir”. Bir başka deyişle kendi akılları olmadığı için, “Türkler başkalarının aklına muhtaçtır”. Kendileri özgür istek ve bilinçleriyle özgün bir akıl geliştirecek durumda olmadıkları için, dinsel alanda da akılcıl soyutlamaya gidemezler, bu nedenle “İslam bağnazlığının (fanatizminin) ilkesi terördür.”17
Hegel “Tarih Felsefesi” (Philosophie der Geschichte) adlı yapıtında Avrupa sömürgeciliğini açıktan savunur ve yalnızca Türklerin sahip oldukları toprakların değil, dünyanın tümünün “Avrupalıları ilgilendirdiğini” söyler; Türklerden “korkunç güç” olarak söz eder.
Hegel bu yapıtında şu değerlendirmeleri yapar: “Dünya tarihinin gidişi, Doğudan Batıya doğrudur, çünkü Avrupa kesinlikle dünya tarihinin sonudur... Dünyanın tümü Avrupalıyı ilgilendirir; Avrupalı dünyayı tanımak, bilmek ister; karşısında bulunan yerleri edinmek ister; kendisine dünya egemenliğini sağlayacak olan bir güç ile dış dünyayı kendi amaçlarına bağımlı kılar. (Bu nedenle y.n.) Avrupa devletlerinin dışa dönük ortak çıkarları, Türklere karşı olmaya dayanır. Türkler, Doğudan ve İslam’dan kaynaklanan ‘korkunç gücü’, Avrupa’ya taşıyan bir tehlikedir..”18

Karl Marks ve Friedrich Engels

Karl Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels’in (1820-1895), Batı aydınlanması içinde ayrı bir yerleri vardır. Bu düşünürler, inceleme ve araştırmalarında, kendilerinden önceki düşünürlerden farklı olarak, kentsoylu egemenliğine dayanan kurulu düzeni değil, bu düzenin “yıkılmasını” savunmuşlardır. İşçi sınıfı üzerindeki sömürüye karşı çıkarken eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi tanımları çağdaşlarından değişik yorumlamışlar ve kuramlarını bu yorum üzerine oturtmuşlardır.
Ancak, aydınlanma ve Batı uygarlığı konusundaki bakış açıları, öteki aydınlanmacılardan farklı olamıyordu. Konuya onlar gibi bakıyor ve “Avrupa merkezci” bakış açısının sınırları dışına çıkamıyorlardı. Kuramlarının, Avrupa’daki bilimsel birikimin bir sonucu olduğunu söylüyorlar ve uygarlığın Avrupa’yla özdeşleştiğini söylüyorlardı. Söylemlerine bağlı olarak; felsefe, tarih ve ekonomi alanlarında yoğunlaştırdıkları araştırmalarını üst düzeye çıkarmışlar ancak bu araştırmayı Batı toplumlarının incelenmesiyle sınırlayarak başka uygarlıkları yeterince incelememişlerdi.
Karl Marks, Türk kimliği konusunda dile getirdiği görüşleri, öteki aydınlanmacılardan ayrımlı bir yaklaşım içinde değildir. 1853 yılında kaleme aldığı Rus Sorunu adlı yazısında; “Doğu barbarlığının temsilcisi” olan Türklerin, “Batı uygarlığıyla”, kendilerine başkent yaptıkları İstanbul’da karşılaştığını, bu nedenle “Batı uygarlığıyla Doğu barbarlığının İstanbul’da birbirine karıştığını” ileri sürer.
Ona göre, Bizans İmparatorluğu “Batı uygarlığını”, Türk İmparatorluğu ise “Doğu barbarlığını” temsil eder; Türkiye’nin Batı için taşıdığı jeo-stratejik önemi çoktur; Türkiye üzerinde etkili olamayan dünya ticaretinde söz sahibi olamaz. Marks aynı yazıda şunları söyler: “İstanbul Doğu ile Batı arasında altın bir köprüdür. Batı uygarlığı aynı güneş gibi, bu köprüden geçmeden, dünya çevresinde dönemez. Dünya çevresinde dönemediği gibi Rusya ile savaşmaksızın (Marks o dönemde, gericiliğin kalesi olarak gördüğü Rusya’yı, Batıda ortaya çıkacak devrim önündeki engel olarak görmektedir y.n.), bu köprüyü geçemez. Sultan, İstanbul’u yalnızca devrim için (sosyalist devrim y.n.) emaneten elinde tutmaktadır... Avrupa’nın şimdiki sözde yetkilileri, devrimle göz göze gelinceye değin bu sorunu sürümcemede bırakmaktan başka bir şey yapamazlar. Batının Roması’nı (kapitalizmi y.n.) yıkacak olan devrim, Doğunun Roması’nın da (Türk egemenliği y.n.) şeytani etkisinin üstesinden gelecektir.18

Engels’in Yargısı

Friedrich Engels’in Türk kimliği ile ilgili görüşleri, Karl Marks’ın görüşlerinin hemen aynısıdır ve kimi zaman daha da sertleşerek Herder’in yargılarıyla örtüşür duruma gelmektedir. Avrupa’daki Türk varlığı için “ayaktakımının egemenliği” tanımını kullanan Engels, “Bu varlığın er ya da geç son bulacağını ve Avrupa’nın en güzel topraklarının bu ayaktakımının egemenliğinden kurtulacağını” söyler.
1853 yılında yazdığı Türk Sorunu (Die Türkische Frage) adlı yazısında, Türk ve Arnavutları, “uzun süreden beri her türlü ilerlemeye sert biçimde karşı koyan Yunan karşıtı barbarlar” olarak tanımlar ve şunları söyler: “Avrupa Türkiyesi’nde Yunan ve Slav kentsoyluluğunun etki ve varsıllığı sürekli artmakta, Türkler ise her geçen gün biraz daha gerilere itilmektedir. Eğer Türkler, devlet ve asker gücü tekelini ellerinde tutmasalar, kısa sürede yok olup giderlerdi. Türklerin sahip oldukları bu tekel ve uygarlık önünde engel oluşturan güçleri, artık güçsüzlüğe dönüşecektir. Gerçek şu ki, Türkler ortadan kaldırılmalıdır...”20
Engels, Avrupa sermayesinin küresel dolaşımına ilerici bir özgörev (misyon) yükleyerek Çin’le Hindistan gibi çok uzun dönemler Avrupa’dan daha ileri uygarlıklar kurmuş olan toplumları, “binlerce yıl hiçbir ilerleme göstermemiş” ülkeler olarak değerlendirir. Aynı değerlendirmeyi; Türk toplumu ve onun Anadolu’daki egemenliği için de yapar.
12 Nisan 1853 tarihli New-York Daily Tribune gazetesindeki yazısında güvencenin ticaret kentsoyluluğu için en önemli duyarlılık olduğunu, Karadeniz’in ve Trabzon limanının İç-Asya’ya yönelen Batı ticareti için önem kazandığını, bu nedenle güven veren bir ticaret yolunun sağlanması için Çanakkale ve İstanbul boğazlarının yaşamsal önemde olduğunu ileri sürer ve şu saptamayı yapar: “Yalnızca daha geniş bir ticaret değil, Avrupa ve İç Asya arasındaki ilişki ve buna bağlı olarak bu geniş bölgeyi yeniden uygarlığa açma olanağı da (Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını denetim altına alma y.n.), Karadeniz’in bu kapıları üzerinden engelsiz ticaret yapma özgürlüğüne bağlıdır.”21

Politikacılar, Sanatçılar, Bilim Adamları

Türk ve Türkiye karşıtlığı, aydınlanma düşünürlerinden ayrı olarak, aynı dönemlerde yaşayan politikacılar ve her çeşitten sanatçılar arasında da yaygındır. Şairler, yazarlar, ressam ve müzisyenler, ya da başka sanat dallarında önemli ürünler veren sanatçılar, yapıtlarında bu konuya yer verdiler. Türk karşıtlığında karalayıcı ve suçlayıcı savlar o denli yaygın ve ölçüsüz duruma geldi ki, Voltaire gibi kimi Türk karşıtları bile, bu tutuma karşı çıkıp konunun gereğinden çok abartıldığını söylemek zorunda kaldı.
Örneğin, akışkanlar mekaniğinde kendi adını taşıyan Pascal Yasası’nı bulan ve teknik işlerle uğraşan Fransız fizikçi Blaise Pascal (1623-1662) bile, Türklerle ilgili hiçbir somut bilgisi olmamasına karşın; “Atalarından aldığı gelenekleri uygulayan bu kadar çok, inançsız kafir Türk’le karşılaşmak ne kadar elem verici” diye yazılar yazdı.22

Yunanistan Hamiliği

Karşıtlık özellikle 19.yüzyılda, her alanda ve her zaman, önce Yunan hayranlığıyla başlatılıyor, oradan siyasi alana taşınıyordu. Avrupa’da yerleşik bir politika haline getirilen bu yöntem, 1821 Yunan bağımsızlığının sağlanmasında, uygulamaya yönelik bir propaganda aracı olarak başarıyla kullanıldı.
Türk-Yunan çatışmasında, uygulanan politika, bugün de sürdürülen ve geçmişte “Haçlı Seferleri”nde kullanılan anlayışla aynı ideolojik temele sahipti. Türklerin elindeki toprakları ele geçirmek için, “Doğudaki Müslüman Türk egemenliğine” karşı koymakla Yunanistan’ın “kurtarılması” aynı anlama getiriliyor ve bu propaganda, aynı eğitimi almış aydınlar arasında çok etkili oluyordu.
Victor Hugo, “En Grêce, ô mes amis! Venqeance! Liberte!” (Yunanistan’a arkadaşlar! Öcalma! Özgürlük) diye şiirler yazıyor, İngiliz şairler Thomas Moore, Laila Rookh benzer şeyler söylüyor, gezginci ozan Corsaize du Hiaour ve Chalde Harold köy köy dolaşıp “tutsak” Yunanistan’a ağıtlar yakıyordu.23 Fransız Ressam Delacroix, “Mora’da Yunanlılar’ı öldüren Türkler’in vahşi uygulamalarını” işleyen tablolar yapıyordu; Delacroix’nın, Yunanlı Chio’nun öldürülmesi tablosu o dönemde çok ünlenmişti. Oysa, Mora’da, hiçbir somut neden yokken Batı kışkırtmasıyla ayaklanan Yunanlılar, sıradışı bir vahşet uygulamışlar ve binlerce Türkü katletmişlerdi.24

Liberal Gençliğin İlahı” François René Chateaubriand

François René Chateaubriand (1768-1848), Türk karşıtlığını yapıtlarında yaygın olarak işleyen yazarlardan biridir. 19.yüzyıldaki “Liberal gençliğin ilahı”, “Yeni Fransa’nın düşünen sınıfının gücünü kavrayıp açıklayan ilk yazar” ve “Büyük üstat” kabul edilen Chateaubriand, “Türk despotluğunun gerçek boyutunu görmek” ve saptamalarını anılarında yazmak için, Yunanistan ve Kutsal topraklara (Kudüs) gitmiştir. “Düzyazı türünde yazılmış çağdaş bir destan”25 olarak tanıtılan ünlü Les Martyrs’i, bu “gezinin” sonucunda kaleme almış ve bu yapıt, Chateaubriand’ı hocası olarak kabul eden Victor Hugo’yu derinden etkilenmiştir.

Evrenselliğin Dahi Yazarı”; Victor Hugo

1876 yılında Fransa’da kurulan Helen Dostları Derneği’nin kurucularından olan Victor Hugo (1802-1885), Yunanistan’a yaşamı boyunca hiç gitmedi ancak orada yaşadığı izlenimi veren şiirler yazdı. Şiirlerinde işlediği Türk karşıtlığı, “hocası” Chateubriand’ı da aşıyor ve daha sert yargılar içeriyordu.
Davranışını ölene dek sürdüren Hugo, Navarin adını verdiği uzun şiirinde, Osmanlı donanmasının 1827 yılında Mora’nın Navarin limanında İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının ortak girişimiyle yok edilmesinden duyduğu mutluluğu dile getirir ve “Artık Yunanistan kurtuldu, Byron mezarında Navarin’i alkışladı” der. Türk Marşı adlı şiirinde, Türklerin askeri gücünün acımasızlığından söz ederek Türkleri “korkunç” ve “vahşi” insanlar olarak gösterir; “Çocuk” adlı şiirine “Türkler oradan geçtiler” dizesiyle başlar ve “Türkler oradan geçtiler/Herşey yıkılmış ve yas içinde” dizesiyle bitirir.26

Hugo’nun Barışçılığı

Victor Hugo, yalnızca 19.yüzyılda ve yalnızca Avrupa’da değil, günümüzde de ve ilginçtir ki Türkiye’de de; “Barışın, özgürlüğün ve kardeşliğin yılmaz savaşçısı” ve “ezilen halkların dostu”, “evrenselliğin dahi yazarı” olarak tanıtılmaktadır. Yakıştırılan bu nitelikler, konu Türklere karşı ayaklanan Yunanlılar, Sırplar ya da diğer Avrupalılar olduğunda geçerlidir.
Hugo, Türklere ve diğer dünya halklarına karşı Avrupalıların, Avrupalılara karşı da Fransızların haklarını savunmaktan asla ödün vermemiştir. Avrupa’yla sınırlı olan “evrenselliği”, Fransa’nın çıkarları gündeme geldiğinde hemen koyu bir milliyetçiliğe dönüşür.
1871 yılında ortaya çıkan Fransız-Alman savaşında çatışmanın, düşünü kurduğu ve sürekli savunduğu Avrupa Birleşik Devletleri ülküsü adına durdurulmasını ister. Ancak, Almanlar Paris kapılarına dayandığında “barışsever” Hugo, herşeyi göze alan, su katılmamış ve savaşkan bir bağnaz durumuna gelir ve şu çağrıyı yayınlar: “Fransızlar bütün halklara ve bütün insanlığa karşı Paris’i korumakla yükümlüdür; bu görev Paris için değil dünya içindir. Bütün komünler ayaklansın; bütün köyler ateşe verilsin; bütün ormanlar yangın var, yangın var çığlıklarıyla çınlasın; her evden bir asker çıksın; varoşlar; alay ve kentler ordu haline gelsin. Gece gündüz demeyip savaşalım, dağlarda ve ovalarda savaşalım. Ayağa kalkınız, kalkınız ayağa. Ateşkes yok, dinlenme yok, uyku yok...”27
Victor Hugo’nun yaşadığı dönem, Fransız sömürgeciliğinin dünyaya yayılıp yerleştiği bir dönemdir. 1827’den başlayarak 1870 yılına dek, Fransa Cezayir’e yerleşmesini tamamlamıştır. 1881’de Tunus ele geçirilmiş, 1883’te Fransız birlikleri Hindi-Çini’de Annam’ı (Orta Vietnam) ele geçirmiş ve Tankin’i (Kuzey Vietnam) elde etmek için Çin’le savaşa tutuşmuştur.
Hugo, bu gelişmelerle “ilgilenmez” ve yapıtlarında bu konulara eğilmez. Ancak 1876 yılında Osmanlı yönetimine karşı başlayan Sırp ayaklanmasında, büyük bir istek ve coşkuyla Sırpların yanında yer alır; “Türklerin uyguladığı baskı ve şiddete” karşı çıkar ve tam bir “özgürlük savaşçısı” olur. 1876 Ağustos’unda şunları yazar: “Bu kahraman küçük ulusun (Sırpların y.n.) çırpınışı ne zaman sona erecek? Sırbistan’da olanlar (Türk zulmü y.n.), Avrupa Birleşik Devletlerinin gerekliliğini gösteriyor. Katil İmparatorluktan (Osmanlı İmparatorluğu y.n.) yakamızı sıyıralım. Bağnazlığı ve despotizmi susturalım! Elde kılıç dolaşan boş inançların ve dogmaların silahlarını kıralım (Türklerin y.n.). Savaşlar, kıyımlar, boğazlaşmalar olmasın; özgür düşünce, serbest ticaret, kardeşlik olsun; barış bu kadar zor mu?”28

İngiliz Şair; George Gordon Byron

Victor Hugo’nun “mezarından Navarin’i alkışladığını” söylediği ve Batıda “açıklık, neşe, hoşgörü ve özgürlüğün ozanı” olarak tanımlanan29 İngiliz şair George Gordon Byron (1788-1824), Türk karşıtlığını neredeyse bir yaşam biçimi durumuna getirmişti. Karşıtlığını yalnızca yapıtlarına değil, sahip olduğu büyük serveti kullanarak eylemlerine de yansıtıyordu.
Türk düşmanlığında o denli kararlı ve hırslıydı ki, dengesiz yaşamını bu uğurda harcamıştı. Türklere karşı savaşan Rum çeteleri arasındaki ayrılıkları gidermek ve onları tek bir çatı altında toplamak için Yunanistan’a gelmiş ve 1824 yılında burada ölmüştü. Byron’dan ayrı olarak Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’da (1809-1849) aynı duygularla, Türk-Yunan savaşına gönüllü olarak katılmış, ancak o ölmeden ülkesine dönmüştü.

DİPNOTLAR

  1. Crusading Commonplaces : La Nove Lucinge and Rhetoric Against the Turks” Michael J.Heath, Genevre, Droz, sf. 9
  2. a.g.e. sf.10-11
  3. a.g.e. sf.31
  4. a.g.e. sf.31
  5. Memoire des sages et royales econnomies d’Estat domestiques, politiques et militaries de Henri Le Grand Maximilien de Sully, Nouvelle Coollection Memoires pour Servir a L’histoire de France”, 1837, Böl. C
  6. Alman Kültüründe Türk İmgesi” Prof. Onur Bilge Kula, Gündoğan Yay., 992 ak, Deniz Som Cumhuriyet 15.12.2002
  7. Crusading Commonplaces: La Nave Lucinge and Rhetoric Against the Turks” Michale J. Heath, Genevre, Droz, Sf. 31
  8. Türkler Müslümanlar ve Ötekiler” Voltaire, derleyen Osman Yenseni, İş.Bank Yay., 2.Baskı, sf.87-93
  9. La Turquie Dans Les Romans” et les Contes de Voltaire, Dr. Cemil Göker, Ankara Üniversitesi Yay.1971, sf.33
  10. a.g.e. sf.33
  11. Lettres Choisies de Voltaire” Librainie Garnier Freres–Paris-VII., sf.150
  12. Sur les observations sur la religion, les lois, le gouvernemet et les moeurs des Turcs” M.Porter; ak. http: www. teteturc. com /prejuges /prejuges.htm
  13. Batı Düşünde Türk ve İslam İmgesi” Prof.O.B.Kula, Büke Yay., sf.37-42
  14. a.g.e. sf.63-76
  15. a.g.e. sf.76 ve 77
  16. Felsefenin Temel İlkesi” G.Politzer, Sol Yay., 3.Bas.1971, sf.39
  17. Batı Düşününde Türk ve İslam İmgesi” Prof. O.B.Kula, Büke Yay., sf.13
  18. a.g.e. sf.95, 107 ve 116
  19. a.g.e. sf.179
  20. a.g.e. sf.145 ve 149
  21. Batı Düşününde Türk ve İslam İmgesi” Prof. O.B.Kula, Büke Yay., sf.135
  22. Türkler” Stephane Yerasimos, Doruk Yay.-2002, sf.32
  23. Doğulular için Önsöz” Victor Hugo, Le Livre de Poche Yay., sf.6
  24. http : // www. tetedeturc . com /prejudes /prejudes.htm
  25. Büyük Larousse” Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2332
  26. Çağdaşımız Victor Hugo” Server Tanilli, Adam Yay., 2002, sf.76
  27. a.g.e. sf. 210 ve 211
  28. a.g.e. sf. 232, 233
  29. Büyük Larousse” Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2103

5 yorum:

  1. FACEBOOK da paylaşım için yazdığım ön yorum'dan sonra da, yorumsuz yaptığım denemeden sonra da bu sayfadan paylaşım yapamadım. Yazılarınızın herkes tarafından okunmasını ne iyi olurdu.Okuyan ve düşünen bir toplum olma adına çalışmalarınız için teşekkürlerimi iletmek istedim.

    YanıtlaSil
  2. Adsız değilim:)Canan Sandal

    YanıtlaSil
  3. Sayın hocam yine çok güzel 2 yazı. Örnek o kadar çok ki çıkacak yargı da hata olması pek mümkün değil.

    Erhan Afyoncu'nun kaynaklardan anlattığı bir olay var. Türk savaş gemisinde,Türklerin Avrupalılarla mücadelesini gören bir Avrupa'lı nın şaşkınlığından bahsediyor. Batı hayranlığı şeklinde bahsettiğiniz durumun çok daha beteri Türklerin üstünlük sağladığı 1200 yılda var olacak ki Türklerin normal insani davranışları şahsı şaşırtıyor. Türklere duydukları kompleks o denli büyümüş ki sadece bilgi dışı değil akıl dışı boyutlara (Türkler korkmayan, ölmeyen insan üstü varlıklar) varmış.

    Burada da sayısız örneğini verdiğiniz aşağılama, tarih içinde mücadele eden milletlerin birbirlerini yargılamalarının (genelde barbar demeleri) çok ötesinde. Neredeyse tamamı Batının Türklere üstünlük sağladığı son 400-500 seneye oturan bu kaleme dökülmüş yargılar, Batının bildiğimiz 1200 senelik aşağılık kompleksinin bir neticesinden başka bir şey olamaz diye düşünüyorum.

    Not : Bildiğimiz 1200 dedim. Çünkü Antik Yunan Kaynaklarında biliyorsunuz İskitler geçiyor. Yüzyıllar sonra Bizans paralı askerlik yaptırdıkları Türkleri (Peçenek)'de yine İskit diye anıyor. Ondan Yüzyıllar sonra Anadolu'ya gelen Timurileri'de İskit diye anıyor. Burada aslında 1200 seneyi'de çok aşan bir devamlılık gözüküyor.

    Saygılarımla

    YanıtlaSil
  4. Paylaşımınız için çok tşk ederiz Boru Üreticisi.

    YanıtlaSil