Batılılaşma
olarak tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı,
ülkemizde ikiyüz yıldır yaşanan bir konudur. Batının
gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı kıyaslayan
insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz
de öyle olsak”,
“onlar
gibi yaşasak”
gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce
düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa
Birliği’ne girerek “Avrupa’yla
bütünleşmek”
stratejik hedef oluyor. Oysa, Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye
bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu değildir. Olumluluk
bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara,
kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak
üzere insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor.
Değer verip yücelttiği Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler
için neler söyleyip yazdığından haberi yok. Kişilikli tutum ve
davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla
yayınlıyoruz.
Batı
Aydınlanmasında Türkler
Avrupa
kültüründe yerleşik öğe haline gelen Türk ve Müslüman
karşıtlığı, Aydınlanma
döneminden sonra yoğunlaşmış ve dizgeleşmiştir (sistemleşmiştir). Dizgeleşmenin
başlangıcı, doğal olarak Aydınlanma’nın
da başlangıcı olan 16.yüzyıldır. Aydınlanmacılar’a
göre, “uygarlıktan
yoksun”
Türkler, Avrupa kültürünün “baş
düşmanıdır”;
Avrupa’nın “en
güzel”
topraklarını “kanlı
yönetimleri”
altına almışlardır; buraların kurtarılması ve Türklerin “ait
oldukları yere sürülmesi”
gerekir.
Bu
tutum, sürekli yürütülen propagandalarla kaba bir politikaya
dönüştürülmüş; yazarlar, şairler, bilim adamları, aydınlar,
hümanistler, (insancı-insanı sevme ülküsüne inanan) diplomat ya
da politikacılar tarafından sürekli gündemde tutulmuştur.
16.yüzyılda dönemin önde gelen isimleri; diplomat François
Savary de Brêves
(Fransa’nın İstanbul elçisi) aydınlanmacı yazarların
kitaplarını basan yayıncı Henri
Estienne,
devlet adamı Baron
Maximilien de Sully,
Jacques
Esprinchard, Jean-Aimes de Chavigny,
yeni insancılığın kurucusu yazar François
Rabelais
(1494-1553), Don
Quijote’un
yazarı Saavedra
Cervantes
(1547-1616), ünlü William
Shakespeare
(1564-1616), Türk karşıtlığının 16.yüzyıldaki önde gelen
isimleriydi.1
Avrupalı
“Hümanistler”
Aeneas
Sylvius, Pope Puis II
ve Joannes
Bessarion
Batıda, 16.yüzyıl aydınlanmasının oluşumunda önemli yerleri
olan insancı
ilahiyatçı düşünürler olarak tanıtılır. Oysa bu
“düşünürlerin”
insancıllığı,
yalnızca Avrupalıları ve Hıristiyanları kapsayarak diğer
insanları, özellikle de Türkleri dışarda tutuyor; tutmakla da
kalmıyor kalıcı bir düşmanlığa dönüşüyordu. Bu üç
“düşünür”,
okullarda verdikleri serbest tartışma (münazara) derslerinde, Türk
karşıtlığı
ve Türklere
karşı savaş kışkırtıcılığını,
sürekli biçimde tartışma konusu olarak vermiş ve böylece ortaya
yeni
bir serbest tartışma türü çıkarmışlardı.2
Fransızların
büyük değer verdiği, Malherbe
ve Boileau’nun
19.yüzyılda “yeniden
keşfettiği”
Pierre
de Ronsard
(1524-1585), 16.yüzyıl Fransa’sında La
Brigade
adlı şiir akımını başlatan önemli bir şairdir. Şairin
görevinin, “halklara
ve krallara yol göstermek”
olduğunu söyleyen Ronsard
bu “yolu”,
benzerlerinde olduğu gibi, “yeni
bir Yunan miti
(düş gücüne göre biçim değiştiren düşünce y.n.) yaratmaya
çalışarak sürekli Türk
karşıtlığı
olarak göstermiştir”3
Bir
şiirinde şunları söyler: “Tüm
bilimlerin ve felsefenin anası, besleyicisi bu büyük şanlı
uygarlığın, böylesine barbar bir milletin
(Türklerin y.n.) eline
düşmesi ne kötü bir talihsizliktir!... Ah! Ne söyleyebilirim
ki!... Ah! Olayların sürekli değişimi!... Ah! Işık saçan, asil
yüce varlık şimdi karanlıklar içinde kör edilmiş!...”4
Türklere
Karşı Avrupa Birliği
Fransa
Kralı IV.Henry’nin
“Tüm
Yönetimden Sorumlu Bakan”
konumuyla krallığın maliyesini emanet ettiği ve 16.yüzyıl
Fransız siyasetine yön veren Maximilien
de Sully
(1559-1641), Büyük
Henri’nin Devletlerin Dürüst ve Akılcı Bir Politika için;
Ekonomi, Askeri ve İçişlerine Ait Tezleri
kitabı Türk karşıtlığının kuramı gibidir.
De
Sully
bu yapıtında; Avrupa ülkelerinin, kendi aralarında birliği
sağlamak için Hıristiyan uluslardan oluşan bir örgüt
kurulmasını istemiş, bu örgütün oluşum koşullarını
belirleyen, bir de taslak metin yayınlamıştı.
Çok
sayıda konu başlığı altında toplanan bu metin, Avrupa
krallıklarının; ekonomik, siyasal, hukuksal, dinsel ve askeri
alanlarda birleşmeleri gerektiğini ileri sürüyor ve bu
birleşmenin biçimi üzerinde somut önermelerde bulunuyordu.
Günümüzdeki Avrupa Birliği oluşumuna benzeyen ve ortak bir
siyasi otoriteyi öngören bu önermenin en dikkat çekici yanı,
“Türklere
karşı kullanmak üzere”
kurulması istenen “Askeri
Birlik”
tir.
De
Sully
kitabında şunları yazmaktadır: “...
Dördüncü paragrafa gelince, bu Türkler’e karşı sürekli ve
güçlü bir biçimde savaşmamıza olanak verecek, ortak bir askeri
örgütün kurulmasıdır... Bu örgüt, Avrupa’nın Hıristiyan
güçleri arasında akla ve dürüstlüğe dayalı bir bütünlük
sağlayacak ve (kendi
aramızda y.n.)
ortaya çıkacak anlaşmazlıkları, ayrımlılıkları ve kavgaları
ortadan kaldıracaktır. Bu sonuçla inançsızlara (Türklere
y.n.)
karşı sürekli savaşabilecek ve Hıristiyanlık yalnızca dışa
karşı korunmakla kalmayacak, daha geniş alanlara yayılacaktır.”5
Alman
“Din Adamı”; Martin Luther
Alman
papaz Martin
Luther
(1483-1576), Türk karşıtlığını düşünce ve eyleminin
temeline yerleştirerek dizgeleştiren Batılıların öncülerinden
biridir. Ortaçağ düşüncesine karşı çıkarak dinde reform
hareketini başlatan kişi diye tanıtılmıştır. Ancak
Hıristiyanlık dinini feodal egemenliğin bir aracı olmaktan
çıkararak kentsoyluluğun egemenlik aracı haline getirmeye
çalışmıştır.
Bu
Alman ilahiyatçısının, Türklere yönelik yargıları şöyledir:
“Türkler,
Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan Şeytan’ın
uşağıdır. Onları yenmek için önce efendisi Şeytan’ı yenmek
ve Türkleri tek başına bırakmak gerekir. Türk’ün tanrısı
olan Şeytan’ı yenmeden Türk’ü yenmek, kolay olmayacaktır.
Şeytan ise bir ruhtur; topla, tüfekle, at ve insanla yenilmez...
Tanrı işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan
Türkleri, Almanların başına bela etmiştir. Bir Türkü öldüren
vicdan azabı duymamalı, tersine Hıristiyanlığın düşmanını
yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır... Türkler, Avrupa’nın
ebedi düşmanıdır. Şimdi onları düşünüyor ve diyorum ki;
eğer Samson (Tevrat’a
göre, bir eşek çene kemiği ile tek başına binden fazla
Filistinliyi öldüren doğaüstü güce sahip Yahudi kahraman y.n.)
gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur hergün bir Türk
öldürürdüm...”6
Michael
J.Heath
Araştırmacı
Michael
J.Heath
Crusading
Commonplaces
adlı yapıtında, Türk karşıtı söylemleri bir araya topladı.
Fransız beysoylulardan François
de la Noue’nun,
1587 yılında Basel’de
yayınlanan Politik
ve Askeri Konular Üzerine Görüşler
(Discours Politiques et Militaries) adlı kitabında; dikkat çekici
yargılarda bulunuluyor ve Avrupalı
yöneticilere
yapılması gerekenler konusunda öneriler sunuluyordu.
Kitap,
Avrupa’daki Türk varlığının “yarattığı
tehlikeleri”
ele alan ve Türklere karşı yeniden bir Haçlı ordusu kurulmasını
isteyen bir bildiri gibidir. Önde gelen politikacılar, beysoylular
ve aydınlanmacı düşünürler arasında büyük bir ilgiyle
karşılanmıştır.
Kitapta,
her zaman yapıldığı gibi konu, “Yunan
uygarlığının ve bu uygarlığın torunlarının Türk zulmünden
kurtarılması”
teması işleniyordu. Bu tema, Türk karşıtlığının ajitasyonu
(abartılmış, duygusal ve tutarsız propaganda) olarak
kullanılıyor, şunlar söyleniyordu: “Bir
daha eşi benzeri olmayacak şu yaşadığımız dünyanın gözbebeği olan büyük Yunanistan!... Tüm varlığı bu sert, barbar
ve acımasız boyunduruğa (Türk
egemenliğine y.n.)
köle edilmiş ülke… Boğazını sıkan boyunduruktan kurtulmak
için tüm Hıristiyan dünyasının yardım kollarını
bekliyor...”7
Hümanizmin
Sözcüsü “Voltaire”
“Aydınlanma
felsefesinin ve yeni insancılığın sözcüsü”
olarak tanıtılan François
Voltaire
(1694-1778), Avrupa’da yaygın olan Türk karşıtlığının
bilgisizliğe dayanan abartılar içerdiğini ileri sürer ancak bunu
yaparken karalamayı aşan daha “bilinçli”
karşıtlıklar ortaya çıkarır. Fatih’in
Ölümünden Sonra Yunanistan
adlı yazısında; “Fatih’in
(II.Mehmet) ölümüyle İtalya bir nefes almışsa da, Türklerin
elinde İtalya’dan daha büyük ve daha güzel bir ülke kalmıştır;
Yunanistan... Mittiyadis’lerin, Sofokles’lerin, Platon’ların
yurdu kısa sürede kendine yabancılaştı; Yunan dili bozuldu;
güzel sanatlardan eser kalmadı... İstanbul, Kalkedonya (Kadıköy)
bir zamanlar Atina’ya bağlıydı. Şimdi o güzel ülkelere
Tatarların torunları hâkimdir; oralarda artık Yunanistan’ın
adı bile kalmamıştır. Ancak, Türkler bütün dünyayı da
alsalar, o küçücük Atina yine de gönlümüzde yaşayacaktır”
der.
Aynı
yazıda, Türklerin “yağmacı
ve cahil”
olduğunu, “güzel
sanatları ve tarımı bilmediklerini”, “kadınlara kötü
davrandıklarını”
söyleyerek, Avrupa’daki Türk karşıtlarına şu öğüdü verir:
“Türkler
dünyanın en güzel, en büyük topraklarına hakimdirler. Küfür
savurmak yerine o yerleri geri almaya çalışmak daha yararlı olmaz
mı?”8
Voltaire,
1771 yılında Talmont
Prensi ile Prusya Kralı II.Frederik’e
yazdığı iki mektupla, yine Yunanistan’a sahip çıkar ve
Türklere karşı duyduğu “nefreti”
dile getirir. Talmont
Prensine yazdığı mektupta, “Yunanistan’ı
tümüyle yakıp, yıkmış, yoksullaştırmış ve sersemletmiş
insanlara (Türklere
y.n.)
her zaman diş bileyeceğim. Benden, Homeros’un, Sophocles’ın,
Demosthenos’un vatanını yıkanları sevmemi isteyemezsiniz. Sizin
de yüreğinizin derinliklerinde benim gibi düşündüğünüze
inanarak size saygı duyuyorum”9
der.
Prusya
Kralına yazdığı mektupta ise, “Yunanistan’a
zulmeden Türklerden her zaman nefret edeceğim. Ne barbar şeyler!
Onlara altmış yıldır Cenevre saatleri satıyoruz, ancak hala
bunlarla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Saatleri nasıl
kuracaklarını bile bilmiyorlar”10
diye
yazar.
Rus
Çariçesi II.Katerina’ya
1773’de yazdığı mektup, Türkiye’de bile “aydınlanmanın
ve insancılığın sözcüsü”
olarak tanıtılan Voltaire’in
nasıl bir “aydınlanmacı”
ve “insancı”
olduğunu gösterir. Voltaire,
o sırada Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmakta olan Çariçeye
şunları yazar: “Umarım
bundan sonra bombalarınız Türklerin kafalarını patlatır/ezer
(crever:
gebertmek, oymak, patlamak, ezmek y.n.).
Umarım Prens Orlof yalnızca buzun üstüne değil, İstanbul’da
Atmeydanı’na da zafer takları inşa eder ve böylece
Yunanistan’da Milttade’lar, Pheidias’lar (antik
çağ yontucuları (heykeltıraşları) y.n.)
yeniden var olur...”11
“Ansiklopedist
“Diderot”
Batı
aydınlanmasının temel yapıtlarından biri sayılan Ansiklopedi’yi
(Encyclopédie)
hazırlayan Voltaire’in
çağcılı Fransız düşünür ve yazarı Denis
Diderot
(1713-1784), Türk karşıtlığında benzerlerinin gerisinde kalmaz.
Yalnızca bilime, özgür düşünceye ve gerçeğe önem verdiğini
söyler, ancak konu Türkiye ve Türkler olduğunda, gerçek dışı
savlar ileri sürmekten çekinmez.
Türkler’in
Gelenekleri, Hükümetleri, Kanunları ve Dinleri Üzerine Gözlemler
adlı yazısında, Osmanlı İmparatorluğu için şunları söyler:
“Oralarda
yaşamaya gitmeyelim arkadaşım!... Ey kötülükler ülkesi!...
Orada tüm yaratıkları yiyip yutan, yırtıcı bir hayvan var. (Bu
hayvan y.n.)
İlerliyor ve yanına yaklaşanları, yakınında olanları
parçalıyor. Orası herşeyin yenilip yutulduğu bir ülkedir.”12
Matematikçi
Filozof; Kant
Alman
aydınlanmasının temelini atan matematikçi, filozof Immanuel
Kant
(1724-1804) Antropoloji
Üzerine Yazılar, Tarih Felsefesi, Siyaset ve Eğitim Bilimi adlı
yapıtında Avrupalılarla Türkleri, toplumsal gelenek ve ulusal
kimlik açısından kıyaslar ve bilim dışı görüşler ileri
sürer.
Kant’a
göre, Almanlar, “din
ve dil birliğini öne çıkaran, çabuk örgütlenen, çalışkan,
temiz ve tutumlu”; Fransızlar,
“konuşkan,
yabancılara karşı nazik, sevimli, yaşam sevinci ve özgürlük
istenci yüksek”;
İngilizler, “becerikli,
inatçı ve saygınlığa düşkün”
insanlardır. Türkler ise; “doğal
gelişim için gerekli olan niteliklerden yoksun, ulus karakteri
edinebilme yeteneğine sahip olmayan ve bundan sonra da olamayacak
olan, Araplar ve İranlılar gibi çirkin” insanlardır.13
Johann
Gottfriend Herder
Alman
kültüründe “iz
bırakanlar”’dan
bir başka düşünür Johann
Gottfriend Herder
(1774-1803) “en
hoyrat despotizmin egemen olduğu yer”
olarak tanımladığı Doğu toplumlarıyla yoğun olarak ilgilenir
ve kendine özgü sonuçlar çıkarır. Herder’e
göre, “Doğu,
hiçbir Batılının tümüyle anlayamıyacağı kadar korkunç
etkiler yaratan, sanatı, bilimi ve insanlığı yakıp yıkan
kavimlerden oluşur. Hunlar, Cengiz Han komutasında gelerek
Avrupa’yı kılıç ve ateşle yakmıştır. Hunlar, Peçenekler ve
Türklerin öncülü olan Moğollar ise Asyalı vahşi kurtlar ve
dünyanın yıkıcılarıdır.”14
Herder,
“İnsanlık
Tarihinin Felsefesine İlişkin Görüşler”
(Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit) adlı yapıtında
ise Türkler için şu görüşleri ileri sürer: “Türkistanlı
olan Türkler, 300 yıldan çok Avrupa’da bulunmalarına karşın,
hala Avrupa’ya yabancıdırlar. Doğu Roma İmparatorluğu’na son
vererek, bilmeden ve istemeden sanatları Batıya Avrupa’ya
sürdüler; yaptıkları saldırılarla Avrupalı devletleri denetim
altına aldılar. Avrupa’nın en güzel ülkelerini çölleştirdiler,
bu cahiller binlerce sanat yapıtını yok ettiler. İçinde yaşayan
Avrupalılar için büyük bir zindan olan Türk İmparatorluğu,
zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hala Asyalı
barbarlar olan bu yabancıların Avrupa’da ne işi var.”15
Diyalektik
Düşüncenin Babası; Hegel
Wilhelm
Friedrich Hegel
(1770-1831) bilimsel gelişime temel oluşturan diyalektik düşünce
yöntemini felsefi kuram haline getiren bir öke
(dâhi)
ve Avrupa aydınlanmasında “en
az Fransız devrimi kadar etkili”16
olan bir bilge olarak değerlendirilir.
Bu
düşünür de aynı Kant
ve
Herder
gibi, çeşitli yapıtlarında Doğu ve Türkler için olumsuz
yargılarda bulunmuştur. Bu düşünürün algılamasına göre,
Türklerin gücü fetihlere dayanır. Kaba saba olan Türkler
“buluntu
bir akla sahiptir”.
Bir başka deyişle kendi akılları olmadığı için, “Türkler
başkalarının aklına muhtaçtır”.
Kendileri özgür istek ve bilinçleriyle özgün bir akıl
geliştirecek durumda olmadıkları için, dinsel alanda da akılcıl
soyutlamaya gidemezler, bu nedenle “İslam
bağnazlığının (fanatizminin) ilkesi terördür.”17
Hegel
“Tarih
Felsefesi”
(Philosophie der Geschichte) adlı yapıtında Avrupa sömürgeciliğini
açıktan savunur ve yalnızca Türklerin sahip oldukları
toprakların değil, dünyanın tümünün “Avrupalıları
ilgilendirdiğini”
söyler; Türklerden “korkunç
güç”
olarak söz eder.
Hegel
bu yapıtında şu değerlendirmeleri yapar: “Dünya
tarihinin gidişi, Doğudan Batıya doğrudur, çünkü Avrupa
kesinlikle dünya tarihinin sonudur... Dünyanın tümü Avrupalıyı
ilgilendirir; Avrupalı dünyayı tanımak, bilmek ister; karşısında
bulunan yerleri edinmek ister; kendisine dünya egemenliğini
sağlayacak olan bir güç ile dış dünyayı kendi amaçlarına
bağımlı kılar. (Bu
nedenle y.n.)
Avrupa devletlerinin dışa dönük ortak çıkarları, Türklere
karşı olmaya dayanır. Türkler, Doğudan ve İslam’dan
kaynaklanan ‘korkunç gücü’, Avrupa’ya taşıyan bir
tehlikedir..”18
Karl
Marks ve Friedrich Engels
Karl
Marks
(1818-1883) ve Friedrich
Engels’in
(1820-1895), Batı aydınlanması içinde ayrı bir yerleri vardır.
Bu düşünürler, inceleme ve araştırmalarında, kendilerinden
önceki düşünürlerden farklı olarak, kentsoylu egemenliğine
dayanan kurulu düzeni değil, bu düzenin “yıkılmasını”
savunmuşlardır. İşçi sınıfı üzerindeki sömürüye karşı
çıkarken eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi tanımları
çağdaşlarından değişik yorumlamışlar ve kuramlarını bu
yorum üzerine oturtmuşlardır.
Ancak,
aydınlanma ve Batı uygarlığı konusundaki bakış açıları,
öteki aydınlanmacılardan farklı olamıyordu. Konuya onlar gibi
bakıyor ve “Avrupa
merkezci”
bakış açısının sınırları dışına çıkamıyorlardı.
Kuramlarının, Avrupa’daki bilimsel birikimin bir sonucu olduğunu
söylüyorlar ve uygarlığın Avrupa’yla özdeşleştiğini
söylüyorlardı. Söylemlerine bağlı olarak; felsefe, tarih ve
ekonomi alanlarında yoğunlaştırdıkları araştırmalarını üst
düzeye çıkarmışlar ancak bu araştırmayı Batı toplumlarının
incelenmesiyle sınırlayarak başka uygarlıkları yeterince
incelememişlerdi.
Karl
Marks,
Türk kimliği konusunda dile getirdiği görüşleri, öteki
aydınlanmacılardan ayrımlı bir yaklaşım içinde değildir. 1853
yılında kaleme aldığı Rus
Sorunu
adlı yazısında; “Doğu
barbarlığının temsilcisi”
olan Türklerin, “Batı
uygarlığıyla”,
kendilerine başkent yaptıkları İstanbul’da karşılaştığını,
bu nedenle “Batı
uygarlığıyla Doğu barbarlığının İstanbul’da birbirine
karıştığını”
ileri sürer.
Ona
göre, Bizans İmparatorluğu “Batı
uygarlığını”,
Türk İmparatorluğu ise “Doğu
barbarlığını”
temsil eder; Türkiye’nin Batı için taşıdığı jeo-stratejik
önemi çoktur; Türkiye üzerinde etkili olamayan dünya ticaretinde
söz sahibi olamaz. Marks
aynı yazıda şunları söyler: “İstanbul
Doğu ile Batı arasında altın bir köprüdür. Batı uygarlığı
aynı güneş gibi, bu köprüden geçmeden, dünya çevresinde
dönemez. Dünya çevresinde dönemediği gibi Rusya ile
savaşmaksızın (Marks
o dönemde, gericiliğin kalesi olarak gördüğü Rusya’yı,
Batıda ortaya çıkacak devrim önündeki engel olarak görmektedir
y.n.),
bu köprüyü geçemez. Sultan,
İstanbul’u yalnızca devrim için
(sosyalist
devrim y.n.)
emaneten
elinde tutmaktadır...
Avrupa’nın şimdiki sözde yetkilileri, devrimle göz göze
gelinceye değin bu sorunu sürümcemede bırakmaktan başka bir şey
yapamazlar. Batının
Roması’nı
(kapitalizmi
y.n.)
yıkacak
olan devrim, Doğunun Roması’nın da
(Türk
egemenliği y.n.)
şeytani
etkisinin üstesinden gelecektir.”18
Engels’in
Yargısı
Friedrich
Engels’in
Türk kimliği ile ilgili görüşleri, Karl
Marks’ın
görüşlerinin hemen aynısıdır ve kimi zaman daha da sertleşerek
Herder’in
yargılarıyla örtüşür duruma gelmektedir. Avrupa’daki Türk
varlığı için “ayaktakımının
egemenliği”
tanımını kullanan Engels,
“Bu
varlığın er ya da geç son bulacağını ve Avrupa’nın en güzel
topraklarının bu ayaktakımının egemenliğinden kurtulacağını”
söyler.
1853
yılında yazdığı Türk
Sorunu
(Die Türkische Frage) adlı yazısında, Türk ve Arnavutları,
“uzun
süreden beri her türlü ilerlemeye sert biçimde karşı koyan
Yunan karşıtı barbarlar”
olarak tanımlar ve şunları söyler: “Avrupa
Türkiyesi’nde Yunan ve Slav kentsoyluluğunun etki ve varsıllığı
sürekli artmakta, Türkler ise her geçen gün biraz daha gerilere
itilmektedir. Eğer Türkler, devlet ve asker gücü tekelini
ellerinde tutmasalar, kısa sürede yok olup giderlerdi. Türklerin
sahip oldukları bu tekel ve uygarlık önünde engel oluşturan
güçleri, artık güçsüzlüğe dönüşecektir. Gerçek şu ki,
Türkler ortadan kaldırılmalıdır...”20
Engels,
Avrupa sermayesinin küresel dolaşımına ilerici bir özgörev
(misyon) yükleyerek Çin’le Hindistan gibi çok uzun dönemler
Avrupa’dan daha ileri uygarlıklar kurmuş olan toplumları,
“binlerce
yıl hiçbir ilerleme göstermemiş”
ülkeler olarak değerlendirir. Aynı değerlendirmeyi; Türk toplumu
ve onun Anadolu’daki egemenliği için de yapar.
12
Nisan 1853 tarihli New-York
Daily Tribune
gazetesindeki yazısında güvencenin ticaret kentsoyluluğu için en
önemli duyarlılık olduğunu, Karadeniz’in ve Trabzon limanının
İç-Asya’ya yönelen Batı ticareti için önem kazandığını,
bu nedenle güven veren bir ticaret yolunun sağlanması için
Çanakkale ve İstanbul boğazlarının yaşamsal önemde olduğunu
ileri sürer ve şu saptamayı yapar: “Yalnızca
daha geniş bir ticaret değil, Avrupa ve İç Asya arasındaki
ilişki ve buna bağlı olarak bu geniş bölgeyi yeniden uygarlığa
açma olanağı da (Çanakkale
ve İstanbul Boğazlarını denetim altına alma y.n.),
Karadeniz’in bu kapıları üzerinden engelsiz ticaret yapma
özgürlüğüne bağlıdır.”21
Politikacılar,
Sanatçılar, Bilim Adamları
Türk
ve Türkiye karşıtlığı, aydınlanma düşünürlerinden ayrı
olarak, aynı dönemlerde yaşayan politikacılar ve her çeşitten
sanatçılar arasında da yaygındır. Şairler, yazarlar, ressam ve
müzisyenler, ya da başka sanat dallarında önemli ürünler veren
sanatçılar, yapıtlarında bu konuya yer verdiler. Türk
karşıtlığında karalayıcı ve suçlayıcı savlar o denli yaygın
ve ölçüsüz duruma geldi ki, Voltaire
gibi kimi Türk karşıtları bile, bu tutuma karşı çıkıp
konunun gereğinden çok abartıldığını söylemek zorunda kaldı.
Örneğin,
akışkanlar mekaniğinde kendi adını taşıyan Pascal
Yasası’nı
bulan ve teknik işlerle uğraşan Fransız fizikçi Blaise
Pascal
(1623-1662) bile, Türklerle ilgili hiçbir somut bilgisi olmamasına
karşın; “Atalarından
aldığı gelenekleri uygulayan bu kadar çok, inançsız kafir
Türk’le karşılaşmak ne kadar elem verici”
diye yazılar yazdı.22
Yunanistan
Hamiliği
Karşıtlık
özellikle 19.yüzyılda, her alanda ve her zaman, önce Yunan
hayranlığıyla başlatılıyor, oradan siyasi alana taşınıyordu.
Avrupa’da yerleşik bir politika haline getirilen bu yöntem, 1821
Yunan bağımsızlığının sağlanmasında, uygulamaya yönelik bir
propaganda aracı olarak başarıyla kullanıldı.
Türk-Yunan
çatışmasında, uygulanan politika, bugün de sürdürülen ve
geçmişte “Haçlı
Seferleri”nde
kullanılan anlayışla aynı ideolojik temele sahipti. Türklerin
elindeki toprakları ele geçirmek için, “Doğudaki
Müslüman Türk egemenliğine”
karşı koymakla Yunanistan’ın “kurtarılması”
aynı anlama getiriliyor ve bu propaganda, aynı eğitimi almış
aydınlar arasında çok etkili oluyordu.
Victor
Hugo,
“En
Grêce, ô mes amis! Venqeance! Liberte!”
(Yunanistan’a
arkadaşlar! Öcalma! Özgürlük)
diye şiirler yazıyor, İngiliz şairler Thomas
Moore, Laila Rookh
benzer şeyler söylüyor, gezginci ozan Corsaize
du Hiaour
ve Chalde
Harold
köy köy dolaşıp “tutsak”
Yunanistan’a ağıtlar yakıyordu.23
Fransız
Ressam Delacroix,
“Mora’da
Yunanlılar’ı öldüren Türkler’in vahşi uygulamalarını”
işleyen tablolar yapıyordu; Delacroix’nın,
Yunanlı Chio’nun
öldürülmesi tablosu o dönemde çok ünlenmişti. Oysa, Mora’da,
hiçbir somut neden yokken Batı kışkırtmasıyla ayaklanan
Yunanlılar, sıradışı bir vahşet uygulamışlar ve binlerce
Türkü katletmişlerdi.24
“Liberal
Gençliğin İlahı” François René Chateaubriand
François
René Chateaubriand
(1768-1848), Türk karşıtlığını yapıtlarında yaygın olarak
işleyen yazarlardan biridir. 19.yüzyıldaki “Liberal
gençliğin ilahı”, “Yeni Fransa’nın düşünen sınıfının
gücünü kavrayıp açıklayan ilk yazar”
ve “Büyük
üstat”
kabul edilen Chateaubriand,
“Türk
despotluğunun gerçek boyutunu görmek”
ve saptamalarını anılarında yazmak için, Yunanistan ve Kutsal
topraklara (Kudüs) gitmiştir. “Düzyazı
türünde yazılmış çağdaş bir destan”25
olarak tanıtılan ünlü Les
Martyrs’i,
bu “gezinin”
sonucunda kaleme almış ve bu yapıt, Chateaubriand’ı
hocası olarak kabul eden Victor
Hugo’yu
derinden etkilenmiştir.
“Evrenselliğin
Dahi Yazarı”; Victor
Hugo
1876
yılında Fransa’da kurulan Helen
Dostları Derneği’nin
kurucularından olan Victor
Hugo
(1802-1885), Yunanistan’a yaşamı boyunca hiç gitmedi ancak orada
yaşadığı izlenimi veren şiirler yazdı. Şiirlerinde işlediği
Türk karşıtlığı, “hocası”
Chateubriand’ı
da aşıyor ve daha sert yargılar içeriyordu.
Davranışını
ölene dek sürdüren Hugo,
Navarin
adını verdiği uzun şiirinde, Osmanlı donanmasının 1827 yılında
Mora’nın Navarin limanında İngiliz, Fransız ve Rus
donanmalarının ortak girişimiyle yok edilmesinden duyduğu
mutluluğu dile getirir ve
“Artık Yunanistan kurtuldu, Byron mezarında Navarin’i
alkışladı”
der. Türk
Marşı
adlı şiirinde, Türklerin askeri gücünün acımasızlığından
söz ederek Türkleri “korkunç”
ve “vahşi”
insanlar olarak gösterir; “Çocuk”
adlı şiirine “Türkler
oradan geçtiler”
dizesiyle başlar ve “Türkler
oradan geçtiler/Herşey yıkılmış ve yas içinde”
dizesiyle bitirir.26
Hugo’nun
Barışçılığı
Victor
Hugo,
yalnızca 19.yüzyılda ve yalnızca Avrupa’da değil, günümüzde
de ve ilginçtir ki Türkiye’de de; “Barışın,
özgürlüğün ve kardeşliğin yılmaz savaşçısı”
ve “ezilen
halkların dostu”, “evrenselliğin dahi yazarı”
olarak tanıtılmaktadır. Yakıştırılan bu nitelikler, konu
Türklere karşı ayaklanan Yunanlılar, Sırplar ya da diğer
Avrupalılar olduğunda geçerlidir.
Hugo,
Türklere ve diğer dünya halklarına karşı Avrupalıların,
Avrupalılara karşı da Fransızların haklarını savunmaktan asla
ödün vermemiştir. Avrupa’yla sınırlı olan “evrenselliği”,
Fransa’nın çıkarları gündeme geldiğinde hemen koyu bir
milliyetçiliğe dönüşür.
1871
yılında ortaya çıkan Fransız-Alman savaşında çatışmanın,
düşünü kurduğu ve sürekli savunduğu Avrupa
Birleşik Devletleri
ülküsü adına durdurulmasını ister. Ancak, Almanlar Paris
kapılarına dayandığında “barışsever”
Hugo,
herşeyi göze alan, su katılmamış ve savaşkan bir bağnaz
durumuna gelir ve şu çağrıyı yayınlar: “Fransızlar
bütün halklara ve bütün insanlığa karşı Paris’i korumakla
yükümlüdür; bu görev Paris için değil dünya içindir. Bütün
komünler ayaklansın; bütün köyler ateşe verilsin; bütün
ormanlar yangın var, yangın var çığlıklarıyla çınlasın; her
evden bir asker çıksın; varoşlar; alay ve kentler ordu haline
gelsin. Gece gündüz demeyip savaşalım, dağlarda ve ovalarda
savaşalım. Ayağa kalkınız, kalkınız ayağa. Ateşkes yok,
dinlenme yok, uyku yok...”27
Victor
Hugo’nun
yaşadığı dönem, Fransız sömürgeciliğinin dünyaya yayılıp
yerleştiği bir dönemdir. 1827’den başlayarak 1870 yılına dek,
Fransa Cezayir’e yerleşmesini tamamlamıştır. 1881’de Tunus
ele geçirilmiş, 1883’te Fransız birlikleri Hindi-Çini’de
Annam’ı (Orta Vietnam) ele geçirmiş ve Tankin’i (Kuzey
Vietnam) elde etmek için Çin’le savaşa tutuşmuştur.
Hugo,
bu gelişmelerle “ilgilenmez”
ve yapıtlarında bu konulara eğilmez. Ancak 1876 yılında Osmanlı
yönetimine karşı başlayan Sırp ayaklanmasında, büyük bir
istek ve coşkuyla Sırpların yanında yer alır; “Türklerin
uyguladığı baskı ve şiddete”
karşı çıkar ve tam bir “özgürlük
savaşçısı”
olur. 1876 Ağustos’unda şunları yazar: “Bu
kahraman küçük ulusun (Sırpların
y.n.)
çırpınışı ne zaman sona erecek? Sırbistan’da olanlar (Türk
zulmü y.n.),
Avrupa Birleşik Devletlerinin gerekliliğini gösteriyor. Katil
İmparatorluktan (Osmanlı
İmparatorluğu y.n.) yakamızı
sıyıralım. Bağnazlığı ve despotizmi susturalım! Elde kılıç
dolaşan boş inançların ve dogmaların silahlarını kıralım
(Türklerin
y.n.).
Savaşlar, kıyımlar, boğazlaşmalar olmasın; özgür düşünce,
serbest ticaret, kardeşlik olsun; barış bu kadar zor mu?”28
İngiliz
Şair; George Gordon Byron
Victor
Hugo’nun
“mezarından
Navarin’i alkışladığını”
söylediği ve Batıda “açıklık,
neşe, hoşgörü ve özgürlüğün ozanı”
olarak tanımlanan29
İngiliz
şair George
Gordon Byron
(1788-1824), Türk karşıtlığını neredeyse bir yaşam biçimi
durumuna getirmişti. Karşıtlığını yalnızca yapıtlarına
değil, sahip olduğu büyük serveti kullanarak eylemlerine de
yansıtıyordu.
Türk
düşmanlığında o denli kararlı ve hırslıydı ki, dengesiz
yaşamını bu uğurda harcamıştı. Türklere karşı savaşan Rum
çeteleri arasındaki ayrılıkları gidermek ve onları tek bir çatı
altında toplamak için Yunanistan’a gelmiş ve 1824 yılında
burada ölmüştü. Byron’dan
ayrı olarak Amerikalı yazar Edgar
Allan Poe’da
(1809-1849) aynı duygularla, Türk-Yunan savaşına gönüllü
olarak katılmış, ancak o ölmeden ülkesine dönmüştü.
DİPNOTLAR
- “Crusading Commonplaces : La Nove Lucinge and Rhetoric Against the Turks” Michael J.Heath, Genevre, Droz, sf. 9
- a.g.e. sf.10-11
- a.g.e. sf.31
- a.g.e. sf.31
- “Memoire des sages et royales econnomies d’Estat domestiques, politiques et militaries de Henri Le Grand Maximilien de Sully, Nouvelle Coollection Memoires pour Servir a L’histoire de France”, 1837, Böl. C
- “Alman Kültüründe Türk İmgesi” Prof. Onur Bilge Kula, Gündoğan Yay., 992 ak, Deniz Som Cumhuriyet 15.12.2002
- “Crusading Commonplaces: La Nave Lucinge and Rhetoric Against the Turks” Michale J. Heath, Genevre, Droz, Sf. 31
- “Türkler Müslümanlar ve Ötekiler” Voltaire, derleyen Osman Yenseni, İş.Bank Yay., 2.Baskı, sf.87-93
- “La Turquie Dans Les Romans” et les Contes de Voltaire, Dr. Cemil Göker, Ankara Üniversitesi Yay.1971, sf.33
- a.g.e. sf.33
- “Lettres Choisies de Voltaire” Librainie Garnier Freres–Paris-VII., sf.150
- “Sur les observations sur la religion, les lois, le gouvernemet et les moeurs des Turcs” M.Porter; ak. http: www. teteturc. com /prejuges /prejuges.htm
- “Batı Düşünde Türk ve İslam İmgesi” Prof.O.B.Kula, Büke Yay., sf.37-42
- a.g.e. sf.63-76
- a.g.e. sf.76 ve 77
- “Felsefenin Temel İlkesi” G.Politzer, Sol Yay., 3.Bas.1971, sf.39
- “Batı Düşününde Türk ve İslam İmgesi” Prof. O.B.Kula, Büke Yay., sf.13
- a.g.e. sf.95, 107 ve 116
- a.g.e. sf.179
- a.g.e. sf.145 ve 149
- “Batı Düşününde Türk ve İslam İmgesi” Prof. O.B.Kula, Büke Yay., sf.135
- “Türkler” Stephane Yerasimos, Doruk Yay.-2002, sf.32
- “Doğulular için Önsöz” Victor Hugo, Le Livre de Poche Yay., sf.6
- http : // www. tetedeturc . com /prejudes /prejudes.htm
- “Büyük Larousse” Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2332
- “Çağdaşımız Victor Hugo” Server Tanilli, Adam Yay., 2002, sf.76
- a.g.e. sf. 210 ve 211
- a.g.e. sf. 232, 233
- “Büyük Larousse” Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2103
FACEBOOK da paylaşım için yazdığım ön yorum'dan sonra da, yorumsuz yaptığım denemeden sonra da bu sayfadan paylaşım yapamadım. Yazılarınızın herkes tarafından okunmasını ne iyi olurdu.Okuyan ve düşünen bir toplum olma adına çalışmalarınız için teşekkürlerimi iletmek istedim.
YanıtlaSilAdsız değilim:)Canan Sandal
YanıtlaSilTeşekkürler Sevgili Canan
YanıtlaSilSayın hocam yine çok güzel 2 yazı. Örnek o kadar çok ki çıkacak yargı da hata olması pek mümkün değil.
YanıtlaSilErhan Afyoncu'nun kaynaklardan anlattığı bir olay var. Türk savaş gemisinde,Türklerin Avrupalılarla mücadelesini gören bir Avrupa'lı nın şaşkınlığından bahsediyor. Batı hayranlığı şeklinde bahsettiğiniz durumun çok daha beteri Türklerin üstünlük sağladığı 1200 yılda var olacak ki Türklerin normal insani davranışları şahsı şaşırtıyor. Türklere duydukları kompleks o denli büyümüş ki sadece bilgi dışı değil akıl dışı boyutlara (Türkler korkmayan, ölmeyen insan üstü varlıklar) varmış.
Burada da sayısız örneğini verdiğiniz aşağılama, tarih içinde mücadele eden milletlerin birbirlerini yargılamalarının (genelde barbar demeleri) çok ötesinde. Neredeyse tamamı Batının Türklere üstünlük sağladığı son 400-500 seneye oturan bu kaleme dökülmüş yargılar, Batının bildiğimiz 1200 senelik aşağılık kompleksinin bir neticesinden başka bir şey olamaz diye düşünüyorum.
Not : Bildiğimiz 1200 dedim. Çünkü Antik Yunan Kaynaklarında biliyorsunuz İskitler geçiyor. Yüzyıllar sonra Bizans paralı askerlik yaptırdıkları Türkleri (Peçenek)'de yine İskit diye anıyor. Ondan Yüzyıllar sonra Anadolu'ya gelen Timurileri'de İskit diye anıyor. Burada aslında 1200 seneyi'de çok aşan bir devamlılık gözüküyor.
Saygılarımla
Paylaşımınız için çok tşk ederiz Boru Üreticisi.
YanıtlaSil