9.yüzyıldan
başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı
Asya,
İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki
İspanya’da, sıradışı uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma
yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde,
Antik
Çağ
yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik
Çağ’ı
değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme
yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar,
kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri
merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o
denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın
nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü
özellikle Avrupa, Orta
Çağ
karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın
sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek
için yapmayacağı şey olmayan”
insanlarla dolup taşıyordu.
Doğru
Tanım
Doğu
aydınlanmasının öncülüğünü yapan düşünürlerin büyük
çoğunluğu Müslümandı. Bu nedenle, bilim ve bilgelik alanındaki
bu olağanüstü gelişmeye, İslam
aydınlanması
denildi. Ancak, 9.yüzyıl aydınlanmasının öncülüğünü
yapanlar içinde hemen her dinden insan vardı. Müslümanlardan
başka, bölgede yaşayan; Budist,
Yahudi,
Maniheist,
Şaman
ve Hıristiyan
bilim adamları, bu uygarlık içinde, sayıları az da olsa yer
almıştı. Bu nedenle dinsel tanımlama, olayı tam olarak
anlatmıyordu.
Etnik
yükümlenme de olanaklı değildi. Aydınlanma o denli geniş ve
kapsamlıydı ki, olay etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar,
Türkler,
Acemler,
Suryaniler,
Nestroyanlar
ve başka etnik kökenden düşünürler, bu devinimin (hareketin)
içinde yer almış, katkı koymuştu. Batı ya da Arap tarihçilerin,
bugün kullanmakta oldukları Arap
bilimi
tanımlaması; gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır, bu uygarlığı
yaratan başka unsurları sok saymaktadır.
Dönemin
bilim yapıtlarının büyük bölümü Arapça yazıldığı için,
bu uyanışa; kimi tarihçi Arap bilimi ya da Arapça’daki
bilim
tanımını kullandı. Ancak, bu bilim
içinde, Farsça ve Türkçe başta olmak üzere, başka dillerde
yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik tanımlama da uygun
düşmüyordu. Çünkü, Aydınlanma içinde Türk, Arap, Acem,
Süryani, Nostroyan bilim adamları da vardı. Bu nedenle,
9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en uygun tanım, herhalde Doğu
aydınlanması
olmalıdır. Tanım uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun,
bilimsel gelişme için, hiçbir zaman uygun bir ortam
oluşturmadığını”,
“aydınlanmanın
yalnızca Avrupa’da yaşandığını”
ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en azından tanım düzeyinde
verilmiş bir yanıt olacaktır.
Türkler’in
Durumu
Doğu
aydınlanmasını
“İslam
uygarlığı”
olarak tanımlamasına karşın, Fransız tarihçi Jean
Poul Roux,
konuyu gerçeğe uygun olarak açıklayan ender Batılı bilim
adamlarından biridir. Roux,
bu büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu
saptamaları yapmıştır: “İslam
uygarlığı bir merkezden doğmamıştır; merkezi devlette tüm
yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile, İslam uygarlığının
doğum yeri olmamıştır.
(Bu uygarlık y.n.) Doğu
ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, yani
Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da,
yaratıcılığın
doruğa ulaştığı ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok
ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın içinde, Orta Asya’nın
önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de ilk
sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık
olacaktır. Doğru olan, bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin,
bir bütün olarak ele alınmasıdır...”1
Dinler
ve uluslararası ortak bir ürün olan bu büyük uygarlık atılımını
tanımlarken, bu tanım içinde önemli bir yeri olan Türk unsurlara
özellikle dikkat edilmelidir. Türkler’in Doğu
bilimine
yaptığı katkı, üst düzeyde olmasına karşın, Batı ya da Arap
tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok sayılmıştır.
Bu
büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve kültür birikiminin kaynağı
yeterince sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının, bilim
tarihine yön veren buluş ve görüşleri atlanmıştır. Arapça
yazdıkları için yalnızca yapıtları değil, kendileri de Arap
sayılmış ve Batı kaynaklarında, onlara kendi adlarından başka
adlar verilmiştir.
Doğu
aydınlanmasına
kaynaklık eden bilimsel birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da
yeterince vardı. Türk, İranlı ya da Süryani bilim adamları,
eskiye giden köklü kültürel gelenekleriyle, bilimi kilisenin
tutuculuğundan korumuşlar ve geliştirmişlerdi. Bizans İmparatoru
Justinyen’in
(Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina
Okulu’nun
düşünürlerini, Antik Ege uygarlığı yapıtlarını Süryanice’ye
çevirip korurken; Türk ve İranlı bilim adamları, kendi
yöresindekilerle birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini
yaşatıp geliştirmişlerdi.
Araplar
ve Abbasi Aydınlığı
Araplar,
başlangıçta bu yapıtlardan çok az yararlanmıştı. Onlar,
yaşamı ve doğayı tümüyle, inanca bağlı düşüncelerle
açıklıyor ve “İslamiyetin,
kendilerinden önceki düşüncelerin tümünü yok saydığını
ileri sürüyordu.”2
Abbasiler’e
dek yöre kültürlerini yok eden bir baskı politikası
uygulamışlardı. Emeviler, İran, Mısır, Suriye ve Türk
bölgelerini ele geçirdiklerinde; dini yapıt ve anıtlarla birlikte
Türkçe, Farsça ya da Latince yazılan yapıtları da yakıp
yıktılar.3
Araplar’ın
bilimle tanışıp bu alanda ünlü düşünürler çıkarması,
Abbasi halifelerinin bilime, bilim adamlarına ve diğer kültürlere
önem vermesiyle başladı.
Fransa’da
eleştirel bilgeliğin (felsefenin) öncülerinden sayılan tarihçi
ve din bilgini Ernest
Renan
(1823-1892), diğer kültürlerin Arap kültürüne etkisi konusunu
incelerken, biraz da abartılı olarak İran uygarlığını öne
çıkarır ve şunları söyler:
“Avrupa Rönesans’ının gerçek kaynağı araştırılacak
olursa bu, İslami bilimler arasından geçerek Sasani devrine çıkar.
Öteki ulusların, özellikle İran’ın, Arap dünyasına ve
uygarlığına giren bilim ve kültür unsurlarını Araplardan
alırsanız, Arap, devesiyle yalnız başına kalır.”4
Bilim
ve İslam
Oysa,
Araplar bilim ve gelişmeye önem veren bir dini kabul etmişlerdi.
Hz.Muhammed,
“kadın
olsun, erkek olsun her Müslüman’a”
bilgi edinmeye çalışmayı, adeta dini bir borç olarak
göstermişti. “Beşikten
mezara ilim arayınız”;
“Kim
ilim için çalışırsa ibadet etmiş olur”,
“İlim
edinmek oruç kadar, ilim öğrenmek namaz kadar değerlidir”
demişti.
Böyle
bir peygambere sahip olmak; bilime saygıyı, herkesten çok
Araplar’da arttırmalı ve bilim “Çin’den
getirilmek zorunda kalınsa”
bile insanın yolunu aydınlatmalıydı.5
Araplar,
bu aydınlık yola, Emevi despotluğundan sonra, Abbasiler döneminde
gireceklerdir.
Bağdat’tan
Doğan Işık
Abbasi
halifeleriyle birlikte, Bağdat bilim ve kültürün merkezi olmaya
başladı. El-Memun
830’da, Bilgelik
Evi (Beytülhikme)
adını verdiği büyük bir kültür merkezi yaptırdı ve Nasturi,
İranlı, Türk, Hint, Hıristiyan, Yahudi bilim adamlarını
çevresine topladı. Her bölgeden, dönemden ve dilden yapıtlar,
Arapça’ya çevrildi. Bilgeliğe duyulan ilgi, bağnaz
ilahiyatçıların, özellikle Hanbeliler’in
karşı çıkmasına karşın sürdü. Bilgelik; gökbilim, matematik
ve tıbbın yardımıyla gelişti. Her yerde okullar, merdeseler,
kütüphaneler açıldı, özgün yapıtlar üretildi.
Bilim
ve sanat, saraylardan çıkarak sıradışı bir yoğunlukla,
toplumun her kesimine yayıldı. En geçerli değer yargısı,
öğrenmek ve daha çok öğrenmekti. Okuyanlara, okutanlara ve
özellikle bilim adamlarına olağanüstü saygı gösteriliyor,
değer veriliyordu. Bu coşkun ortam içinde, yalnızca dönemlerine
değil, geleceğe de yön veren ve çağını aşan evrensel
nitelikli düşünürler, bilim adamları yetişti; bu insanların
ürettiği kimi yapıtlar, uzun süre aşılamadı.
Bilimsel
Derinlik
Doğu
aydınlanmasında
yer alan bilim adamları, kendilerinden
önceki bilimsel yapıtları incelediler ve öğrendiklerini gelecek
kuşaklara aktardılar. Ancak, onlar öğrendiklerini geleceğe
ileten basit aktarıcılar değildi. Çin’den, Hint’den, Mısır
ya da Ege’den aldıkları bilgileri; üstün bir kavrayışla
incelediler, geliştirdiler ve onları aşarak çok daha ileri bir
düzeye ulaştılar. Miletli
Thales
ya da Sisamlı
Pisagor,
Mısır ve Babil’den aldığı bilgileri
nasıl geliştirip yenilediyse, onlar da Antik
Çağ’dan
aldıkları bilim’i
öyle geliştirdiler.
Deneysel
araştırmayı, çalışmalarının temeline yerleştirerek
deneyciliği bulanlar ve bu yöntemi bilime katanlar onlardı. Hiçbir
kavramsal kurgunun esiri olmadılar. Hemen herşeyi sorguladılar. Olay
ve olgular üzerindeki gözlem yeteneğini üst düzeye çıkardılar
ve gerçeği
tüm araştırmalarının çıkış noktası yaptılar.
Özelden
genellemeye giden güvenilir çalışmayı (tümevarım), bilimsel
yöntem durumuna getirdiler. Yorulmak bilmez yinelemeler, gözlemler ve
ölçümlerle, olguların üzerine gittiler. Kuramlar ve tasarımlar,
sürekli denetlenerek doğrulandı ya da özgüvene dayalı düşünce
ve araştırma özgürlüğüyle, yerlerine yeni kuram ve tasarımlar
geliştirildi.
Bilimsel
yaklaşımlarını, Batıdan sekizyüz yıl önce, “bilginin
ilk koşulu kuşkudur”
biçiminde dile getirdiler.6
Antik
Çağ Bilimini Kurtaranlar
Semerkant,
Bağdat
ya da Kurtubalı
bilginler, Antik
Çağ’da
yaratılan bilimsel birikimi geliştirmekle kalmadılar. Bu birikimi
unutulmak ve yok olmaktan kurtararak, Batıya da öğrettiler.
Bilgelik ve yazının, deneysel kimya ve fiziğin, cebirin ve
günümüzdeki anlamıyla matematiğin, çağdaş tıbbın,
yıldızbilim (astrolojinin), yerbilim (jeolojinin), toplumbilim
(sosyoloji) ve kentbilimciliğin (şehirciliğin) kurucuları oldular.
Tüm
deneysel bilimlerde, çoğu zaman çalınan ya da başkalarınınmış
gibi gösterilen sayısız yapıt ve buluş yanında, kendilerinden
sonraki kuşaklara belki de en değerli armağanı bıraktılar;
insanlara doğayı ve kendilerini tanımayı öğrettiler. Batının
çok sonra erişebileceği bir anlayışla insan ve doğa
ilişkilerini çözdüler.
Batının
Durumu
Doğuda
sıradışı bir aydınlanma yaşanırken Batıda, Antik
Çağ
yapıtları yasaklanıyor, unutturuluyor hatta yok ediliyordu. Kitaba
karşı düşmanlık, tüm Orta
Çağ
boyunca süren geleneksel bir tutum durumuna gelmişti. Doğuda,
mantığın
üstadı
(sahib
ül-mantık)
denilerek büyük değer verilen Aristo’nun
yapıtları, kilise bodrumlarında kilit altında çürütülüyor ya
da görüldüğü yerde yakılıyordu.
Batıda
kitap yakmak, Orta
Çağ’la
sınırlı olmayan, Antik Grek ve Roma’dan Hitler’e
dek gelen, eski bir alışkanlıktır. Abderali
Protagoras
(M.Ö.481-411) Tanrılar
Üzerine
(Peri Teon)
adlı kitabı nedeniyle yargılanmış, kitap
yakılmaya mahkum edilmiş,
kendisi de Sicilya’ya kaçarken gemi kazasında ölmüştü.
Klazomenai’li
(Urla’nın Kilizman İlçesi) filozof Anaksagoras
(M.Ö.500-428), Peri
Fysesos
adlı yapıtı nedeniyle yargılanmış, kitabı yasaklanmış, ölüm
cezasından Perikles’in
girişimiyle kurtulmuştu.7
Roma
orduları M.Ö.48’de, Julius
Ceasar
komutasında Mısır’ın İskenderiye kentini ele geçirdiğinde,
ünlü Museion
Kütüphanesi’nin
büyük bölümünü yakmıştı. Kleopatra,
Bergama’dan getirdiği kitaplarla kütüphaneyi az çok yeniden
kurmuş8
ancak Bizanslı Theolopilos
M.S.390 yılında bu kütüphaneyi kitaplarıyla birlikte yeniden
yakmıştı.
Bizans’ta,
780-843 yılları arasındaki ünlü İkona
Savaşları
sırasında, tüm eski kitaplar yok edilmişti. Haçlıların 1204
yılında İstanbul’u işgal etmesiyle oluşan Frank egemenliğinin
sınırları içinde, tüm kütüphaneler yıkılmış, kitapları
parçalanmıştı. Fransız düşünürü Petrus
Abaelardus
(1079-1142) Birlik
ve Tanrısal Üçleme Üzerine
(De
Unitate et Trinitate Divina)
adlı yapıtı nedeniyle tutuklanmış ve yapıtını, “kendi
eliyle yakmaya”
mahkum edilmişti.
Paris
Meclisi 1210 yılında, İbn
Rüşt’ün
felsefe yapıtlarını yasaklamış ve kent merkezinde yakılmasına
karar vermişti. Papalık 1346 yılında, Doğu bilgeliğini ele alan
ve doğa yasalarını inceleyen Nicolas
d’Autrecourt’un,
“gözaltında
tutulmasına”
ve “yapıtının
yakılmasına”
karar vermişti.9
Bilimin Temeli : Okul, Kitap ve Eğitim
Her
uygarlık gelişiminde olduğu gibi, Doğu aydınlanmasının
temelinde eğitim, eğitimin temelinde okul, öğretmen ve kitap
vardır. 9. ve 13.yüzyıllar arasında, bu üç kavrama büyük önem
verildi. Beş yüz yıllık bu uzun dönemde; okullar açılıyor,
öğretmen yetiştiriliyor ve her yerde kütüphaneler açılıyordu.
Kitaba verilen önem ve kütüphanelerdeki kitap sayısı, günümüz
ölçülerine göre bile, inanılması güç boyutlara ulaşıyordu.
Kağıtın
Evrimi
Antik
Çağ’da;
Mısırlılar papirüs’ü,
İranlılar tirşe’yi
(hayvan derisi), Bergamalılar parşömen’i,
Persler bambu
örgüsü’nü
kağıt olarak kullandılar. Çinliler M.S.2.yüzyılda kağıdı,
bol ve ucuz olarak üretilen bir sanayi durumuna getirdiler. Çinliler
dut ağacı elyafı, eski paçavralar ve kenevir artıklarından
kağıt yaparken; kısa bir süre sonra Türkler, İpek elyafından
elde ettikleri hamuru tokmaklayarak kakat
ya
da kakaç
adını
verdikleri daha nitelikli kağıt üretmeyi başardılar. Kakat
sözcüğü, daha sonra kağıt
olarak
Arapça ve Farsça’ya yerleşti.10
Kağıt
yapımının en ucuzu olan Çin yöntemiyle, 7.ve 8.yüzyıllarda
Semerkant’da bol miktarda kağıt üretiliyordu. Üretim teknikleri
ve kağıt hamuru formülleri, Abbasi Halifesi Harun
Reşit
döneminde (793) Türkler tarafından Bağdat’a, 11.yüzyılda
Sicilya’yı elinde tutan Araplarca İtalya’ya götürüldü;
14.yüzyılda Avrupa’ya buradan yayıldı.
Benzer
bir yolu, birkaç yüzyıl arayla matbaa izledi. Çok eskiden beri
mürekkebi bilen ve oymacılıkta ustalaşan Çin’liler, önce
mermer levhalar, sonra ahşap baskı bloklarıyla yazı, hatta resim
basmaya başladılar. 8.yüzyılda Uygurlar; Turfan,
Almalık
ve Barkul’da
benzer tekniklerle kitap basıyor ve renkli mürekkep kullanıyordu.11
Çinliler
11.yüzyılın ilk yarısında, harfleri tek tek hazırlayıp kalıp
olarak dizmeyi ve mürekkeplenen kalıpları kağıt üzerinde
gezdirerek kopya çıkarmayı, yani tipo
baskı tekniğini buldular. Basım teknikleri, 14.yüzyılda, yine
Semerkant-Bağdat yolunu izleyerek Batıya ulaştı; 15.yüzyıl’da
Avrupa’da kullanılmaya başlandı.12
Kitap
ve Kitapçılar
Kağıt
ve basım tekniklerinin gelişmesi, kitabın ucuzlamasına ve alım
gücü düşük kesimlerin de kitap edinmesine olanak sağladı. El
Memun,
Bağdat’da Beytül
Hikme’yi
kurduğunda, hiç kuşkusuz halktan gelen yaygın bir isteği
karşılamıştı.
Öğrenme
tutkusuna kapılmış sıradan insanlar, ortaklaşa kitap alma, kitap
değiş tokuşu ya da eski kitap alımı gibi, tarihte ilk kez
görülen alışkanlıklar edinmişlerdi. Kitap, bir kültür
alışveriş aracı olmuş; kitapçılar, yalnızca kitap satılan
yerler değil, aydınların uğrak yerleri olmuştu. Ülkenin dört
bir yanından gelen kitap meraklıları, büyük kentlerdeki sahaf
çarşıları’nda
buluşuyor, kitap ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı.13
Kitap
Tutkusu
Günümüzde
paraya ya da lüks tüketime yönelen toplumsal ilgi, o zaman “bir
salgın hastalık gibi”
kitap tutkusuna yönelmişti.14
Haçlılar’ın,
yağması nedeniyle servetinin yitirerek sıradan bir insan durumuna
gelen Emir
Usama bin Munkıd’ın
şu sözleri, kitaba o dönemde ne denli yüksek değer verildiğini
gösteriyordu: “Evlatlarımın,
arkadaşlarımın evlatlarının ve eşimin sağlıklı oluşu,
servetimi yitirmenin üzüntüsünü bana unutturdu. Ancak
kitaplarımın elden gitmesi beni üzüyor. Dört bin cilt kitabım
vardı. Onların eksikliği benim için, yaşadığım sürece
bitmeyen bir üzüntü kaynağı olacaktır.”15
Kütüphaneler
Varsılların
kitaplıklarına imrenen yoksul aydınlar arasında sıkça
kullanılan “Allah
cevizi dişi olmayanlara verir...”
sözü, kitaba verilen önemi gösteren, dönemin güncel
deyimlerinden biriydi.16
Kitap
kopyacıları, üstün sanatkarlar olan hattatlar, kağıt üretiminde
ya da kütüphanelerde çalışanlar, herbiri aynı zamanda iyi bir
okuyucu olan az gelirli aydınlardı. Kütüphaneciliği, aynı
eczacılık gibi, tarihte ilk kez meslek konumuna getirenler de
onlardı. İngilizlerin çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma
salonları bulunan günümüz kulüpleri, bin yıl önce; Semerkant,
Bağdat ya da Kurtuba’da kurulmuş ve aydınları ağırlamıştı.
Başlangıçta,
camilerin içinde ya da yanında kurulan kütüphaneler, giderek
mahallelerde, kasaba ve köylerde kurulmaya başlandı. Halkın
kolayca ulaşabileceği küçük kitap
ve okumaevleri’nden
ayrı olarak, büyük genel kütüphaneler ve özel uzmanlık
kitaplıkları kuruldu.
Beytül
Hikme
külliyesinin içinde yer alan İslam dünyasının en büyük
kütüphanesinde 1 milyon kitap vardı; Şam,
Kahire,
Semerkant,
Kurtuba,
Merv’deki
kütüphanelerde bulunan kitap sayısı bu sayıya yakındı.
Timur’un
torunu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ
Beğ’in
(1394-1449) kişisel kitaplığı, aynı yıllarda “Avrupa
krallarının kitaplıklarının en az on katı kitapla doluydu.”17
Irak’ta
çok küçük bir kasaba olmasına karşın Necef
Kütüphanesi’nde,
40 bin kitap vardı. Fatımiler’in
Kahire’deki kütüphanelerinde yalnızca felsefe üzerine 18 bin,
matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu. Tahran’ın
güneyindeki Rey kentinde, kent kütüphanesinin yalnızca kitap
kataloğu, on büyük cilt tutmuştu. Her caminin bir kitaplığı
vardı; her hastanede ziyaretçiler önce, “raflarında
cilt cilt kitaplar bulunan salonlara alınırlardı.”18
Günümüzde;
İtalya’daki Roma Ulusal Kütüphanesinde 677 bin, Viyana Devlet
Kütüphane’sinde 924 bin, Berlin Ulusal Kütüphanesinde 1 milyon
230 bin kitap olduğu düşünülürse, bin yıl öncesinin kitap
sayılarının ne anlam taşıdığı, daha iyi anlaşılacaktır.19
Okul
ve Eğitim
“Duvarları
kitaptan görünmeyen”
ve “insanlarla
dolup taşan”
kütüphaneler, tutkuya dönüşen öğrenme isteği, okullar ve
okutulanlar; dikkatlice hazırlanmış bilinçli bir girişimin,
devletin öncülük ettiği eğitim izlencelerinin (programlarının)
ürünleriydiler. Görülmemiş bir “okul
ve eğitim bolluğu”
yaşanıyordu.
Bu
öyle bir bolluktu ki; köylere dek yayılmış binlerce okulda 6-11
yaş kümesinde yüzlerce erkek ve kız çocuk, “küçük
seccadelerin üzerinde diz çöküp mumyalanmış tahta levhalar
üzerinde harfler yazıyor, Kur’an okuyor ve gramerin ilk
kurallarını”
öğreniyordu. Okul olmayan yerlerde aynı şey, “Müslüman
ülkelerin her yerine yayılmış olan cami ve mescitlerde
yapılıyor”;
camiler ibadet aralarında, okuma yazma öğrenen çocuklarla
doluyordu.20
Devlet,
ilköğretimin yayılması için gereksinimleri karşılamada öncülük
yapıyordu ancak yüksek yoğunluklu katılım, devlet ya da hükümdar
zorlamasıyla olmuyordu. Halk, hem eğitime başlayıp bilgi ve
görüşünü arttırması, hem de din kurallarını öğrenmesi için
çocuğunu büyük bir istekle okullara, camilere yolluyordu. Hangi
inançtan olursa olsun her aile, aynı şeyi, kendi kurumlarıyla
yapmakta özgürdü. Buna kimse karışmıyordu.
Batının
Karanlığı
Doğuda
küçücük çocuklar okuma yazma öğrenip, Kur’an okuyabilirken;
Batıda İncil, yalnızca papazların elinde bulunurdu. Halkın onu
okuması yasaklanmıştı. “İncil’in
dilini papazlar bilir”
ve “yazdıklarını
halka ancak papazlar anlatabilirdi”.
800
yıl boyunca halk, Latince verilen vaazları birşey anlamadan
dinliyordu. Halkın Latince okuma yazma öğrenmeyişi, onların bunu
istemedikleri için değildi. Halkın eğitilmesi ve İncil’i anlar
duruma gelmesi, papalar ve imparatorlarca istenmiyordu.
Bu
durum, 16.yüzyıldan sonra tersine dönecek ve gerileme sürecine
giren İslam ülkelerinde cahil bırakılan halk, Kur’an’ı
yetersiz hocalardan “öğrenmeye”
başlarken; Batı, büyük bir eğitim atılımı gerçekleştirerek
laikleşecek ve “herkesin
her şeyi öğrenme”
olanağına kavuşması sağlanacaktır. Günümüzde, Kur’an’ı
Türkçe öğrenme ya da Türkçe ezan konularına gösterilen
tepkiler göz önüne getirildiğinde, Doğu-Batı arasındaki
“tersine
dönüş”,
daha iyi anlaşılacaktır.
Herkese
Açık Parasız Eğitim
Kentlerden
köylere dek yayılan okullarda, eğitim parasızdı. İnsanların
bilgisiz kalmasını istemeyen devlet, okullara aylığa bağladığı
öğretmenler atıyor, yurtlar yaptırıyor ve öğrencilerin temel
gereksinimlerini karşılıyordu. Endülüs’te II.El-Hakem,
Kurtuba’nın
81 ilkokuluna ek olarak, yalnızca yoksul çocukların alındığı
27 yeni okul yaptırmıştı. Kahire’de El-Mansur
Kalavun,
Mansuri
Hastanesi
külliyesinde bir yetimler okulu açmış, burada okuyan çocukların
beslenme ve yazlık-kışlık giyim giderlerinin devlet tarafından
karşılanmasını yasaya bağlamıştı.
Karahanlı
ve Selçuklular’da gezgin
öğretmenler
ya da medrese
öğrencileri,
köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu.
İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi
ve Alman araştırmacı Sigrid
Hanke’nin
deyimiyle, “halk
eğitiminin üzerine gerilmiş sık dokulu bir ağ gibi”
her yana yayılmış olan camiler, “eğitim
düzeninde hiçbir gedik bırakmıyordu.”21
Üniversitenin
Öncüleri Medreseler
Eğitimin
yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı
değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen
orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri
medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli
bir biçimde yayılmıştı.
Parasız
olan bu okulların öğrencileri, okulların üst katlarında
ücretsiz yatar kalkar, yer içer ve küçük bir cep
harçlığı
da alırdı. Zemin katlarda ya da ek hizmet binalarında; mutfaklar,
ambarlar, hamamlar bulunur; ortasında üzeri kubbeli ya da açık
havuz (şadırvan)
olan orta avlunun çevresinde, sınıflar ve kütüphaneler
sıralanırdı.
Öğrenciler
bu okullarda; Kur’an, hadis, dil bilgisi, edebiyat, matematik,
gökbilimleri, tarih, coğrafya, mantık ve iyi
konuşma (hitabet)
derslerinden oluşan kapsamlı bir eğitimden geçerdi. Tartışma ve
eleştiri toplantılarıyla; öğrenciler, öğrenimde etkin biçimde
alır; büyük sınıflardaki öğrenciler, küçüklere geliştirici
seminerler düzenlerdi. Bu okullar, o dönemdeki eğitimcilerin
anlatımıyla; “bilginin
binlerce çiçeğinden bilgelik balı toplanan ve sürekli uğuldayan
arı kovanlarıydılar.”22
Kuramsal
Düzey
İyi
bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi
geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin
yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in
“bilimi,
körü körüne imandan yüce” tutan
ve “öğrencilerin
mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal”
sayan sözleri23,
onlara güç veren en büyük yardımcıydı.
Bilgi
edinmek isteyenler, namaz dışı zamanlarda bu genç
profesörlerin
çevresinde halka oluştururlar ve derse dönüşen tartışmalar
düzenlerlerdi. Tartışmalara kadın ya da erkek herkes
katılabilirdi. Katılımcılar, diledikleri anda öğretmenin
sözünün arasına girebilir, ona soru sorabilir ya da eleştiride
bulunabilirdi. Katılımcıların bilimsel düzeyleri yüksek olduğu
için, bu işleyiş, ders vereni kusursuz bir hazırlığa zorlayan,
çok yararlı bir yöntemdi.
En
iyilerini dinlemiş olan eleştiriciler; iyi hazırlanmamış,
bilgisi yetersiz ders vericilerin, saygıda kusur etmeyen korkulu
rüyalarıydılar.
Onların karşısına çıkmak için, yeni ve yüksek bilgiyle
donanmış olmak gerekirdi. Ayrıca, bilgisine güvenen herkes, ders
vermekte özgürdü. Ancak, ülkedeki en iyi bilim adamlarını konuk
etmiş, onlarla tartışmış bir kitleye ders vermek, bilgi ve
yüreklilik isteyen bir işti; kolayca ortaya çıkılmazdı. Bu
davranış ve yaklaşım biçimi, Batının hiç bilmediği ve belli
ki anlamadığı bir tutumdu.
9.
ve 14. yüzyıllar arasında, Doğuda bilim ve eğitim bu
düzeydeyken, Batıda karanlık bir dönem yaşanıyordu. Orta ve
Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95’ti.24
9.yüzyıl
başında Batı Avrupa’daki tüm Hıristiyan topraklarını
birleştirerek kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kuran Şarlman
(Charles
Le Grand,
742-814), İmparator olduktan sonra, ilerlemiş yaşında okuma yazma
öğrenmişti. Batılı aristokratlar, 18.yüzyıla dek okuma yazma
bilmemekle övünürlerdi. Manastırlarda ancak birkaç keşiş yazı
yazmayı bilirdi. St.
Gallen Manastırı
o dönemlerde, bir yıl aramasına karşın okuma-yazma bilen bir tek
keşiş bulamamıştı.25
DİPNOTLAR
- “Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999, sf.277
- “Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.Bas. 2001, sf.133
- a.g.e. sf.124
- “Manevi Cepheden Tarihte İran” Y.K.Necefzade, Neşriyat Yur.Yay. 1966, sf.31
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.203
- a.g.e. sf.230
- “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.29
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke, Altın Kit.Y., 2001, sf.230
- “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.50
- Ana Britannica 17.Cilt, sf.372
- “Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.B., 2001, sf.59-60
- Ana Brittannica 4.Cilt, sf.332
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.220
- a.g.e. sf.216
- a.g.e. sf.222
- a.g.e. sf.219
- “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.60-61
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.217
- “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.62
- “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.223
- a.g.e. sf.224
- a.g.e. sf.224
- a.g.e. sf.226
- a.g.e. sf.222
- a.g.e. sf.223
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder