7 Nisan 2014 Pazartesi

DOĞU AYDINLANMASI – 1




9.yüzyıldan başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan” insanlarla dolup taşıyordu.

Doğru Tanım

Doğu aydınlanmasının öncülüğünü yapan düşünürlerin büyük çoğunluğu Müslümandı. Bu nedenle, bilim ve bilgelik alanındaki bu olağanüstü gelişmeye, İslam aydınlanması denildi. Ancak, 9.yüzyıl aydınlanmasının öncülüğünü yapanlar içinde hemen her dinden insan vardı. Müslümanlardan başka, bölgede yaşayan; Budist, Yahudi, Maniheist, Şaman ve Hıristiyan bilim adamları, bu uygarlık içinde, sayıları az da olsa yer almıştı. Bu nedenle dinsel tanımlama, olayı tam olarak anlatmıyordu.
Etnik yükümlenme de olanaklı değildi. Aydınlanma o denli geniş ve kapsamlıydı ki, olay etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar, Türkler, Acemler, Suryaniler, Nestroyanlar ve başka etnik kökenden düşünürler, bu devinimin (hareketin) içinde yer almış, katkı koymuştu. Batı ya da Arap tarihçilerin, bugün kullanmakta oldukları Arap bilimi tanımlaması; gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır, bu uygarlığı yaratan başka unsurları sok saymaktadır.
Dönemin bilim yapıtlarının büyük bölümü Arapça yazıldığı için, bu uyanışa; kimi tarihçi Arap bilimi ya da Arapça’daki bilim tanımını kullandı. Ancak, bu bilim içinde, Farsça ve Türkçe başta olmak üzere, başka dillerde yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik tanımlama da uygun düşmüyordu. Çünkü, Aydınlanma içinde Türk, Arap, Acem, Süryani, Nostroyan bilim adamları da vardı. Bu nedenle, 9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en uygun tanım, herhalde Doğu aydınlanması olmalıdır. Tanım uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun, bilimsel gelişme için, hiçbir zaman uygun bir ortam oluşturmadığını”, “aydınlanmanın yalnızca Avrupa’da yaşandığını” ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en azından tanım düzeyinde verilmiş bir yanıt olacaktır.

Türkler’in Durumu

Doğu aydınlanmasını “İslam uygarlığı” olarak tanımlamasına karşın, Fransız tarihçi Jean Poul Roux, konuyu gerçeğe uygun olarak açıklayan ender Batılı bilim adamlarından biridir. Roux, bu büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu saptamaları yapmıştır: “İslam uygarlığı bir merkezden doğmamıştır; merkezi devlette tüm yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile, İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. (Bu uygarlık y.n.) Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, yani Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da, yaratıcılığın doruğa ulaştığı ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın içinde, Orta Asya’nın önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de ilk sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık olacaktır. Doğru olan, bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin, bir bütün olarak ele alınmasıdır...”1
Dinler ve uluslararası ortak bir ürün olan bu büyük uygarlık atılımını tanımlarken, bu tanım içinde önemli bir yeri olan Türk unsurlara özellikle dikkat edilmelidir. Türkler’in Doğu bilimine yaptığı katkı, üst düzeyde olmasına karşın, Batı ya da Arap tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok sayılmıştır.
Bu büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve kültür birikiminin kaynağı yeterince sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının, bilim tarihine yön veren buluş ve görüşleri atlanmıştır. Arapça yazdıkları için yalnızca yapıtları değil, kendileri de Arap sayılmış ve Batı kaynaklarında, onlara kendi adlarından başka adlar verilmiştir.
Doğu aydınlanmasına kaynaklık eden bilimsel birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da yeterince vardı. Türk, İranlı ya da Süryani bilim adamları, eskiye giden köklü kültürel gelenekleriyle, bilimi kilisenin tutuculuğundan korumuşlar ve geliştirmişlerdi. Bizans İmparatoru Justinyen’in (Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina Okulu’nun düşünürlerini, Antik Ege uygarlığı yapıtlarını Süryanice’ye çevirip korurken; Türk ve İranlı bilim adamları, kendi yöresindekilerle birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini yaşatıp geliştirmişlerdi.

Araplar ve Abbasi Aydınlığı

Araplar, başlangıçta bu yapıtlardan çok az yararlanmıştı. Onlar, yaşamı ve doğayı tümüyle, inanca bağlı düşüncelerle açıklıyor ve “İslamiyetin, kendilerinden önceki düşüncelerin tümünü yok saydığını ileri sürüyordu.”2
Abbasiler’e dek yöre kültürlerini yok eden bir baskı politikası uygulamışlardı. Emeviler, İran, Mısır, Suriye ve Türk bölgelerini ele geçirdiklerinde; dini yapıt ve anıtlarla birlikte Türkçe, Farsça ya da Latince yazılan yapıtları da yakıp yıktılar.3 Araplar’ın bilimle tanışıp bu alanda ünlü düşünürler çıkarması, Abbasi halifelerinin bilime, bilim adamlarına ve diğer kültürlere önem vermesiyle başladı.
Fransa’da eleştirel bilgeliğin (felsefenin) öncülerinden sayılan tarihçi ve din bilgini Ernest Renan (1823-1892), diğer kültürlerin Arap kültürüne etkisi konusunu incelerken, biraz da abartılı olarak İran uygarlığını öne çıkarır ve şunları söyler: “Avrupa Rönesans’ının gerçek kaynağı araştırılacak olursa bu, İslami bilimler arasından geçerek Sasani devrine çıkar. Öteki ulusların, özellikle İran’ın, Arap dünyasına ve uygarlığına giren bilim ve kültür unsurlarını Araplardan alırsanız, Arap, devesiyle yalnız başına kalır.”4

Bilim ve İslam

Oysa, Araplar bilim ve gelişmeye önem veren bir dini kabul etmişlerdi. Hz.Muhammed, “kadın olsun, erkek olsun her Müslüman’a” bilgi edinmeye çalışmayı, adeta dini bir borç olarak göstermişti. “Beşikten mezara ilim arayınız”; “Kim ilim için çalışırsa ibadet etmiş olur”, “İlim edinmek oruç kadar, ilim öğrenmek namaz kadar değerlidir” demişti.
Böyle bir peygambere sahip olmak; bilime saygıyı, herkesten çok Araplar’da arttırmalı ve bilim “Çin’den getirilmek zorunda kalınsa” bile insanın yolunu aydınlatmalıydı.5 Araplar, bu aydınlık yola, Emevi despotluğundan sonra, Abbasiler döneminde gireceklerdir.

Bağdat’tan Doğan Işık

Abbasi halifeleriyle birlikte, Bağdat bilim ve kültürün merkezi olmaya başladı. El-Memun 830’da, Bilgelik Evi (Beytülhikme) adını verdiği büyük bir kültür merkezi yaptırdı ve Nasturi, İranlı, Türk, Hint, Hıristiyan, Yahudi bilim adamlarını çevresine topladı. Her bölgeden, dönemden ve dilden yapıtlar, Arapça’ya çevrildi. Bilgeliğe duyulan ilgi, bağnaz ilahiyatçıların, özellikle Hanbeliler’in karşı çıkmasına karşın sürdü. Bilgelik; gökbilim, matematik ve tıbbın yardımıyla gelişti. Her yerde okullar, merdeseler, kütüphaneler açıldı, özgün yapıtlar üretildi.
Bilim ve sanat, saraylardan çıkarak sıradışı bir yoğunlukla, toplumun her kesimine yayıldı. En geçerli değer yargısı, öğrenmek ve daha çok öğrenmekti. Okuyanlara, okutanlara ve özellikle bilim adamlarına olağanüstü saygı gösteriliyor, değer veriliyordu. Bu coşkun ortam içinde, yalnızca dönemlerine değil, geleceğe de yön veren ve çağını aşan evrensel nitelikli düşünürler, bilim adamları yetişti; bu insanların ürettiği kimi yapıtlar, uzun süre aşılamadı.

Bilimsel Derinlik

Doğu aydınlanmasında yer alan bilim adamları, kendilerinden önceki bilimsel yapıtları incelediler ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktardılar. Ancak, onlar öğrendiklerini geleceğe ileten basit aktarıcılar değildi. Çin’den, Hint’den, Mısır ya da Ege’den aldıkları bilgileri; üstün bir kavrayışla incelediler, geliştirdiler ve onları aşarak çok daha ileri bir düzeye ulaştılar. Miletli Thales ya da Sisamlı Pisagor, Mısır ve Babil’den aldığı bilgileri nasıl geliştirip yenilediyse, onlar da Antik Çağ’dan aldıkları bilim’i öyle geliştirdiler.
Deneysel araştırmayı, çalışmalarının temeline yerleştirerek deneyciliği bulanlar ve bu yöntemi bilime katanlar onlardı. Hiçbir kavramsal kurgunun esiri olmadılar. Hemen herşeyi sorguladılar. Olay ve olgular üzerindeki gözlem yeteneğini üst düzeye çıkardılar ve gerçeği tüm araştırmalarının çıkış noktası yaptılar.
Özelden genellemeye giden güvenilir çalışmayı (tümevarım), bilimsel yöntem durumuna getirdiler. Yorulmak bilmez yinelemeler, gözlemler ve ölçümlerle, olguların üzerine gittiler. Kuramlar ve tasarımlar, sürekli denetlenerek doğrulandı ya da özgüvene dayalı düşünce ve araştırma özgürlüğüyle, yerlerine yeni kuram ve tasarımlar geliştirildi.
Bilimsel yaklaşımlarını, Batıdan sekizyüz yıl önce, “bilginin ilk koşulu kuşkudur” biçiminde dile getirdiler.6

Antik Çağ Bilimini Kurtaranlar

Semerkant, Bağdat ya da Kurtubalı bilginler, Antik Çağ’da yaratılan bilimsel birikimi geliştirmekle kalmadılar. Bu birikimi unutulmak ve yok olmaktan kurtararak, Batıya da öğrettiler. Bilgelik ve yazının, deneysel kimya ve fiziğin, cebirin ve günümüzdeki anlamıyla matematiğin, çağdaş tıbbın, yıldızbilim (astrolojinin), yerbilim (jeolojinin), toplumbilim (sosyoloji) ve kentbilimciliğin (şehirciliğin) kurucuları oldular.
Tüm deneysel bilimlerde, çoğu zaman çalınan ya da başkalarınınmış gibi gösterilen sayısız yapıt ve buluş yanında, kendilerinden sonraki kuşaklara belki de en değerli armağanı bıraktılar; insanlara doğayı ve kendilerini tanımayı öğrettiler. Batının çok sonra erişebileceği bir anlayışla insan ve doğa ilişkilerini çözdüler.

Batının Durumu

Doğuda sıradışı bir aydınlanma yaşanırken Batıda, Antik Çağ yapıtları yasaklanıyor, unutturuluyor hatta yok ediliyordu. Kitaba karşı düşmanlık, tüm Orta Çağ boyunca süren geleneksel bir tutum durumuna gelmişti. Doğuda, mantığın üstadı (sahib ül-mantık) denilerek büyük değer verilen Aristo’nun yapıtları, kilise bodrumlarında kilit altında çürütülüyor ya da görüldüğü yerde yakılıyordu.
Batıda kitap yakmak, Orta Çağ’la sınırlı olmayan, Antik Grek ve Roma’dan Hitler’e dek gelen, eski bir alışkanlıktır. Abderali Protagoras (M.Ö.481-411) Tanrılar Üzerine (Peri Teon) adlı kitabı nedeniyle yargılanmış, kitap yakılmaya mahkum edilmiş, kendisi de Sicilya’ya kaçarken gemi kazasında ölmüştü. Klazomenai’li (Urla’nın Kilizman İlçesi) filozof Anaksagoras (M.Ö.500-428), Peri Fysesos adlı yapıtı nedeniyle yargılanmış, kitabı yasaklanmış, ölüm cezasından Perikles’in girişimiyle kurtulmuştu.7
Roma orduları M.Ö.48’de, Julius Ceasar komutasında Mısır’ın İskenderiye kentini ele geçirdiğinde, ünlü Museion Kütüphanesi’nin büyük bölümünü yakmıştı. Kleopatra, Bergama’dan getirdiği kitaplarla kütüphaneyi az çok yeniden kurmuş8 ancak Bizanslı Theolopilos M.S.390 yılında bu kütüphaneyi kitaplarıyla birlikte yeniden yakmıştı.
Bizans’ta, 780-843 yılları arasındaki ünlü İkona Savaşları sırasında, tüm eski kitaplar yok edilmişti. Haçlıların 1204 yılında İstanbul’u işgal etmesiyle oluşan Frank egemenliğinin sınırları içinde, tüm kütüphaneler yıkılmış, kitapları parçalanmıştı. Fransız düşünürü Petrus Abaelardus (1079-1142) Birlik ve Tanrısal Üçleme Üzerine (De Unitate et Trinitate Divina) adlı yapıtı nedeniyle tutuklanmış ve yapıtını, “kendi eliyle yakmaya” mahkum edilmişti.
Paris Meclisi 1210 yılında, İbn Rüşt’ün felsefe yapıtlarını yasaklamış ve kent merkezinde yakılmasına karar vermişti. Papalık 1346 yılında, Doğu bilgeliğini ele alan ve doğa yasalarını inceleyen Nicolas d’Autrecourt’un, “gözaltında tutulmasına” ve “yapıtının yakılmasına” karar vermişti.9


Bilimin Temeli : Okul, Kitap ve Eğitim


Her uygarlık gelişiminde olduğu gibi, Doğu aydınlanmasının temelinde eğitim, eğitimin temelinde okul, öğretmen ve kitap vardır. 9. ve 13.yüzyıllar arasında, bu üç kavrama büyük önem verildi. Beş yüz yıllık bu uzun dönemde; okullar açılıyor, öğretmen yetiştiriliyor ve her yerde kütüphaneler açılıyordu. Kitaba verilen önem ve kütüphanelerdeki kitap sayısı, günümüz ölçülerine göre bile, inanılması güç boyutlara ulaşıyordu.

Kağıtın Evrimi

Antik Çağ’da; Mısırlılar papirüs’ü, İranlılar tirşe’yi (hayvan derisi), Bergamalılar parşömen’i, Persler bambu örgüsü’nü kağıt olarak kullandılar. Çinliler M.S.2.yüzyılda kağıdı, bol ve ucuz olarak üretilen bir sanayi durumuna getirdiler. Çinliler dut ağacı elyafı, eski paçavralar ve kenevir artıklarından kağıt yaparken; kısa bir süre sonra Türkler, İpek elyafından elde ettikleri hamuru tokmaklayarak kakat ya da kakaç adını verdikleri daha nitelikli kağıt üretmeyi başardılar. Kakat sözcüğü, daha sonra kağıt olarak Arapça ve Farsça’ya yerleşti.10
Kağıt yapımının en ucuzu olan Çin yöntemiyle, 7.ve 8.yüzyıllarda Semerkant’da bol miktarda kağıt üretiliyordu. Üretim teknikleri ve kağıt hamuru formülleri, Abbasi Halifesi Harun Reşit döneminde (793) Türkler tarafından Bağdat’a, 11.yüzyılda Sicilya’yı elinde tutan Araplarca İtalya’ya götürüldü; 14.yüzyılda Avrupa’ya buradan yayıldı.
Benzer bir yolu, birkaç yüzyıl arayla matbaa izledi. Çok eskiden beri mürekkebi bilen ve oymacılıkta ustalaşan Çin’liler, önce mermer levhalar, sonra ahşap baskı bloklarıyla yazı, hatta resim basmaya başladılar. 8.yüzyılda Uygurlar; Turfan, Almalık ve Barkul’da benzer tekniklerle kitap basıyor ve renkli mürekkep kullanıyordu.11
Çinliler 11.yüzyılın ilk yarısında, harfleri tek tek hazırlayıp kalıp olarak dizmeyi ve mürekkeplenen kalıpları kağıt üzerinde gezdirerek kopya çıkarmayı, yani tipo baskı tekniğini buldular. Basım teknikleri, 14.yüzyılda, yine Semerkant-Bağdat yolunu izleyerek Batıya ulaştı; 15.yüzyıl’da Avrupa’da kullanılmaya başlandı.12

Kitap ve Kitapçılar

Kağıt ve basım tekniklerinin gelişmesi, kitabın ucuzlamasına ve alım gücü düşük kesimlerin de kitap edinmesine olanak sağladı. El Memun, Bağdat’da Beytül Hikme’yi kurduğunda, hiç kuşkusuz halktan gelen yaygın bir isteği karşılamıştı.
Öğrenme tutkusuna kapılmış sıradan insanlar, ortaklaşa kitap alma, kitap değiş tokuşu ya da eski kitap alımı gibi, tarihte ilk kez görülen alışkanlıklar edinmişlerdi. Kitap, bir kültür alışveriş aracı olmuş; kitapçılar, yalnızca kitap satılan yerler değil, aydınların uğrak yerleri olmuştu. Ülkenin dört bir yanından gelen kitap meraklıları, büyük kentlerdeki sahaf çarşıları’nda buluşuyor, kitap ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı.13

Kitap Tutkusu

Günümüzde paraya ya da lüks tüketime yönelen toplumsal ilgi, o zaman “bir salgın hastalık gibi” kitap tutkusuna yönelmişti.14 Haçlılar’ın, yağması nedeniyle servetinin yitirerek sıradan bir insan durumuna gelen Emir Usama bin Munkıd’ın şu sözleri, kitaba o dönemde ne denli yüksek değer verildiğini gösteriyordu: “Evlatlarımın, arkadaşlarımın evlatlarının ve eşimin sağlıklı oluşu, servetimi yitirmenin üzüntüsünü bana unutturdu. Ancak kitaplarımın elden gitmesi beni üzüyor. Dört bin cilt kitabım vardı. Onların eksikliği benim için, yaşadığım sürece bitmeyen bir üzüntü kaynağı olacaktır.”15

Kütüphaneler

Varsılların kitaplıklarına imrenen yoksul aydınlar arasında sıkça kullanılan “Allah cevizi dişi olmayanlara verir...” sözü, kitaba verilen önemi gösteren, dönemin güncel deyimlerinden biriydi.16
Kitap kopyacıları, üstün sanatkarlar olan hattatlar, kağıt üretiminde ya da kütüphanelerde çalışanlar, herbiri aynı zamanda iyi bir okuyucu olan az gelirli aydınlardı. Kütüphaneciliği, aynı eczacılık gibi, tarihte ilk kez meslek konumuna getirenler de onlardı. İngilizlerin çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma salonları bulunan günümüz kulüpleri, bin yıl önce; Semerkant, Bağdat ya da Kurtuba’da kurulmuş ve aydınları ağırlamıştı.
Başlangıçta, camilerin içinde ya da yanında kurulan kütüphaneler, giderek mahallelerde, kasaba ve köylerde kurulmaya başlandı. Halkın kolayca ulaşabileceği küçük kitap ve okumaevleri’nden ayrı olarak, büyük genel kütüphaneler ve özel uzmanlık kitaplıkları kuruldu.
Beytül Hikme külliyesinin içinde yer alan İslam dünyasının en büyük kütüphanesinde 1 milyon kitap vardı; Şam, Kahire, Semerkant, Kurtuba, Merv’deki kütüphanelerde bulunan kitap sayısı bu sayıya yakındı. Timur’un torunu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ Beğ’in (1394-1449) kişisel kitaplığı, aynı yıllarda “Avrupa krallarının kitaplıklarının en az on katı kitapla doluydu.”17
Irak’ta çok küçük bir kasaba olmasına karşın Necef Kütüphanesi’nde, 40 bin kitap vardı. Fatımiler’in Kahire’deki kütüphanelerinde yalnızca felsefe üzerine 18 bin, matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu. Tahran’ın güneyindeki Rey kentinde, kent kütüphanesinin yalnızca kitap kataloğu, on büyük cilt tutmuştu. Her caminin bir kitaplığı vardı; her hastanede ziyaretçiler önce, “raflarında cilt cilt kitaplar bulunan salonlara alınırlardı.”18
Günümüzde; İtalya’daki Roma Ulusal Kütüphanesinde 677 bin, Viyana Devlet Kütüphane’sinde 924 bin, Berlin Ulusal Kütüphanesinde 1 milyon 230 bin kitap olduğu düşünülürse, bin yıl öncesinin kitap sayılarının ne anlam taşıdığı, daha iyi anlaşılacaktır.19

Okul ve Eğitim

Duvarları kitaptan görünmeyen” ve “insanlarla dolup taşan” kütüphaneler, tutkuya dönüşen öğrenme isteği, okullar ve okutulanlar; dikkatlice hazırlanmış bilinçli bir girişimin, devletin öncülük ettiği eğitim izlencelerinin (programlarının) ürünleriydiler. Görülmemiş bir “okul ve eğitim bolluğu” yaşanıyordu.
Bu öyle bir bolluktu ki; köylere dek yayılmış binlerce okulda 6-11 yaş kümesinde yüzlerce erkek ve kız çocuk, “küçük seccadelerin üzerinde diz çöküp mumyalanmış tahta levhalar üzerinde harfler yazıyor, Kur’an okuyor ve gramerin ilk kurallarını” öğreniyordu. Okul olmayan yerlerde aynı şey, “Müslüman ülkelerin her yerine yayılmış olan cami ve mescitlerde yapılıyor”; camiler ibadet aralarında, okuma yazma öğrenen çocuklarla doluyordu.20
Devlet, ilköğretimin yayılması için gereksinimleri karşılamada öncülük yapıyordu ancak yüksek yoğunluklu katılım, devlet ya da hükümdar zorlamasıyla olmuyordu. Halk, hem eğitime başlayıp bilgi ve görüşünü arttırması, hem de din kurallarını öğrenmesi için çocuğunu büyük bir istekle okullara, camilere yolluyordu. Hangi inançtan olursa olsun her aile, aynı şeyi, kendi kurumlarıyla yapmakta özgürdü. Buna kimse karışmıyordu.

Batının Karanlığı

Doğuda küçücük çocuklar okuma yazma öğrenip, Kur’an okuyabilirken; Batıda İncil, yalnızca papazların elinde bulunurdu. Halkın onu okuması yasaklanmıştı. “İncil’in dilini papazlar bilir” ve “yazdıklarını halka ancak papazlar anlatabilirdi”.
800 yıl boyunca halk, Latince verilen vaazları birşey anlamadan dinliyordu. Halkın Latince okuma yazma öğrenmeyişi, onların bunu istemedikleri için değildi. Halkın eğitilmesi ve İncil’i anlar duruma gelmesi, papalar ve imparatorlarca istenmiyordu.
Bu durum, 16.yüzyıldan sonra tersine dönecek ve gerileme sürecine giren İslam ülkelerinde cahil bırakılan halk, Kur’an’ı yetersiz hocalardan “öğrenmeye” başlarken; Batı, büyük bir eğitim atılımı gerçekleştirerek laikleşecek ve “herkesin her şeyi öğrenme” olanağına kavuşması sağlanacaktır. Günümüzde, Kur’an’ı Türkçe öğrenme ya da Türkçe ezan konularına gösterilen tepkiler göz önüne getirildiğinde, Doğu-Batı arasındaki “tersine dönüş”, daha iyi anlaşılacaktır.

Herkese Açık Parasız Eğitim

Kentlerden köylere dek yayılan okullarda, eğitim parasızdı. İnsanların bilgisiz kalmasını istemeyen devlet, okullara aylığa bağladığı öğretmenler atıyor, yurtlar yaptırıyor ve öğrencilerin temel gereksinimlerini karşılıyordu. Endülüs’te II.El-Hakem, Kurtuba’nın 81 ilkokuluna ek olarak, yalnızca yoksul çocukların alındığı 27 yeni okul yaptırmıştı. Kahire’de El-Mansur Kalavun, Mansuri Hastanesi külliyesinde bir yetimler okulu açmış, burada okuyan çocukların beslenme ve yazlık-kışlık giyim giderlerinin devlet tarafından karşılanmasını yasaya bağlamıştı.
Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi ve Alman araştırmacı Sigrid Hanke’nin deyimiyle, “halk eğitiminin üzerine gerilmiş sık dokulu bir ağ gibi” her yana yayılmış olan camiler, “eğitim düzeninde hiçbir gedik bırakmıyordu.”21

Üniversitenin Öncüleri Medreseler

Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı.
Parasız olan bu okulların öğrencileri, okulların üst katlarında ücretsiz yatar kalkar, yer içer ve küçük bir cep harçlığı da alırdı. Zemin katlarda ya da ek hizmet binalarında; mutfaklar, ambarlar, hamamlar bulunur; ortasında üzeri kubbeli ya da açık havuz (şadırvan) olan orta avlunun çevresinde, sınıflar ve kütüphaneler sıralanırdı.
Öğrenciler bu okullarda; Kur’an, hadis, dil bilgisi, edebiyat, matematik, gökbilimleri, tarih, coğrafya, mantık ve iyi konuşma (hitabet) derslerinden oluşan kapsamlı bir eğitimden geçerdi. Tartışma ve eleştiri toplantılarıyla; öğrenciler, öğrenimde etkin biçimde alır; büyük sınıflardaki öğrenciler, küçüklere geliştirici seminerler düzenlerdi. Bu okullar, o dönemdeki eğitimcilerin anlatımıyla; “bilginin binlerce çiçeğinden bilgelik balı toplanan ve sürekli uğuldayan arı kovanlarıydılar.”22

Kuramsal Düzey

İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal” sayan sözleri23, onlara güç veren en büyük yardımcıydı.
Bilgi edinmek isteyenler, namaz dışı zamanlarda bu genç profesörlerin çevresinde halka oluştururlar ve derse dönüşen tartışmalar düzenlerlerdi. Tartışmalara kadın ya da erkek herkes katılabilirdi. Katılımcılar, diledikleri anda öğretmenin sözünün arasına girebilir, ona soru sorabilir ya da eleştiride bulunabilirdi. Katılımcıların bilimsel düzeyleri yüksek olduğu için, bu işleyiş, ders vereni kusursuz bir hazırlığa zorlayan, çok yararlı bir yöntemdi.
En iyilerini dinlemiş olan eleştiriciler; iyi hazırlanmamış, bilgisi yetersiz ders vericilerin, saygıda kusur etmeyen korkulu rüyalarıydılar. Onların karşısına çıkmak için, yeni ve yüksek bilgiyle donanmış olmak gerekirdi. Ayrıca, bilgisine güvenen herkes, ders vermekte özgürdü. Ancak, ülkedeki en iyi bilim adamlarını konuk etmiş, onlarla tartışmış bir kitleye ders vermek, bilgi ve yüreklilik isteyen bir işti; kolayca ortaya çıkılmazdı. Bu davranış ve yaklaşım biçimi, Batının hiç bilmediği ve belli ki anlamadığı bir tutumdu.
9. ve 14. yüzyıllar arasında, Doğuda bilim ve eğitim bu düzeydeyken, Batıda karanlık bir dönem yaşanıyordu. Orta ve Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95’ti.24
9.yüzyıl başında Batı Avrupa’daki tüm Hıristiyan topraklarını birleştirerek kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kuran Şarlman (Charles Le Grand, 742-814), İmparator olduktan sonra, ilerlemiş yaşında okuma yazma öğrenmişti. Batılı aristokratlar, 18.yüzyıla dek okuma yazma bilmemekle övünürlerdi. Manastırlarda ancak birkaç keşiş yazı yazmayı bilirdi. St. Gallen Manastırı o dönemlerde, bir yıl aramasına karşın okuma-yazma bilen bir tek keşiş bulamamıştı.25

DİPNOTLAR

  1. Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999, sf.277
  2. Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.Bas. 2001, sf.133
  3. a.g.e. sf.124
  4. Manevi Cepheden Tarihte İran” Y.K.Necefzade, Neşriyat Yur.Yay. 1966, sf.31
  5. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.203
  6. a.g.e. sf.230
  7. Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.29
  8. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke, Altın Kit.Y., 2001, sf.230
  9. Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.50
  10. Ana Britannica 17.Cilt, sf.372
  11. Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.B., 2001, sf.59-60
  12. Ana Brittannica 4.Cilt, sf.332
  13. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.220
  14. a.g.e. sf.216
  15. a.g.e. sf.222
  16. a.g.e. sf.219
  17. Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.60-61
  18. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.217
  19. Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.62
  20. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.223
  21. a.g.e. sf.224
  22. a.g.e. sf.224
  23. a.g.e. sf.226
  24. a.g.e. sf.222
  25. a.g.e. sf.223

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder