Osmanlılar
ele geçirdikleri Bizans topraklarında, derebeylerin (feodallerin)
büyük çiftliklerini devlet adına kamulaştırıyor ancak
Hıristiyan köylülerin topraklarını kendilerine bırakıyordu.
Toprak işlerinde, halkı gözeten uygulamalar yapıldığı için,
Rum köylüler Bizans yönetimine göre daha iyi bir yaşam
sürüyordu. Feodal baskı altındaki köylüler, “
Türk yönetiminin sağladığı adaletin, yoksulları soyluların
baskı ve zulmünden kurtardığını”
söylüyor ve kendi istekleriyle Osmanlı uyruğuna geçiyordu.
“Dürüst
Yönetim”
Prof.Claude
Cohen,
Anadolu’daki Selçuklu yönetiminin niteliği konusunda, bir
Monofizist
(Araplaşmış Hıristiyanlar) Patrik olan Suriyeli tarihçi
Mihael’den
şu aktarmayı yapar: “Rum’daki
(Anadolu’daki y.n.) Sultan
Mesud’un
(Selçuklu Hükümdarı I.Mesut y.n.) uyruklarının
büyük bölümü Rumlar’dır. Dürüstlüğü ve yönetiminin
düzenliliği nedeniyle onun yönetimi altında yaşamayı yeğ
tutuyorlar... Türkler kutsal gizlere önem vermediklerinden... Bir
kimsenin nasıl ibadet ettiğini araştırmak ve bu nedenle bir
kimseyi cezalandırmak, onlara çok ters gelen birşeydir. Bu nedenle
hain ve yobaz kimseler olan Grekler’in tam tersidirler.”1
Türkler’in,
egemenlik altına aldığı topluluklara hoşgörülü davranması,
Osmanlılarla sınırlı kalmayan çok eski bir gelenek ve bir devlet
politikasıdır. Özgürlükçü gelenek; Etiler’den (Hititler)
Selçuklular’a, Göktürkler’den Gazneliler’e, Babürler’den
Osmanlılar’a dek binlerce yıl sürerek günümüze kadar
gelmiştir. Araştırmacıları şaşırtacak denli ileri bir
uygarlık kuran Etiler’in, “herşeyi
öğrenmeye açık tutumları”,
“kendilerine
akılcı gelen herşeyi benimseyip kendi kültürleriyle
bütünleştirme yetenekleri”
ve “fetihlerden
sonra etnik toplulukların dil ve dinlerine gösterdikleri saygı”2
Türkler’in daha sonra da sürdürmüş oldukları geleneksel bir
davranış biçimidir. Göktürk’ler,
egemenliği altına aldıkları ülkelerin halkına “geniş
bir serbestlik tanıyor”,
onların “kendi
istençlerine (iradelerine)
göre” ve
“eski
geleneklerine bağlı kalarak yaşamalarına”
izin veriyordu. Kentlerin başına bir Türk yönetici atanıyor ve
merkezin “herkese
eşitlik sağlayan”
yönetimi, bu yöneticinin sağladığı eşgüdüm aracılığıyla
yerel birimlerde de gerçekleştiriliyordu.3
Orta
Asya’nın Belirleyiciliği
Osmanlı
Devleti’nin evrimi, yalnızca askeri örgütlenme ve devlet
yönetimi konularında değil, bununla birlikte eğitim, hukuk,
maliye, ticaret ve üretim alanlarında da kendinden önceki
toplumsal ve tarihsel birikim üzerinde gelişti.
Orta
Asya
kültürünün tarihsel birikimi temel alınıp, yeni koşulların
yarattığı gereksinimler doğrultusunda, başka kültürlerden de
yararlanılarak, güçlü ve iyi işleyen bir toplumsal düzen
kuruldu. Selçukluların işleyip geliştirdiği Sasani,
Abbasi ve Bizans kültürü, binlerce yıllık Anadolu uygarlığıyla
karıştı ve tümü Türk kültürü içinde eriyerek,
ileri bir uygarlık gelişimi yaşandı. Anadolu, bu gelişime bağlı
olarak, büyük oranda Türkleşti.
Osmanlı
Yönetimi
Fetihlerle
ele geçirilen yerlerde, halkın yaşam biçimi ve dinsel inançlarına
karışılmaması; daha önce saldırılara açık, güvensiz bir
ortam içinde, üstelik Bizans feodalizminin yeğin (şiddetli)
baskısı altındaki Hıristiyan ve Musevi halkın, çoğu kez
gönüllü olarak Osmanlı uyruğuna geçmesine yol açıyordu.
Osmanlı; yerel halka güç kullanmıyor, askere almıyor, üstelik
onları dış saldırılara karşı koruyordu.
Uzun
dönemler boyunca yaratılan barış ve güven ortamı, bu insanların
sanat ve ticarette gelişmelerine, Türk nüfusun bile ulaşamadığı
gönenç ve varsıllığa kavuşmasına yol açtı. Müslüman
olmayanlardan alınan haraç
ve
cizye
gibi vergiler, varsıllıkları nedeniyle yük olmuyor, bu vergileri
severek ve kolayca ödüyorlardı. Bunların önemli bir bölümü,
herhangi bir zorlama olmamasına karşın, daha iyi yaşam
koşullarına kavuşmak ve bu koşullar içinde daha yüksek bir
konum ve siyasi güç elde etmek için, gönüllü olarak din
değiştiriyor ve Müslüman oluyordu.
Fethedilen
yerlerde, yerel halkın inancına
ve yaşam biçimine karışmama,
onlara bu yönde baskı
uygulamama
davranışı, eski bir Türk geleneğidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun
sınırları içinde yaşayan; 22 millet, 36 boy ve kavim ve binden
çok etnik ya da dinsel yapılanma; tarihlerinin en çatışmasız ve
gönençli dönemlerini Osmanlı yönetimi altında yaşadı.
Azınlıklar
Güçleniyor
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Türk nüfustan esirgediği ayrıcalıkları,
din ya da etnik köken ayırımı yapmadan azınlık milliyetlere
tanıması, Türkler dışındaki tüm azınlıkların, ekonomik
olarak gelişip güçlenmesine yol açtı.
17.yüzyılda
Yahudiler; akçalı işlemlerde güçlenip uzmanlaşmışlar,
sarraflık yoluyla piyasaya ve devlete borç verir duruma
gelmişlerdi. Bu yolla, sessiz ama etkili bir siyasi bir güç olmuşlardı.4
Ermeniler,
uluslararası ticareti ele geçirmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun
tüm dış tecimi (ticareti); İzmir’de, Halep’te ya da
İstanbul’da onlar aracılığıyla yapılıyordu. Osmanlı
uyruğuna girmeden önce, Kuzeydoğu Anadolu’da yalnızca tarım ve
hayvancılıkla uğraşan bu insanlar; kısa bir süre içinde, Batı
Asya’nın Avrupa’yla yaptığı tecimi elinde tutan aracılara
dönüşmüş ve büyük bir servetin sahibi olmuşlardı.5
Osmanlı
Devleti’nin yerel unsurlara tanıdığı ekonomik özgürlük ve
ayrıcalıklar, yalnızca Yahudi,
Rum
ya da Ermeniler’i
değil, İmparatorluk topraklarında Türkler dışında tüm etnik
kümeleri kapsıyordu. Hicaz,
Mısır
ya da Cezayir’de
durum ayrımlı değildi.
Buralarda
yaşayan Araplar, üstün
soy (kavm-i
necip)
diye nitelenerek vergi vermeme dahil, daha da özel ayrıcalıklarla
donatılıyordu. Araplar da en özgür dönemlerini Osmanlı yönetimi
altında yaşadılar. Fransız araştırmacı François
Georgeon,
Kemalizm
ve İslam Dünyası
adlı kitabında, Cezayir’deki Türk ve Fransız dönemlerini
kıyaslarken şunları söyleyecektir: “Cezayir’deki
Türk dönemi, Cezayirliler için bir altın çağdır, Fransız
sömürgeciliği bu altın çağın daha iyi görülebilmesini
sağlamıştır.”6
Bir
başka Fransız, gezgin Belon
du Mans,
(16.yüzyıl) gezi notlarını topladığı kitabında, Ege
adalarından Limni’de,
adalı bir Rum’la yaptığı söyleyişi aktarır. Mans,
Limni’li Rum’un kendisine, “Limni,
Türk yönetimine dek, hiçbir zaman bu kadar zengin, ekonomik açıdan
bu kadar gönençli olmadı”
dediğini yazar ve şu yorumu yapar: “Daha
önceleri sürekli taciz edilip eziyet gören bu insanlara,
yaşadıkları gönenci sağlayan gücün; uzun süren barış ve
güven ortamını geliştiren Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi
olduğunu eklemek gerekir.”7
Gerçeğin
Çarpıtılması
Tarihsel
gerçekler, somut veriler olarak ortadayken Batılılar, Türklerin
egemenliği altına aldığı halklara, özellikle de Hıristiyanlara,
“kan”
ve “gözyaşından”
başka bir şey “vermediğini”
ileri sürerler. Bunu neden yaptıklarını bilmek ve açıklamak
gerekir.
Açıklanması
güç olmayan bu neden, ekonomiktir ve açık bir biçimde çıkar
kaygılarına bağlıdır. Türkler’in Anadolu ve Avrupa’da
ilerlemeleri, bu bölgede doğrudan çıkarı olan Batı için önemli
yitiklere neden olmuş, onlar için kabul edilmesi güç bir durum
yaratmıştır.
Rumelinin
Önemi
Türkler’in
Rumeli’ye yerleşerek Boğazların iki yanını ele geçirmesi,
askeri olduğu kadar, ondan daha çok ekonomik bir başarıydı. Bu
girişim, Bizans tecimini büyük oranda Osmanlı Devleti’nin
denetimine soktu ve İstanbul’un alınmasının koşullarını
hazırladı. İstanbul’un alınmasıyla, Marmara ve Ege’den
başlayarak hemen tüm Akdeniz’e yayılan Osmanlı egemenliği,
buralardaki ekonomik etkinliklere bambaşka bir yön verdi ve bu
etkinlikleri Batı Avrupa’nın etkisinden çıkardı.
Anadolu
ve Rumeli’yle başlayıp İstanbul’un alınmasıyla süren
gelişmeler, ekonomik olarak gerçek zararı Bizans üzerinden Batıya
vermişti. İtalyan tecimenler (tüccarlar) aracılığıyla
Bizans’ı, Bizans aracılığıyla da Anadolu pazarını kullanan
ve Uzakdoğu’ya kolayca uzanan Avrupalılar, Anadolu’yla birlikte
büyük bir gelir kaynağını yitirmişlerdi.
Yitiğin
neden olduğu ve Hunlar’dan beri süren gerilim, Osmanlı döneminde
en üst düzeye çıkmıştı. Avrupa’da yaygın olan Türk
karşıtlığının ana nedeni buydu. Türkler’in yaptığını,
Hıristiyan bir toplum yapsa, aynı karşıtlığı, kuşkusuz ona
karşı da göstereceklerdi. Yüzlerce yıl dillerden düşürülmeyen
“barbar
Türkler”
söyleminin temelinde; Rum, Ermeni ya da Sırp halkını düşünmek
değil, yitirilmiş olan ekonomik çıkar yatıyordu.
Hıristiyanlar
Türk Yönetimi İstiyor
Anadolu’daki
Hıristiyan halkın Türk egemenliği ile bir sorunu yoktu, sorun
olmadığı gibi kendilerini geliştirebilecekleri özgür bir ortama
kavuşmuşlardı. Erinçli (huzurlu) bir yaşamları vardı. 1142
yılında Uluborlu’yu
kuşatan Türklere karşı ordu gönderen Bizans İmparatoru, yörede
yaşayan Hıristiyan halktan destek görmemiş, tersine karşı
koyuşla karşılaşmıştı. Beyşehir gölü dolaylarındaki
Hıristiyan halk, Bizanslılara karşı Selçukluları
desteklemişti.8
Beyşehirli
Hıristiyanların davranışı nedensiz değildi. Türkler, yönetimi
altına aldığı bu insanlara Bizans’dan çok daha iyi
davranıyordu. Örneğin, Selçuklu Hakanı Keyhüsrev,
1196 yılındaki Aydın seferinde, daha önce Bizanslılar tarafından
sürülmüş olan Akşehir Hıristiyanlarını özgür kılmış,
beşer bin kişilik kafileler halinde memleketlerine geri
göndermişti. Onlara; toprak, ev, tarım aracı, tohumluk vermiş ve
beş yıl vergi almamıştı.
Bu
bilgileri veren Bizanslı yazar Niketos
şu açıklamayı yapacaktır: “Birçok
yerin halkı, savaş olmadan Sultan’ın ülkesine göçtü. Bu
kadar iyi davranışlar Rumlara, alıştıkları yerleri unutturdu.
Halk, barbarların ülkesine giderek orada yaşadı. Zalimlerin
(Bizanslı
despotların y.n.)
zulmune uğrayan halkın, efendilerine saygı duymayıp kendi
istekleriyle oturdukları yeri terk etmelerinde şaşılacak bir yan
yoktur.”9
Türel
(Adil) Düzen
Osmanlılar
ele geçirdikleri Bizans topraklarında, derebeylerin (feodallerin)
büyük çiftliklerini devlet adına kamulaştırıyor ancak
Hıristiyan köylülerin topraklarını kendilerine bırakıyordu.
Toprak işlerinde, halkı gözeten uygulamalar yapıldığı için,
Rum köylüler Bizans yönetimine göre daha iyi bir yaşam
sürüyordu. Feodal baskı altındaki köylüler, “Türk
yönetiminin sağladığı türenin (adaletin),
yoksulları soyluların (aristokratların)
baskı ve zulmünden kurtardığını”
söylüyor10
ve kendi istekleriyle Osmanlı uyruğuna geçiyordu.
Almanya’da
bile “Türk
yönetiminin adaleti”
konuşuluyor ve Almanlar, “Türkler’in
Almanya’ya gelip ülkelerinde süregelen haksızlık ve
adaletsizliğe engel olacağı”
yönünde umut taşıyordu.11
Fatih,
Bizans Ortodoks Kilisesi’ne o denli geniş haklar tanımıştı ki,
“İstanbul
üzerinde Latin tiyarı
(Papa’nın başlığı) egemen
olacağına Türk sancağı egemen olsun”
diyen ortodokslar, fetihten sonra Fatih’i,
Doğu Roma’nın yalnızca yönetimsel değil, tüzel (hukuksal)
hükümdarı ve İmparatoru saymışlardı.12
Ünlü
Fransız tarihçi Claude
Cohen,
Osmanlıdan
Önce
Anadolu’da
Türkler
adlı yapıtında, Türkler’in “tüm
yaşamları boyunca ve gittikleri her yerde”
egemenliği altına aldığı “hiçbir
topluluğun tarihini sona erdirmediğini”
ve “onlarla
kaynaştığını”
söylemiştir.13
Türkler,
hayranlık verici uyum yetenekleriyle, Cohen’e
göre, “yaratıcı
olamadıkları zamanlarda bile, kendilerinin henüz yaratamadıklarını
başkalarının yaratmasına her zaman olanak vermiştir.”14
Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi
adlı ünlü yapıtıyla Osmanlı ekonomisini inceleyen Prof.Mustafa
Akdağ,
Türk yönetiminin Anadolu halkına etkisini genişçe incelemiş ve
vardığı sonuçları kanıtlarıyla ortaya koymuştur. Akdağ,
söz konusu kitapta konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Türk
egemenliğinin, Bizansın siyasi yaşamına son vermesinin,
Batılıların ileri sürdüğü gibi, Yakındoğu ve Balkan
Hıristiyanlarının zararına değil, yararına olduğu açıkça
görülür. Çünkü yeni Türk rejiminin Müslüman ve Hıristiyan
herkes hakkında uyguladığı, imtiyazsız hukuk sistemi, özellikle
ekonomik-sosyal alanda sağladığı serbestlik; daha önce Batılı
tüccarlar tarafından sömürülen Bizans’ın Hıristiyan halkını,
bu sömürüden kurtararak daha gönençli ve güvenilir bir iş
yaşamına sokuyordu. Rum çiftçiyi ikide bir köleliğe zorlayan
Bizans toprak aristokrasisi ortadan kalktığı gibi, İtalyan
ticaret kolonileri tezgâhlarını söküp gidiyordu ve yerlerini
Türk-Osmanlı reayası olan yerli tüccarlara bırakıyorlardı.”15
Batının
Yunanistan Koruyuculuğu (Hamiliği)
Avrupalıların,
“demokrasi
ve uygarlığın beşiği”
söylemiyle sürdürdüğü Yunan yandaşlığı, gösterildiği gibi
kültürel sahiplenme değil, doğrudan ekonomik çıkarla ilgili bir
sorundur. Bizans’ın düşmesiyle uluslararası tecim yollarının
Türklerin denetimine geçmesi, gelişmekte olan Avrupa tecimini iki
yeni uygulamaya yöneltti. Bir yandan okyanus aşırı deniz tecim
yolları aranırken, öte yandan Türkler’den tecimsel ayrıcalık
(imtiyaz) elde edilmeye çalışıldı.
Osmanlı
uyruğundaki Müslüman olmayan halk, bu halk içinde de Mora, Ege
adaları, Kıbrıs ve Girit’de yoğun olarak yaşayan Grekler,
işbirlikçi
gereksinimini karşılama
açısından önemliydi. Rumlar başta olmak üzere, Osmanlı
topraklarında yaşayan tüm Hıristiyanlara bu nedenle ‘sahip’
çıkıldı ve Osmanlı Devleti güç yitirdikçe bu ‘sahiplenme’,
ayrılıkçı desteğe dönüştürüldü. Bugün Kürt kültüründen
söz edip petrol çıkarı için Kürtler’e yönelen Batı
politikası, o dönemde tecimsel çıkar için Rumlar’a yönelmişti.
19.yüzyıl
başlarında Türkiye üzerine araştırmalar yapan ve önerileri
İngiliz hükümetlerince hemen hiç değiştirilmeden uygulanan
D.Urqhard,
İngiltere’nin yürütmesi gereken Yunan politikasını ve bu
politikanın amaçlarını, ekonomik dayanaklarını ortaya koyarak
şöyle açıklar: “Osmanlı
Devleti’ne yönelik politikamızın bugünkü amacı,
tüccarlarımızın tek tek çıkarı değil, ticaretimizin genel
gelişimidir. Bu işin aracıları; ülkeyi tanıyan, dil bilen,
ticari bağlantıları ve görgüsü olan, büyük pazarları bir bir
gezip görmüş, elveriyorsa ilişkilerini doğrudan İngiltere’yle
sürdüren insanlar olmalıdır. İngiliz tüccarlar için küçük
limanlarda gemilerine yüklenecek mal aramaya gitmek ya da bu
limanları tek tek dolaşıp yük indirmek kârlı olmayabilir. Bu
nedenle, kıyı ya da kervan ticareti denen şey, tümüyle Rumların
işi olmalıdır. Küçük boydaki Rum gemileri bizim ürettiğimiz
malları ya da sömürge ürünlerimizi, ülkedeki çeşitli
ürünlerle değiştirebilirler; mallarımızı ambarlarında depo
edebilirler. Rumlar, beceriklilikleri, çalışkanlıkları ve kendi
aralarında girişecekleri rekabet nedeniyle bize ucuza gelir,
ticaretimiz destek görüp rahatlık kazanır. Türkiye’yle
ticaretimizin bütün geleceği fiilen şu iki nokta üzerine
dayanacaktır. Bunların birincisi, ticari rekabetin İngiliz
şirketleri önüne çıkaracağı engellerden, ikincisi ise
Yunanistan’ın Türk egemenliğinden kurtarılmasıdır.”16
Ekonomik
Etkinlik
Osmanlı
Devleti kurulduğunda Anadolu’da, yoğun bir tecim ve çeşitlenerek
hızla artan bir üretim etkinliği vardı. Yeraltı ve yerüstü
kaynaklarının varsıllığı bir yana, o dönemin dünya teciminde
yaşamsal öneme sahip iki ana tecim yolu, Anadolu topraklarından
geçiyordu.
Başlı
başına bir varsıllık oluşturan bu durum, Anadolu’yu her zaman
önemi olan bir yer durumuna getiriyordu. Uzakdoğu’dan gelerek
Hazar’ın
kuzeyinden Karadeniz’e
varan karayolu, buradan deniz yoluyla İstanbul’a
geliyor, boğazları
geçerek Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşıyordu. Aynı yol, Rusya’yı,
Kırım-Trabzon-Sivas
ya da Kırım-Sinop-Konya
yoluyla Mezopotamya ve Mısır’a bağlıyordu.
İkinci
ana tecim yolu ise, Uzakdoğu’dan gelerek İran’dan geçiyor,
Hazar’ın güneyinden Sivas ve Ankara üzerinden İstanbul’a,
buradan yine deniz yoluyla Akdeniz’e ve Batıya uzanıyordu. Büyük
göçlerin binlerce
yıl izlediği ve Anadolu’yu bir “kavimler
kapısı”
durumuna getiren göç yolları, birinci bin yıldan sonra dünya
teciminin büyük bölümünün yapıldığı tecim yolları olmuştu.
Doğu-Batı
ve Kuzey-Güney ulaşımının kavşak noktasında bulunması,
Anadolu’yu tarihin her döneminde değerli kılmış ve dünyaya
açılma yeteneğine kavuşan büyük güçlerin tümünün ilgisini
çekmiştir.
Geçmişte
öncelik, uluslararası tecim kaygılarıyken; bugünün önceliği,
hemen aynı yolları izleyen enerji aktarımıdır ve Anadolu bu
aktarımın kavşak noktasındadır. Eskiden Batının “dünya
ulaşım yollarını denetleme”
ya da Rusya’nın “sıcak
denizlere inme”
olarak belirlediği tarihsel politika ile günümüzdeki Amerika
Birleşik Devletleri’nin “Büyük
Ortadoğu Projesi”
adıyla Avrasya’ya yönelen politikası arasında; amaç, anlayış
ve Anadolu’yu ilgilendiren girişimler bakımından önemli bir
ayrım bulunmamaktadır. Anadolu her zaman, onu elinde
bulunduranların başına
dert açacak denli değerli
bir yerdir.
Türkler,
tecim yolları üzerindeki toprakları elde tutmaları nedeniyle,
dünya tecimi üzerinde uzun süre etkili oldu. Bu yolları, önce
denetlediler daha sonra buradan yapılan tecime katıldılar.
Hunlardan Osmanlılara dek uzanan iki bin yıl boyunca, Doğuyla
Batıyı birbirine bağlayan karayolu tecimi, büyük oranda
Türkler’in egemen olduğu bölgeler üzerinden yapılmıştı.
Türkler, başlangıçta tecim yollarını elinde bulundurma ve
buralarda güvenliği sağlama nedeniyle vergi almayla yetinirken
daha sonra ve giderek artan oranda bu tecime katıldılar ve bölgenin
tek egemeni oldular.
Kent
Yaşamı
Tecimsel
etkinlik, İslamiyet kabul edildikten sonra yoğunlaştı ve
Selçuklularla onların ardılı Osmanlılar döneminde üst düzeye
çıktı. Tecim yollarının kavşak noktasındaki Anadolu’da
kendine özgü canlı bir ekonomik yaşam oluştu.
Mustafa
Akdağ,
bu yaşamı şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’de,
kent yaşamı çok gelişmiş olduğu için, doğaldır ki; sanayi
yanında, geniş bir ticari etkinlik de olacaktı. Selçukî
Türkiyesi ticarî alış verişi; ülke içi ticaret, dış ticaret
ve kervancılık olarak üç biçimde yapılıyordu. Ülke içi
ticaret
önemli
ölçüde, büyük kent meydan pazarlarında, ticaret hanlarında ve
dükkanlarda toplanmıştı. Sonradan, Osmanlılar döneminde çok
gelişmiş olarak görülen, kentlere özgü kapalı çarşılar,
yani han içi ticaret, Selçukî devrinde de vardı. Pirinççiler
hanı, pamuk hanı, meyva hanı gibi her tür hammadde ya da gıda
maddesi için ayrı bir han inşa edilmişti...”17
Anadolu’da
Yapılanlar
11.yüzyıl
göçleriyle Anadolu’ya son gelen Türkler; Erzurum’dan Ege
sahillerine, Marmara’dan Suriye’ye dek ekonomik olarak perişan
bir ülke bulmuştu.18
Bizans
feodalizminin aşırı baskısından kaynaklanan yoksullaşma, kısa
süre içinde aşıldı ve tüzel bütünlüğü olan, iyi işleyen,
güçlü bir merkezi yönetim kuruldu; geniş ve canlı bir pazar
yaratıldı. Yeni devlet, önce toplum yaşamını düzene soktu ve
sağladığı dengeyle (istikrar), ekonomiyi canlandırıp
güçlendirdi.
Yaylalara
yerleşen Türkmenler, Anadolu yaşamına yeni bir ekonomik unsur
olarak girdiler. Orta
Asya’dan
getirilen gelişkinlik canlanmayı hızlandırdı; göçebeler kasaba
ve kentlerde yaşamaya çabuk alıştılar. Haçlı yıkımı, bu
toparlanmaya önemli zararlar verdi ancak ekonomik gelişme kısa bir
aradan sonra yeniden hızlandı. Nüfus hızla arttı.
Uygarlıkların kavşak noktası olan Anadolu üzerinde, yepyeni bir
toplum ve yaşam kuruldu. Bu gelişme, Anadolu için gerçek bir
ekonomik-sosyal devrimdi.19
Selçuklular
gibi Oğuz boylarından gelen Osmanlılar, ardılı oldukları
Selçuklulardan aldıkları toplumsal birikimi, o birikimin taşıyıcı
unsuru olarak daha da geliştirdiler ve altıyüz yıllık büyük
bir imparatorluk kurdular.
Osmanlı
Devleti’nin ortaya çıkışını, yaygınca kabul gördüğü gibi
“yeni
bir devletin kuruluşu”
olarak değil, belki de ondan daha çok; tarihsel köken, toplumsal
yapı ve kültürel birikim olarak aynı geçmişe sahip bir
milletin,
kendi içinde yaşadığı iç süreçler olarak görmek gerekir. Bu
görüşü, Osmanlıların kendileri de ileri sürmüş ve
İmparatorluğa adını veren I.Osman’ı,
Selçuklu Hakanı III.Alâaddin’in
ardılı
olarak
kabul etmişlerdi.20
Geliştirilen
Birikim
Osmanlılar,
Selçuklulardan devraldıkları toplumsal düzeni; ekonomiden yönetim
biçiminden kentleşmeye, askeri yapılanmadan toprak ve vergi
işleyişine dek tüm alanlarda daha da geliştirdiler.
Güçlenmeye
temel oluşturan toplumsal düzen, Selçukluların devlet biçimine
çok benzeyen bir yapı üzerine oturtulmuştu. Dönemler arası
ayrımlılıkların gerekli kıldığı yenileşmeler yapılmıştı
ancak devleti oluşturan kurumların temel niteliği değişmemişti.
Selçuklular’ın geliştirdiği Türk
tımar
düzeni
sürdürülmüş,
ırsi
askeri tımar
işleyişi
devam etmiş,
denizcilik
ve donanma hizmeti, askeri yapılanma ve ordu işleyişi korunmuş;
yönetim
anlayışı,
hukuk,
eğitim
ve vergi
düzenleri
geliştirilerek sürdürülmüştür.21
DİPNOTLAR
- “Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler”, Prof. Claude Cohen, e Yay., 2.Basım-1984, sf.212
- “Hititler-Bilinmeyen Bir Dünya İmparatorluğu” Hartmut Schickert-Birgit Brandau, Arkadaş Yay., Ankara-2003, sf.325
- “Türk Kültürünün Gelişme Çağları” Prof. Bahaddin Ögel, Türk Dünyası Araştırma Vakfı, İstanbul 1988, sf.149
- “Histoire du Commerce Français dans le Levant an XII éme Siécle”, P.Masson, Paris-1896, ak; S.Yerasimos “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.Basım-2000, sf.516
- a.g.e. sf.516
- “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan, Kum Saati Yay., 6.Basım 2003, 2.Cilt, sf.287
- a.g.e. sf.287
- “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 5.Cilt, İst.-1996, sf.1955-1956
- a.g.e. sf.2014
- “Tarih III-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.40
- “Türkler Hakkında” Nürenbergli Hans Rosenblut, ak; “Tarih III-Kemalist Eğitimin Ders Notları” sf.40
- “Tarih III-kemalist Eğitimin Ders Notları” Kaynak Yay., 3. Bas.-2001, sf.39
- “Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler”, Prof. Claude Cohen, e Yay., 2.Basım-1984, sf.13
- a.g.e. sf.67
- “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, Cem Yay., 1995, İstanbul, 1.Cilt, sf.370
- “La Turque, ses Ressources, son Organisation Municipale son Commerce”, Paris 1836, ak; S.Yerasimos “Geri Kalmışlık Sürecinde Türkiye” 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bsım İstanbul 2000, sf.544
- “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Cem Yay., İst. 1995, 1.Cilt, sf.27
- Cambridge Economic History of Europe, Vol II, P.86, ak; Mustafa Akdağ “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” 1.Cilt, Cem Yay. İst. 1995, sf.343
- “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, 1.Cilt, Cem Yay., İstanbul-1995, sf.343
- a.g.e. sf.201
- “Bizans Müesselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 3.Basım-2002, sf.99-112
Çok değerli paylaşımlarınız için teşekkürler.
YanıtlaSilSağol sevgili Gökhan.
YanıtlaSilSağol sevgili Gökhan.
YanıtlaSil