9 Nisan 2015 Perşembe

OSMANLILARDA YÖNETİM BİÇİMİ VE EKONOMİ


Osmanlılar ele geçirdikleri Bizans topraklarında, derebeylerin (feodallerin) büyük çiftliklerini devlet adına kamulaştırıyor ancak Hıristiyan köylülerin topraklarını kendilerine bırakıyordu. Toprak işlerinde, halkı gözeten uygulamalar yapıldığı için, Rum köylüler Bizans yönetimine göre daha iyi bir yaşam sürüyordu. Feodal baskı altındaki köylüler, “ Türk yönetiminin sağladığı adaletin, yoksulları soyluların baskı ve zulmünden kurtardığını” söylüyor ve kendi istekleriyle Osmanlı uyruğuna geçiyordu.


Dürüst Yönetim”

Prof.Claude Cohen, Anadolu’daki Selçuklu yönetiminin niteliği konusunda, bir Monofizist (Araplaşmış Hıristiyanlar) Patrik olan Suriyeli tarihçi Mihael’den şu aktarmayı yapar: “Rum’daki (Anadolu’daki y.n.) Sultan Mesud’un (Selçuklu Hükümdarı I.Mesut y.n.) uyruklarının büyük bölümü Rumlar’dır. Dürüstlüğü ve yönetiminin düzenliliği nedeniyle onun yönetimi altında yaşamayı yeğ tutuyorlar... Türkler kutsal gizlere önem vermediklerinden... Bir kimsenin nasıl ibadet ettiğini araştırmak ve bu nedenle bir kimseyi cezalandırmak, onlara çok ters gelen birşeydir. Bu nedenle hain ve yobaz kimseler olan Grekler’in tam tersidirler.”1
Türkler’in, egemenlik altına aldığı topluluklara hoşgörülü davranması, Osmanlılarla sınırlı kalmayan çok eski bir gelenek ve bir devlet politikasıdır. Özgürlükçü gelenek; Etiler’den (Hititler) Selçuklular’a, Göktürkler’den Gazneliler’e, Babürler’den Osmanlılar’a dek binlerce yıl sürerek günümüze kadar gelmiştir. Araştırmacıları şaşırtacak denli ileri bir uygarlık kuran Etiler’in, “herşeyi öğrenmeye açık tutumları”, “kendilerine akılcı gelen herşeyi benimseyip kendi kültürleriyle bütünleştirme yetenekleri” ve “fetihlerden sonra etnik toplulukların dil ve dinlerine gösterdikleri saygı”2 Türkler’in daha sonra da sürdürmüş oldukları geleneksel bir davranış biçimidir. Göktürk’ler, egemenliği altına aldıkları ülkelerin halkına “geniş bir serbestlik tanıyor”, onların “kendi istençlerine (iradelerine) göre” ve “eski geleneklerine bağlı kalarak yaşamalarına” izin veriyordu. Kentlerin başına bir Türk yönetici atanıyor ve merkezin “herkese eşitlik sağlayan” yönetimi, bu yöneticinin sağladığı eşgüdüm aracılığıyla yerel birimlerde de gerçekleştiriliyordu.3

Orta Asya’nın Belirleyiciliği

Osmanlı Devleti’nin evrimi, yalnızca askeri örgütlenme ve devlet yönetimi konularında değil, bununla birlikte eğitim, hukuk, maliye, ticaret ve üretim alanlarında da kendinden önceki toplumsal ve tarihsel birikim üzerinde gelişti.
Orta Asya kültürünün tarihsel birikimi temel alınıp, yeni koşulların yarattığı gereksinimler doğrultusunda, başka kültürlerden de yararlanılarak, güçlü ve iyi işleyen bir toplumsal düzen kuruldu. Selçukluların işleyip geliştirdiği Sasani, Abbasi ve Bizans kültürü, binlerce yıllık Anadolu uygarlığıyla karıştı ve tümü Türk kültürü içinde eriyerek, ileri bir uygarlık gelişimi yaşandı. Anadolu, bu gelişime bağlı olarak, büyük oranda Türkleşti.

Osmanlı Yönetimi

Fetihlerle ele geçirilen yerlerde, halkın yaşam biçimi ve dinsel inançlarına karışılmaması; daha önce saldırılara açık, güvensiz bir ortam içinde, üstelik Bizans feodalizminin yeğin (şiddetli) baskısı altındaki Hıristiyan ve Musevi halkın, çoğu kez gönüllü olarak Osmanlı uyruğuna geçmesine yol açıyordu. Osmanlı; yerel halka güç kullanmıyor, askere almıyor, üstelik onları dış saldırılara karşı koruyordu.
Uzun dönemler boyunca yaratılan barış ve güven ortamı, bu insanların sanat ve ticarette gelişmelerine, Türk nüfusun bile ulaşamadığı gönenç ve varsıllığa kavuşmasına yol açtı. Müslüman olmayanlardan alınan haraç ve cizye gibi vergiler, varsıllıkları nedeniyle yük olmuyor, bu vergileri severek ve kolayca ödüyorlardı. Bunların önemli bir bölümü, herhangi bir zorlama olmamasına karşın, daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak ve bu koşullar içinde daha yüksek bir konum ve siyasi güç elde etmek için, gönüllü olarak din değiştiriyor ve Müslüman oluyordu.
Fethedilen yerlerde, yerel halkın inancına ve yaşam biçimine karışmama, onlara bu yönde baskı uygulamama davranışı, eski bir Türk geleneğidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan; 22 millet, 36 boy ve kavim ve binden çok etnik ya da dinsel yapılanma; tarihlerinin en çatışmasız ve gönençli dönemlerini Osmanlı yönetimi altında yaşadı.

Azınlıklar Güçleniyor

Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk nüfustan esirgediği ayrıcalıkları, din ya da etnik köken ayırımı yapmadan azınlık milliyetlere tanıması, Türkler dışındaki tüm azınlıkların, ekonomik olarak gelişip güçlenmesine yol açtı.
17.yüzyılda Yahudiler; akçalı işlemlerde güçlenip uzmanlaşmışlar, sarraflık yoluyla piyasaya ve devlete borç verir duruma gelmişlerdi. Bu yolla, sessiz ama etkili bir siyasi bir güç olmuşlardı.4
Ermeniler, uluslararası ticareti ele geçirmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm dış tecimi (ticareti); İzmir’de, Halep’te ya da İstanbul’da onlar aracılığıyla yapılıyordu. Osmanlı uyruğuna girmeden önce, Kuzeydoğu Anadolu’da yalnızca tarım ve hayvancılıkla uğraşan bu insanlar; kısa bir süre içinde, Batı Asya’nın Avrupa’yla yaptığı tecimi elinde tutan aracılara dönüşmüş ve büyük bir servetin sahibi olmuşlardı.5
Osmanlı Devleti’nin yerel unsurlara tanıdığı ekonomik özgürlük ve ayrıcalıklar, yalnızca Yahudi, Rum ya da Ermeniler’i değil, İmparatorluk topraklarında Türkler dışında tüm etnik kümeleri kapsıyordu. Hicaz, Mısır ya da Cezayir’de durum ayrımlı değildi.
Buralarda yaşayan Araplar, üstün soy (kavm-i necip) diye nitelenerek vergi vermeme dahil, daha da özel ayrıcalıklarla donatılıyordu. Araplar da en özgür dönemlerini Osmanlı yönetimi altında yaşadılar. Fransız araştırmacı François Georgeon, Kemalizm ve İslam Dünyası adlı kitabında, Cezayir’deki Türk ve Fransız dönemlerini kıyaslarken şunları söyleyecektir: “Cezayir’deki Türk dönemi, Cezayirliler için bir altın çağdır, Fransız sömürgeciliği bu altın çağın daha iyi görülebilmesini sağlamıştır.”6
Bir başka Fransız, gezgin Belon du Mans, (16.yüzyıl) gezi notlarını topladığı kitabında, Ege adalarından Limni’de, adalı bir Rum’la yaptığı söyleyişi aktarır. Mans, Limni’li Rum’un kendisine, “Limni, Türk yönetimine dek, hiçbir zaman bu kadar zengin, ekonomik açıdan bu kadar gönençli olmadı” dediğini yazar ve şu yorumu yapar: “Daha önceleri sürekli taciz edilip eziyet gören bu insanlara, yaşadıkları gönenci sağlayan gücün; uzun süren barış ve güven ortamını geliştiren Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi olduğunu eklemek gerekir.”7

Gerçeğin Çarpıtılması

Tarihsel gerçekler, somut veriler olarak ortadayken Batılılar, Türklerin egemenliği altına aldığı halklara, özellikle de Hıristiyanlara, “kan” ve “gözyaşından” başka bir şey “vermediğini” ileri sürerler. Bunu neden yaptıklarını bilmek ve açıklamak gerekir.
Açıklanması güç olmayan bu neden, ekonomiktir ve açık bir biçimde çıkar kaygılarına bağlıdır. Türkler’in Anadolu ve Avrupa’da ilerlemeleri, bu bölgede doğrudan çıkarı olan Batı için önemli yitiklere neden olmuş, onlar için kabul edilmesi güç bir durum yaratmıştır.

Rumelinin Önemi

Türkler’in Rumeli’ye yerleşerek Boğazların iki yanını ele geçirmesi, askeri olduğu kadar, ondan daha çok ekonomik bir başarıydı. Bu girişim, Bizans tecimini büyük oranda Osmanlı Devleti’nin denetimine soktu ve İstanbul’un alınmasının koşullarını hazırladı. İstanbul’un alınmasıyla, Marmara ve Ege’den başlayarak hemen tüm Akdeniz’e yayılan Osmanlı egemenliği, buralardaki ekonomik etkinliklere bambaşka bir yön verdi ve bu etkinlikleri Batı Avrupa’nın etkisinden çıkardı.
Anadolu ve Rumeli’yle başlayıp İstanbul’un alınmasıyla süren gelişmeler, ekonomik olarak gerçek zararı Bizans üzerinden Batıya vermişti. İtalyan tecimenler (tüccarlar) aracılığıyla Bizans’ı, Bizans aracılığıyla da Anadolu pazarını kullanan ve Uzakdoğu’ya kolayca uzanan Avrupalılar, Anadolu’yla birlikte büyük bir gelir kaynağını yitirmişlerdi.
Yitiğin neden olduğu ve Hunlar’dan beri süren gerilim, Osmanlı döneminde en üst düzeye çıkmıştı. Avrupa’da yaygın olan Türk karşıtlığının ana nedeni buydu. Türkler’in yaptığını, Hıristiyan bir toplum yapsa, aynı karşıtlığı, kuşkusuz ona karşı da göstereceklerdi. Yüzlerce yıl dillerden düşürülmeyen “barbar Türkler” söyleminin temelinde; Rum, Ermeni ya da Sırp halkını düşünmek değil, yitirilmiş olan ekonomik çıkar yatıyordu.

Hıristiyanlar Türk Yönetimi İstiyor

Anadolu’daki Hıristiyan halkın Türk egemenliği ile bir sorunu yoktu, sorun olmadığı gibi kendilerini geliştirebilecekleri özgür bir ortama kavuşmuşlardı. Erinçli (huzurlu) bir yaşamları vardı. 1142 yılında Uluborlu’yu kuşatan Türklere karşı ordu gönderen Bizans İmparatoru, yörede yaşayan Hıristiyan halktan destek görmemiş, tersine karşı koyuşla karşılaşmıştı. Beyşehir gölü dolaylarındaki Hıristiyan halk, Bizanslılara karşı Selçukluları desteklemişti.8
Beyşehirli Hıristiyanların davranışı nedensiz değildi. Türkler, yönetimi altına aldığı bu insanlara Bizans’dan çok daha iyi davranıyordu. Örneğin, Selçuklu Hakanı Keyhüsrev, 1196 yılındaki Aydın seferinde, daha önce Bizanslılar tarafından sürülmüş olan Akşehir Hıristiyanlarını özgür kılmış, beşer bin kişilik kafileler halinde memleketlerine geri göndermişti. Onlara; toprak, ev, tarım aracı, tohumluk vermiş ve beş yıl vergi almamıştı.
Bu bilgileri veren Bizanslı yazar Niketos şu açıklamayı yapacaktır: “Birçok yerin halkı, savaş olmadan Sultan’ın ülkesine göçtü. Bu kadar iyi davranışlar Rumlara, alıştıkları yerleri unutturdu. Halk, barbarların ülkesine giderek orada yaşadı. Zalimlerin (Bizanslı despotların y.n.) zulmune uğrayan halkın, efendilerine saygı duymayıp kendi istekleriyle oturdukları yeri terk etmelerinde şaşılacak bir yan yoktur.”9

Türel (Adil) Düzen

Osmanlılar ele geçirdikleri Bizans topraklarında, derebeylerin (feodallerin) büyük çiftliklerini devlet adına kamulaştırıyor ancak Hıristiyan köylülerin topraklarını kendilerine bırakıyordu. Toprak işlerinde, halkı gözeten uygulamalar yapıldığı için, Rum köylüler Bizans yönetimine göre daha iyi bir yaşam sürüyordu. Feodal baskı altındaki köylüler, “Türk yönetiminin sağladığı türenin (adaletin), yoksulları soyluların (aristokratların) baskı ve zulmünden kurtardığını” söylüyor10 ve kendi istekleriyle Osmanlı uyruğuna geçiyordu.
Almanya’da bile “Türk yönetiminin adaleti” konuşuluyor ve Almanlar, “Türkler’in Almanya’ya gelip ülkelerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacağı” yönünde umut taşıyordu.11 Fatih, Bizans Ortodoks Kilisesi’ne o denli geniş haklar tanımıştı ki, “İstanbul üzerinde Latin tiyarı (Papa’nın başlığı) egemen olacağına Türk sancağı egemen olsun” diyen ortodokslar, fetihten sonra Fatih’i, Doğu Roma’nın yalnızca yönetimsel değil, tüzel (hukuksal) hükümdarı ve İmparatoru saymışlardı.12
Ünlü Fransız tarihçi Claude Cohen, Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler adlı yapıtında, Türkler’in “tüm yaşamları boyunca ve gittikleri her yerde” egemenliği altına aldığı “hiçbir topluluğun tarihini sona erdirmediğini” ve “onlarla kaynaştığını” söylemiştir.13 Türkler, hayranlık verici uyum yetenekleriyle, Cohen’e göre, “yaratıcı olamadıkları zamanlarda bile, kendilerinin henüz yaratamadıklarını başkalarının yaratmasına her zaman olanak vermiştir.”14
Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi adlı ünlü yapıtıyla Osmanlı ekonomisini inceleyen Prof.Mustafa Akdağ, Türk yönetiminin Anadolu halkına etkisini genişçe incelemiş ve vardığı sonuçları kanıtlarıyla ortaya koymuştur. Akdağ, söz konusu kitapta konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Türk egemenliğinin, Bizansın siyasi yaşamına son vermesinin, Batılıların ileri sürdüğü gibi, Yakındoğu ve Balkan Hıristiyanlarının zararına değil, yararına olduğu açıkça görülür. Çünkü yeni Türk rejiminin Müslüman ve Hıristiyan herkes hakkında uyguladığı, imtiyazsız hukuk sistemi, özellikle ekonomik-sosyal alanda sağladığı serbestlik; daha önce Batılı tüccarlar tarafından sömürülen Bizans’ın Hıristiyan halkını, bu sömürüden kurtararak daha gönençli ve güvenilir bir iş yaşamına sokuyordu. Rum çiftçiyi ikide bir köleliğe zorlayan Bizans toprak aristokrasisi ortadan kalktığı gibi, İtalyan ticaret kolonileri tezgâhlarını söküp gidiyordu ve yerlerini Türk-Osmanlı reayası olan yerli tüccarlara bırakıyorlardı.”15

Batının Yunanistan Koruyuculuğu (Hamiliği)

Avrupalıların, “demokrasi ve uygarlığın beşiği” söylemiyle sürdürdüğü Yunan yandaşlığı, gösterildiği gibi kültürel sahiplenme değil, doğrudan ekonomik çıkarla ilgili bir sorundur. Bizans’ın düşmesiyle uluslararası tecim yollarının Türklerin denetimine geçmesi, gelişmekte olan Avrupa tecimini iki yeni uygulamaya yöneltti. Bir yandan okyanus aşırı deniz tecim yolları aranırken, öte yandan Türkler’den tecimsel ayrıcalık (imtiyaz) elde edilmeye çalışıldı.
Osmanlı uyruğundaki Müslüman olmayan halk, bu halk içinde de Mora, Ege adaları, Kıbrıs ve Girit’de yoğun olarak yaşayan Grekler, işbirlikçi gereksinimini karşılama açısından önemliydi. Rumlar başta olmak üzere, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm Hıristiyanlara bu nedenle ‘sahip’ çıkıldı ve Osmanlı Devleti güç yitirdikçe bu ‘sahiplenme’, ayrılıkçı desteğe dönüştürüldü. Bugün Kürt kültüründen söz edip petrol çıkarı için Kürtler’e yönelen Batı politikası, o dönemde tecimsel çıkar için Rumlar’a yönelmişti.
19.yüzyıl başlarında Türkiye üzerine araştırmalar yapan ve önerileri İngiliz hükümetlerince hemen hiç değiştirilmeden uygulanan D.Urqhard, İngiltere’nin yürütmesi gereken Yunan politikasını ve bu politikanın amaçlarını, ekonomik dayanaklarını ortaya koyarak şöyle açıklar: “Osmanlı Devleti’ne yönelik politikamızın bugünkü amacı, tüccarlarımızın tek tek çıkarı değil, ticaretimizin genel gelişimidir. Bu işin aracıları; ülkeyi tanıyan, dil bilen, ticari bağlantıları ve görgüsü olan, büyük pazarları bir bir gezip görmüş, elveriyorsa ilişkilerini doğrudan İngiltere’yle sürdüren insanlar olmalıdır. İngiliz tüccarlar için küçük limanlarda gemilerine yüklenecek mal aramaya gitmek ya da bu limanları tek tek dolaşıp yük indirmek kârlı olmayabilir. Bu nedenle, kıyı ya da kervan ticareti denen şey, tümüyle Rumların işi olmalıdır. Küçük boydaki Rum gemileri bizim ürettiğimiz malları ya da sömürge ürünlerimizi, ülkedeki çeşitli ürünlerle değiştirebilirler; mallarımızı ambarlarında depo edebilirler. Rumlar, beceriklilikleri, çalışkanlıkları ve kendi aralarında girişecekleri rekabet nedeniyle bize ucuza gelir, ticaretimiz destek görüp rahatlık kazanır. Türkiye’yle ticaretimizin bütün geleceği fiilen şu iki nokta üzerine dayanacaktır. Bunların birincisi, ticari rekabetin İngiliz şirketleri önüne çıkaracağı engellerden, ikincisi ise Yunanistan’ın Türk egemenliğinden kurtarılmasıdır.”16

Ekonomik Etkinlik

Osmanlı Devleti kurulduğunda Anadolu’da, yoğun bir tecim ve çeşitlenerek hızla artan bir üretim etkinliği vardı. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının varsıllığı bir yana, o dönemin dünya teciminde yaşamsal öneme sahip iki ana tecim yolu, Anadolu topraklarından geçiyordu.
Başlı başına bir varsıllık oluşturan bu durum, Anadolu’yu her zaman önemi olan bir yer durumuna getiriyordu. Uzakdoğu’dan gelerek Hazar’ın kuzeyinden Karadeniz’e varan karayolu, buradan deniz yoluyla İstanbul’a geliyor, boğazları geçerek Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşıyordu. Aynı yol, Rusya’yı, Kırım-Trabzon-Sivas ya da Kırım-Sinop-Konya yoluyla Mezopotamya ve Mısır’a bağlıyordu.
İkinci ana tecim yolu ise, Uzakdoğu’dan gelerek İran’dan geçiyor, Hazar’ın güneyinden Sivas ve Ankara üzerinden İstanbul’a, buradan yine deniz yoluyla Akdeniz’e ve Batıya uzanıyordu. Büyük göçlerin binlerce yıl izlediği ve Anadolu’yu bir “kavimler kapısı” durumuna getiren göç yolları, birinci bin yıldan sonra dünya teciminin büyük bölümünün yapıldığı tecim yolları olmuştu.
Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ulaşımının kavşak noktasında bulunması, Anadolu’yu tarihin her döneminde değerli kılmış ve dünyaya açılma yeteneğine kavuşan büyük güçlerin tümünün ilgisini çekmiştir.
Geçmişte öncelik, uluslararası tecim kaygılarıyken; bugünün önceliği, hemen aynı yolları izleyen enerji aktarımıdır ve Anadolu bu aktarımın kavşak noktasındadır. Eskiden Batının “dünya ulaşım yollarını denetleme” ya da Rusya’nın “sıcak denizlere inme” olarak belirlediği tarihsel politika ile günümüzdeki Amerika Birleşik Devletleri’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla Avrasya’ya yönelen politikası arasında; amaç, anlayış ve Anadolu’yu ilgilendiren girişimler bakımından önemli bir ayrım bulunmamaktadır. Anadolu her zaman, onu elinde bulunduranların başına dert açacak denli değerli bir yerdir.
Türkler, tecim yolları üzerindeki toprakları elde tutmaları nedeniyle, dünya tecimi üzerinde uzun süre etkili oldu. Bu yolları, önce denetlediler daha sonra buradan yapılan tecime katıldılar. Hunlardan Osmanlılara dek uzanan iki bin yıl boyunca, Doğuyla Batıyı birbirine bağlayan karayolu tecimi, büyük oranda Türkler’in egemen olduğu bölgeler üzerinden yapılmıştı. Türkler, başlangıçta tecim yollarını elinde bulundurma ve buralarda güvenliği sağlama nedeniyle vergi almayla yetinirken daha sonra ve giderek artan oranda bu tecime katıldılar ve bölgenin tek egemeni oldular.

Kent Yaşamı

Tecimsel etkinlik, İslamiyet kabul edildikten sonra yoğunlaştı ve Selçuklularla onların ardılı Osmanlılar döneminde üst düzeye çıktı. Tecim yollarının kavşak noktasındaki Anadolu’da kendine özgü canlı bir ekonomik yaşam oluştu.
Mustafa Akdağ, bu yaşamı şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’de, kent yaşamı çok gelişmiş olduğu için, doğaldır ki; sanayi yanında, geniş bir ticari etkinlik de olacaktı. Selçukî Türkiyesi ticarî alış verişi; ülke içi ticaret, dış ticaret ve kervancılık olarak üç biçimde yapılıyordu. Ülke içi ticaret önemli ölçüde, büyük kent meydan pazarlarında, ticaret hanlarında ve dükkanlarda toplanmıştı. Sonradan, Osmanlılar döneminde çok gelişmiş olarak görülen, kentlere özgü kapalı çarşılar, yani han içi ticaret, Selçukî devrinde de vardı. Pirinççiler hanı, pamuk hanı, meyva hanı gibi her tür hammadde ya da gıda maddesi için ayrı bir han inşa edilmişti...”17

Anadolu’da Yapılanlar

11.yüzyıl göçleriyle Anadolu’ya son gelen Türkler; Erzurum’dan Ege sahillerine, Marmara’dan Suriye’ye dek ekonomik olarak perişan bir ülke bulmuştu.18
Bizans feodalizminin aşırı baskısından kaynaklanan yoksullaşma, kısa süre içinde aşıldı ve tüzel bütünlüğü olan, iyi işleyen, güçlü bir merkezi yönetim kuruldu; geniş ve canlı bir pazar yaratıldı. Yeni devlet, önce toplum yaşamını düzene soktu ve sağladığı dengeyle (istikrar), ekonomiyi canlandırıp güçlendirdi.
Yaylalara yerleşen Türkmenler, Anadolu yaşamına yeni bir ekonomik unsur olarak girdiler. Orta Asya’dan getirilen gelişkinlik canlanmayı hızlandırdı; göçebeler kasaba ve kentlerde yaşamaya çabuk alıştılar. Haçlı yıkımı, bu toparlanmaya önemli zararlar verdi ancak ekonomik gelişme kısa bir aradan sonra yeniden hızlandı. Nüfus hızla arttı. Uygarlıkların kavşak noktası olan Anadolu üzerinde, yepyeni bir toplum ve yaşam kuruldu. Bu gelişme, Anadolu için gerçek bir ekonomik-sosyal devrimdi.19
Selçuklular gibi Oğuz boylarından gelen Osmanlılar, ardılı oldukları Selçuklulardan aldıkları toplumsal birikimi, o birikimin taşıyıcı unsuru olarak daha da geliştirdiler ve altıyüz yıllık büyük bir imparatorluk kurdular.
Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışını, yaygınca kabul gördüğü gibi “yeni bir devletin kuruluşu” olarak değil, belki de ondan daha çok; tarihsel köken, toplumsal yapı ve kültürel birikim olarak aynı geçmişe sahip bir milletin, kendi içinde yaşadığı iç süreçler olarak görmek gerekir. Bu görüşü, Osmanlıların kendileri de ileri sürmüş ve İmparatorluğa adını veren I.Osman’ı, Selçuklu Hakanı III.Alâaddin’in ardılı olarak kabul etmişlerdi.20

Geliştirilen Birikim

Osmanlılar, Selçuklulardan devraldıkları toplumsal düzeni; ekonomiden yönetim biçiminden kentleşmeye, askeri yapılanmadan toprak ve vergi işleyişine dek tüm alanlarda daha da geliştirdiler.
Güçlenmeye temel oluşturan toplumsal düzen, Selçukluların devlet biçimine çok benzeyen bir yapı üzerine oturtulmuştu. Dönemler arası ayrımlılıkların gerekli kıldığı yenileşmeler yapılmıştı ancak devleti oluşturan kurumların temel niteliği değişmemişti. Selçuklular’ın geliştirdiği Türk tımar düzeni sürdürülmüş, ırsi askeri tımar işleyişi devam etmiş, denizcilik ve donanma hizmeti, askeri yapılanma ve ordu işleyişi korunmuş; yönetim anlayışı, hukuk, eğitim ve vergi düzenleri geliştirilerek sürdürülmüştür.21

DİPNOTLAR

  1. Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler”, Prof. Claude Cohen, e Yay., 2.Basım-1984, sf.212
  2. Hititler-Bilinmeyen Bir Dünya İmparatorluğu” Hartmut Schickert-Birgit Brandau, Arkadaş Yay., Ankara-2003, sf.325
  3. Türk Kültürünün Gelişme Çağları” Prof. Bahaddin Ögel, Türk Dünyası Araştırma Vakfı, İstanbul 1988, sf.149
  4. Histoire du Commerce Français dans le Levant an XII éme Siécle”, P.Masson, Paris-1896, ak; S.Yerasimos “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.Basım-2000, sf.516
  5. a.g.e. sf.516
  6. Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan, Kum Saati Yay., 6.Basım 2003, 2.Cilt, sf.287
  7. a.g.e. sf.287
  8. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 5.Cilt, İst.-1996, sf.1955-1956
  9. a.g.e. sf.2014
  10. Tarih III-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.40
  11. Türkler Hakkında” Nürenbergli Hans Rosenblut, ak; “Tarih III-Kemalist Eğitimin Ders Notları” sf.40
  12. Tarih III-kemalist Eğitimin Ders Notları” Kaynak Yay., 3. Bas.-2001, sf.39
  13. Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler”, Prof. Claude Cohen, e Yay., 2.Basım-1984, sf.13
  14. a.g.e. sf.67
  15. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, Cem Yay., 1995, İstanbul, 1.Cilt, sf.370
  16. La Turque, ses Ressources, son Organisation Municipale son Commerce”, Paris 1836, ak; S.Yerasimos “Geri Kalmışlık Sürecinde Türkiye” 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bsım İstanbul 2000, sf.544
  17. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Cem Yay., İst. 1995, 1.Cilt, sf.27
  18. Cambridge Economic History of Europe, Vol II, P.86, ak; Mustafa Akdağ “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” 1.Cilt, Cem Yay. İst. 1995, sf.343
  19. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, 1.Cilt, Cem Yay., İstanbul-1995, sf.343
  20. a.g.e. sf.201
  21. Bizans Müesselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 3.Basım-2002, sf.99-112

3 yorum: