30 Kasım 1925’te kabul edilen yasayla Tekke ve Zaviyeler
kapatıldı. Bu yasayla, şeyhler ve dervişler, tekkelerini kapatmakla kalmadılar,
yan örgütleri durumundaki derneklerini de dağıttılar. Kendilerine ayrıcalık
sağladığına inandıkları garip giysilerini de çıkardılar. Herkes gibi; ceket,
iskarpin, pantolon, kasket ya da şapka giydiler, kravat taktılar. Sokakta hiç
kimse, onları artık diğer insanlardan ayıramıyordu. “Başkasının sadakasıyla
geçinen” insanlar ortadan kalkmıştı. Belki de yaşamlarında ilk kez, “emekleriyle
geçinmek için” çalışmaya başlamışlar, halk içinde yaşayan emekçiler haline
gelerek kişiliklerini bulmuşlardı. Onlar, artık Türkiye Cumhuriyeti’nin
yurttaşları, eşit haklara sahip bireyleriydi. Bunların bir bölümü, okul ya da
camilerde kapıcılık, bekçilik gibi hizmet görevi yapan devlet görevlileri, bir
bölümü zanaatlar, bir bölümü de, “keçi kılından şapka örüp satan” esnaf
haline geldiler.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
29 Kasım 2019 Cuma
24 Kasım 2019 Pazar
ŞAPKANIN DEVRİMİ OLUR MU
Atatürk, 29 Ekim 1933 günü şunları söylemişti; “İdeal ele geçince, ideal olmaktan çıkar,
yaşanır bir şey olur... Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza
boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin
izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı
insanlardaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin
içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir. O birikimi bir anda yok
edemezsiniz, onunla boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak
yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan
boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler.
Yorulan, umutsuzluğa kapılan yenilir. Biz biliyoruz ki, inandığımız şey
doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka
yeneceğiz demektir. Çünkü ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu
budur”.x
23 Kasım 2019 Cumartesi
CUMHURİYET’İN EĞİTİM ATILIMI VE ÜNİVERSİTE YENİLEŞMESİ
(24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun)
‘Eğitim seferberliği’nde eğitim düzeyi
ne olursa olsun okul görmüş herkes göreve çağrıldı. Emekli devlet
memurları, mesleği bırakmış öğretmenler, konumu ne olursa olsun okuma yazma
bilen herkes, öğretmen olmaya davet edildi. Askerdeki ‘uyanık’ çavuşlara
önce okuma yazma, sonra okuma yazmayı öğretme öğretildi. Bunlar terhisle
birlikte, maaş bağlanarak, köylerine eğitmen olarak gönderildiler.
Başkasına bir şey öğretebilecek her insan, değerlendirilmeye çağırılıyor, aydını
olmayan bir ülkede aydınlığa doğru gidiliyordu. Ülkenin herkese ve her
şeye, üstelik yakıcı bir biçimde, gereksinimi vardı. Milli Eğitim
Bakanlığı Müsteşarı Kemal Zaim Sunel, şunları söylüyordu: “Hangi
ülke, çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizim kadar
fakirdir? Öyle bir işin içine girdik ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya
dökmelidir.”(x)
20 Kasım 2019 Çarşamba
MANDA VE MANDACILAR
Mustafa
Kemal’in
yanında yer alarak, Kurtuluş Savaşı’nda
önder konuma gelen üst düzey komutanlar, Batıcılığın, bağlı olarak mandacılığın etkisi altındaydılar. Hüseyin Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Albay İsmet (İnönü), Amerikan mandasına sıcak bakan komutanlardı. Mustafa Kemal, en yakınında bulunan bu insanları, mandacılığın çıkmazlığı konusunda ikna
etmek için yoğun çaba harcadı. Albay İsmet,
Kazım (Karabekir) Paşa’ya, Mondros Bırakışması’ndan sonra yazdığı
Mektupta, “Amerika milletine başvurulursa
çok yararlı olacağı söyleniyor ki ben de tamamen bu kanıdayım. Bütün ülkeyi,
parçalamadan Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare
gibidir” diyordu.
16 Kasım 2019 Cumartesi
VAHDETTİN’İN KAÇIŞI; SALTANATIN KALDIRILMASI
17 Kasım 1922 günü ülkeden kaçan Vahdettin, ulus
vicdanını gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da ordu
yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü
eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en sıradan hamal bile özgürlüğün temeline
bir taş koymak için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”; Padişah, tüm
ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun
içinde düşmanla işbirliği yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini feda ederken”, o ülkeyi işgal
edenlerle anlaşmıştı. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş
Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.
13 Kasım 2019 Çarşamba
DOLAR ARTIYOR, KÖPRÜ ZARARLARI BÜYÜYOR
Avrasya
Tüneli, Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçmeyen
araçlar için ödenmek üzere; 2018 bütçesine
6,2 milyar, 2019 bütçesine 4,5 milyar
lira ödenek kondu. Araç geçiş sayıları, 2018’deki gibi olursa bu
ödeneğin yetmeyeceği görülüyor. Geçişler az, dolar artışı fazla. Bu nedenle, her
yıl 2 Ocak’ta, Türk lirası olarak belirlenecek geçiş bedelleri yüksek oluyor/olacak.
10 Kasım 2019 Pazar
ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI VE HEKİMLER
Sağlığı, 1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu
kez görülen, eski hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız
etmesi değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü. Kendini güçsüz
hissediyor, çabuk yoruluyor ve eski verimiyle çalışamıyordu. Ten rengi hızla
solmuş, yüz hatlarında derin kırışıklıklar oluşmuştu. Onda pek görülmeyen bir
yorgunluk ve bu yorgunluğa bağlı bir bezginlik görülüyordu. Ancak, belirtilere
karşın, rahatsızlığının nedeni karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu.
Tanı gecikmesini ve yanlış tedaviyi anlamıştı. İsviçre’de okuyan Afet İnan’a gönderdiği mektupta, “bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri
nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir” diyor; İsmet İnönü’ye “İsmet, hastalığım çok daha önce bana bütün
ağırlığıyla anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında önlemini alırdım.
Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler gizlendi” diye
serzenişte bulunuyordu. Fransa’dan getirilen, Prof. Dr. Frank Fiessinger, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle
karşılaşıyor, “Atatürk’e o güne dek
hiçbir kan tahlili yapılmadığını” görüyordu.(x)
8 Kasım 2019 Cuma
SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ
2.Dünya Savaşı’ndan
sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle
bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat
ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında önde olan, dünyanın en iyi
eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal
varsıllığı ve büyük bir askeri gücü olan Sovyetler Birliği; söylenenlerin
tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağıldı. Çöküşün
nedeni neydi? Bu denli güçlü görünen bu büyük ülke nasıl bu denli kolay
dağılır, toplumsal düzeni bu denli kısa bir sürede çökebilirdi?
5 Kasım 2019 Salı
ATATÜRK VE GÜNEŞ DİL KURAMI
Ulus Gazetesi, 2 Kasım 1935 ile 7 Aralık 1935
arasındaki 35 günde, Atatürk’ün 21
yazısını yayınladı. İsimsiz yayınlanan yazılarda, Türkçenin kökleri çok
eskilere gidilerek araştırılıyor, geniş kapsamlı bu çalışmanın sonuçları ‘Güneş Dil Teorisi’ adı verilerek
tartışmaya açılıyordu. Gazete, daha sonra Atatürk’ün
kitapçık haline getirdiği görüşlerini, ‘Güneşdil
Teorisi-Esası ve Kaynakları’ başlığıyla 14 sayfalık bir broşür haline
getirdi ve okurlarına dağıttı. Atatürk,
broşürde şunları söylüyordu: “Burada
anlatılan düşünceler, Türk dilinin etimoloji (kökenbilim), morfoloji (biçim ve
yapı bilimi) ve fonetik (ses bilimi) bakımdan 1932 yılından beri 3 yıldır
yapılan inceleme ve araştırmalara dayanır. Güneş Dil Teorisi, Türk dili üzerine
inceleme yaparken, başka dillerde yapılan araştırmalardan ve dille ilgili
felsefe, psikoloji, ve sosyoloji konularının gözden geçirilmesinden doğmuştur.
Bu doğuş flolojide yeni bir teori olarak görülebilir. Bu teorinin temeli,
insana benliğini güneşin tanıtmış olması düşüncesidir”.x
2 Kasım 2019 Cumartesi
HARF DEVRİMİ
1 Kasım 1928’de
kabul edilen yasayla, Arap harflerine dayanan Osmanlı alfabesine son verildi ve
Türkçe’ye uyumlu Latin
harflerine geçildi. Arap harfleriyle okuyup yazmak, Türk insanı için aşılması
güç bir engel durumundaydı. Karmaşık bir yapıya sahip Arapçada, harfler
sözcüklerin başına, ortasına ya da sonuna geldiğinde ayrı seslerle okunuyordu.
Bu durum, okuma yazma yaşına gelmiş Türk çocukları için büyük sıkıntı
kaynağıydı. Arapçanın gerekli kıldığı ses eşitliğini sağlamak için getirilen;
nokta, çizgi ve işaretler, aynı harften farklı ses elde etmede kullanılıyordu.
Türkçeye uymayan ve Türkler için gerçek bir dil karmaşası yaratan bu durum,
okuma ve yazmayı öğrenme önünde ciddi bir engeldi. Çocuklar, daha önce herhangi
bir sözcüğü öğrenmemiş ya da ezberlememişse, o sözcüğü yazamazdı. Bu da, okuma
yazmada ezberciliği gerekli kılıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)