1 Kasım 1928’de
kabul edilen yasayla, Arap harflerine dayanan Osmanlı alfabesine son verildi ve
Türkçe’ye uyumlu Latin
harflerine geçildi. Ulusal kültürün, bağlı olarak uluslaşmanın güçlenip
yerleşmesi için, bireylerin kolayca anlayıp yazabileceği bir yazı olmalıydı.
Arap harfleriyle okuyup yazmak, Türk insanı için aşılması güç bir engel
durumundaydı. Karmaşık bir yapıya sahip Arapçada, harfler sözcüklerin başına,
ortasına ya da sonuna geldiğinde ayrı seslerle okunuyordu. Bu durum, okuma
yazma yaşına gelmiş Türk çocukları için büyük sıkıntı kaynağıydı. Arapçanın
gerekli kıldığı ses eşitliğini sağlamak için getirilen; nokta, çizgi ve
işaretler, aynı harften farklı ses elde etmede kullanılıyordu. Türkçeye uymayan
ve Türkler için gerçek bir dil karmaşası yaratan bu durum, okuma ve yazmayı
öğrenme önünde ciddi bir engeldi. Çocuklar, daha önce herhangi bir sözcüğü
öğrenmemiş ya da ezberlememişse, o sözcüğü yazamazdı. Bu da, okuma yazmada
ezberciliği gerekli kılıyordu.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
31 Ekim 2017 Salı
28 Ekim 2017 Cumartesi
CUMHURİYET
1923
yılında; Cumhuriyetin tarihsel evrimini, evrensel boyutunu ve gerçek niteliğini
kavramış, aydın zümre yok gibidir. O güne dek, Türkiye’de, cumhuriyetçilik adına,
bir düşünce akımı gelişmemiş, herhangi bir örgütlü eylem gerçekleştirilmemişti.
Cumhuriyet sözcüğü, aynı şapka gibi, 19.yüzyıldan beri sövgü ve
aşağılama tanımı olarak kullanılıyordu; tutuculuk dilinde karşılığı gavurluktu.
Mustafa Kemal, Cumhuriyeti ilan ederken yenileşmenin örgütlü
gücü haline getirdiği orduya güveniyordu. Ancak, çok güvendiği ordu bile
kendisini bıraksa, “komutan ve subaylarına tümüyle bel bağladığı muhafız
alayına” dayanarak halka gidecek, “ülkeyi yeniden çevresine
toplayacaktır.” Bu kararlılık ve istenç gücüyle, “Meclis koridorlarının
kulaktan kulağa dolaşan fısıltıları, küçük oyun ve taktikler” kuşkusuz
onunla boy ölçüşemeyecekti.
27 Ekim 2017 Cuma
PARTİLERDE BAŞKANLIK SORUNU
Parti önderleri, ülke ve dünya koşullarını temelden kavramış, halkını tanıyan, savaşım ve örgütlenme yeteneği yüksek, en ileri unsurlardır. Kolay ve bol olarak yetişmezler. Onlar, doğal yeteneklerini örgütlü savaşımın eylemi içinde geliştirerek, güçlü bir istenç (irade) sağlamlığına, yüksek bilince ve sarsılmaz bir inanca yükselmiş insanlar olmalıdır. Halkın sorunlarını ve ülkenin koşullarını bilmelidirler. Parti başkanının gerçek önder duruma gelmesi için bu niteliklere ulaşması gerekir.
24 Ekim 2017 Salı
“KARA PERŞEMBE”: 1929 AMERİKA VE KAPİTALİZMİN BÜYÜK BUNALIMI
“Kara Perşembe” adı verilen 24 Ekim 1929 günü
New York Borsasında kurlar çöktü ve ABD tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla
karşı karşıya kaldı. Oysa, 1929 yazı, Amerikan ekonomi tarihindeki en coşkun mevsimdi.
O yaz hisse senetlerinin değeri dört yıl öncesine oranla yüzde 400 artmıştı.
New York Borsasında her gün 5 milyon değişim işlemi yapılıyordu. Hisse senedi
artışları gerçek ekonomik ve ticari gelişmelere değil vurguncu (spekülatif)
değerlere dayanıyordu. Borsaya giren para hisse artışlarını karşılayacak
durumda değildi. Üretime dayanmayan yapay gelir artışları kendini yıkma
eğilimini de birlikte getiriyordu.
23 Ekim 2017 Pazartesi
BALKANLARDAN AFGANİSTAN’A BARIŞ BÖLGESİ; SADABAT VE BALKAN PAKTI
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan
Tahran’ın sayfiye semtinde yeni yapılan Sadabat Sarayı’nda; 8 Temmuz 1937’de
bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladı. İran Şahı Rıza Şah, antlaşma üzerine Atatürk’e
geçtiği telgrafta; “imzacı devletler
sizin emperyalistlere karşı açtığınız mücadele sayesinde var olmuşlardır; bu
sonucu, size ve Türk milletine borçluyuz” dedi... Başlangıçta
başarılacağına kimsenin inanmadığı Balkan Birliği; güven verici davranışlar,
içtenlik ve yeni Türkiye’nin saygınlığı sayesinde gerçekleştirildi. Atatürk, İstanbul’da gerçekleştirilen
Konferansta, konuk ağırlayan bir devlet başkanı olarak, içtenlikli bir konuşma
yaptı ve şunları söyledi; “Yüzyıllarca
geriye giden ortak tarih içinde, acılı hatıralar varsa, bu acıya bütün Balkan
milletleri dahildir. Türklerin hissesi ise daha az acı olmamıştır. Sizler,
mazinin karışık his ve hesaplarının üzerine çıkarak, derin kardeşlik hisleri
arayacaksınız...”
19 Ekim 2017 Perşembe
TÜRK TÜTÜNÜ VE ULUSLARARASI SİGARA TEKELLERİ
AKP Hükümeti, Meclis’e getirdiği
bir torba yasayla, Osmanlı’nın Reji idaresini, Türkiye’ye yerleştirecek olan
süreci tamamlıyor. Turgut Özal, Kemal Derviş ve 15 yıllık AKP
uygulamalarından sonra, bugün son nokta konuyor. TEKEL’e elkoyan uluslararası
tütün tekellerinin isteği doğrultusunda bir yasa çıkarılıyor. Torba Yasa’nın
68.Maddesi; ‘yasaya uymayan’ sarmalık
kıyılmış tütün üreticilerine, ağır para ve hapis cezaları getiriliyor.
Herhangi bir tütün tüccarıyla (tütün işlemeciliği tümüyle yabancı şirketlerin
eline geçtiği için bunlara tüccar değil, şirket taşeronu demek daha doğru)
sözleşmesi olmayan üretici; tütün ekemeyecek, satamayacak, satın alamayacak,
satışa hazırlayamayacak, taşıyamayacak ve bulunduramayacak. Bunlardan birini
bile yapan 3 yıldan 6 yıla kadar hapisle cezalandırılacak.
17 Ekim 2017 Salı
ABD’YLE ÇATIŞILIYOR MU?
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, belirli bir süreden beri, Batı’yla özellikle de ABD’yle
çelişkileri olduğunu gösteren açıklamalar yapıyor; ABD ile çatıştığı izlenimi
veriyor. Açıklamaları değerlendiren bir kısım yorumcu; ‘Erdoğan’ın Washington’un
verdiği desteği yitirdiğini’, ‘üzerinin
çizildiğini’ ya da ‘Batı gözünde
miyadının dolduğunu’ söylüyor. Bir başka kesim; ‘AKP’nin dış politikada ister istemez Atatürkçü politikaya döndüğünden’,
‘vatan savunmasından’ hatta ‘anti-emperyalist tutumdan’ söz ediyor.
Yandaş kesim ise; ‘Yedi düvelle mücadele
edildiğini’, ‘dik ve sağlam bir
ulusal duruş gösterildiğini’, ‘Batı’ya
diz çöktürüldüğünü’ söylüyor. Televizyon konuşucuları bunları anlatıyor,
gazeteler bunları yazıyor.
14 Ekim 2017 Cumartesi
NUTUK
Atatürk, 15 Ekim 1927 Cuma günü okumaya başladığı Nutuk’u, günde
altı saat okuyarak altı günde bitirdi. Yazmaya başlamadan önce; dokuz ay
boyunca bilgilerini yeniledi, belge topladı ve mücadele arkadaşlarıyla sıkça
bir araya geldi. Düşüncelerini yazıya dökerken, yakın çevresinin görüş ve
değerlendirmelerini aldı. Anımsıyamadığı ayrıntılar için, olayları birlikte
yaşadığı insanları bulduruyor, onların görüş ve değerlendirmelerini alıyordu.
Değinmek istediği bir olayı birkaç kanaldan doğrulamadan kullanmıyordu. Gerçeği
yansıtamama ya da yanlış kanı uyandırma kaygısı, çalışmasının her aşamasına
egemendi. Doğruluğunu gördüğü uyarıları kesinlikle değerlendiriyor, uyarılara
hak verdiğinde, günler süren çalışmasını yeniden ele almaktan çekinmiyordu.
İçeriğe olduğu kadar yazılıma da önem veriyordu. Yazdığı notları derleyip son
biçimini verirken, beş yüz sayfalık yapıtı kendi elleriyle yazdı; yüzlerce
belgeyi, bizzat kendisi toplayıp değerlendirdi. Tümceler ve sözcükler üzerinde
titizlikle duruyor, dil bilgisi kurallarına aşırı özen gösteriyor; uygun sözcük
kullanımına önem veriyordu.
12 Ekim 2017 Perşembe
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU
Birçok insan, Osmanlı
Devleti’nin 470 yıllık payıtahtı İstanbul’un, yeni devletin de başkenti
olmasını istiyordu. Oysa, Ankara’nın başkent yapılması, basit bir kent seçimi
değil, tarihsel boyutu olan önemli bir siyasi yönelişti; dünya görüşüyle ilgili
bir anlayıştı. Gücünü korumak için, Anadolu’yu yüzyıllar boyu sömüren ve bu işi
yabancılarla birlikte yapmaktan çekinmeyen çürümüş İstanbul’la hesaplaşmak, ‘araya mesafe koymak’ gerekiyordu. Yeni
devlet, çıkarcılığa dayalı Batı uyduculuğunun üstesinden gelmek ve tam
bağımsızlığa dayanan özgürlükçü anlayışı egemen kılmak için, Anadolu’dan ve
ortasındaki Ankara’dan yönetilmeliydi. Güçlü ve özgür bir geleceği yaratmak, Anadolu’ya
Anadolu halkının egemen olmasıyla olanaklıydı.
10 Ekim 2017 Salı
ATTİLA İLHAN’I ANARKEN
Attila İlhan, tek alana indirgenerek dar kalıplar içerisinde değerlendirilemez. O, yaşamı
ve dünyayı çözmüş bir bilge kişiliktir. Anadolu kültürüyle modern çağın çok yönlülüğünü,
evrensel boyutlu bir bütünlüğe ulaştırmıştır. Olay ve gelişmeleri yorumlama yeteneği
yüksektir. Karmaşık sorunları, yalın çözümlemelerle halkın kavrayacağı önermeler
halinde getirir; belgeyle konuşmayı ilgiyle izlenen tiyatral bir gösteriye dönüştürür.
Yazılarındaki anlatım gücü, konu hakimiyeti ve olayları birleştirme becerisi mükemmeldir.
Anlatmak istediği konuya gelmek için, önce okuyucuyu/dinleyiciyi, özgün betimlemelerle
iç ferahlığı yaratan bir yolculuğa çıkarır. Olayları birbirine ustaca bağlar ve
eşsiz bir anlatımla ana konuya gelir. Akademik makalelerle anlatılabilecek tarih
ya da politika konularını, gerçek boyutuna zarar vermeden bir sanat yapıtı haline
getirir ve sunumunu müzikal bir dinleti tadına ulaştırır. Bu yöntemin yaratıcısı
olan Attila İlhan, benzeri olmayan bir
edebiyat ustasıdır.
5 Ekim 2017 Perşembe
İSTANBUL’UN KURTULUŞU
İstanbul, 6
Ekim 1922 günü Tümgeneral Selahattin
Adil komutasındaki 5. Kolordu’nun kente girmesiyle işgalden kurtarıldı.
Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla
sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın
İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı.
İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların
birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri
kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi
olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?
4 Ekim 2017 Çarşamba
ŞİRKET GİBİ ÜLKE YÖNETMEK
AKP
Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan, “bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa
Türkiye de öyle yönetilmelidir” dedi ve ülkeyi öyle ‘yönetti’. Şirket gibi yönetilen Devlet; her
şeyini sattıktan ve ödeyemeyeceği kadar borçlandıktan sonra, şimdi ayakta
kalmaya çalışan halka yükleniyor. Vergileri arttırıyor, yeni vergiler koyuyor,
zam yapıyor. Sürekli duruma gelen zam uygulamaları; sağnak haline gelerek, tüm ağırlığıyla halkın omuzlarına çöküyor.
Emeğiyle geçinenler, gelir düşüklüğünün kıskacında yaşayanlar ve işsizler için
yaşam; çekmek zorunda kalınan bir yük haline geliyor. Milyonlarca insan,
gelecekten umudu olmayan ve sürekli yoksullaşan edilgen bir kitleye dönüşüyor.
İnsanlar, ‘bu dünyadan vaz geçiyor’,
kendilerini öbür dünyaya hazırlıyor. Bu durum yabancıların hizmetine girmiş,
para için her şeyi yapan din bezirganlarına, içinde serbestçe hareket
edebilecekleri geniş bir alan yaratıyor. Küçük bir azınlık varsıllaşıyor,
toplum içerden çürüyor.
ÇİN UYGARLIĞINDA TÜRK ETKİSİ
Yazılı tarihin
çok öncesine giden ve yaygın bir iç içe geçmişlik içeren Çin-Türk ilişkileri,
Çin’de birçok ortak hanedanlık ve bölgesel Türk yönetimleri yarattı. İlişkiler,
Çin uygarlığını ileri sıçratan kavşaklardan biri olan M.Ö.9.yüzyılda yeni bir
aşamaya ulaştı. Tarım tekniklerini bilen, at yetiştiren ve gelişkin
savaş arabaları kullanan Türk boyları, Çin
içlerine girerek; Güney’de Yangzi Ciang
ovasına, Kuzey’de Moğolistan’a dek
yayıldılar. Başkent yaptıkları Finghao
(bugünkü Şien) ve Luoyi’de (bugünkü Luoyang)
getirdikleri uygarlığı, kesintisiz biçimde sürdürüp geliştirdiler. M.Ö.8. ve
7.yüzyıllarda değişik üretim biçimleri, yeni demir ve cam teknikleri ortaya
çıkardılar.
3 Ekim 2017 Salı
ÇİN VE KEMALİST KALKINMA
Çin’de, 1977’den
sonra geliştirilen ekonomik kalkınma uygulamaları, Kemalist kalkınma yöntemiyle
büyük bir benzerlik gösterir. Devlet öncüdür ve sosyal niteliklidir.
Kalkınmanın temel gücü ulusal kaynaklardır. Bağımlılık doğurmamak ve üretime
yatırmak koşuluyla dış kredi alınır. Kalkınma planlarına uyması koşuluyla, özel
girişimciliğe yer ve destek verilir. Dışsatım arttırılırken, ulusal pazar
gümrük koruması altında alınır. Barışçı dış politikayla, silahlanma harcamaları
düşürülmeye çalışılır. Laik eğitime, özellikle teknik eğitime özel önem
verilir. Köy ve tarım sorunları devlet desteğinde birinci sırayı alır.
2 Ekim 2017 Pazartesi
ÇİN DEVRİMİ (1949-2016)
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949 yılında Çin, dünya
gelişme çizelgelerinin en altında yer alan bir ülkeydi. Düzensiz ve kalabalık
kentlerin ürkütücü yaşam koşulları, uçsuz bucaksız kırlardaki sonsuz yoksulluk,
yüzyıllara dayalı feodal egemenliğin doğurduğu sosyal gerilik ve giderilmesi
olanaksız görünen ulusal ayrılıklar, büyük boyutlu toplumsal sorunlar olarak
ortada duruyordu.
1 Ekim 2017 Pazar
ÇİN DEVRİMİ (1830-1949)
1 Ekim 1949 günü Çin Halk
Cumhuriyeti kuruldu ve Çin’in bağımsızlığı ilan edildi. 10 milyon kilometrekare
toprağı ve 1 milyar nüfusuyla bu büyük ülke emperyalizmin etki alanından
çıkıyor ve sosyalist ülkeler arasına katılıyordu. 1 Ekim 1949’da silahlı savaşımı
(mücadeleyi) bitiren devrim, sürekli kılınan yenileşme atılımlarıyla bugün
dünyayı bir başka alanda, ekonomi ve toplumsal kalkınma alanında sarsıyor,
dünyanın dengesini değiştiriyor. 20.Yüzyılın ilk yarısında, insanları kent
sokaklarında açlıktan ölen, nüfusunun yüzde 90’nı kırlarda yoksulluk içinde
yaşayan kalabalık nüfuslu bu ülke, başka bir ülkeyi sömürmeden nasıl oluyor da
dünyanın en güçlü birkaç ülkesinden biri olabiliyor. Yarım yüzyıl iç savaş ve
işgallerle boğuştuktan sonra, iliklerine dek sömürülmüş bir sömürgeden bir
dünya devi nasıl yaratılabiliyor? Bunun yanıtını, özellikle kalkınmak isteyen
ezilen ülke insanları vermeli, bunun için de Çin Devrimi’ni dikkatlice
incelemelidir. Çin Devrimi günceldir ve herkes için, özellikle de biz Türkler için
önemlidir. Türk Devrimi ile Çin Devrimi arasında önemli benzerlikler ve
kuşkusuz ayrılıklar vardır. Bu iki devrimin kıyaslanması, günümüz için
uygulanabilir sonuçlar çıkarılmasına yardımcı olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)