29 Eylül 2015 Salı

TÜRK YAZINI (EDEBİYATI)


Türk edebiyatı; Arapça, Farsça ve bu dillerin Türkçe’yle karışımından oluşan Osmanlıca başta olmak üzere; Doğu ve Batı Türkçesi içindeki birçok Türk lehçesiyle de sayısız yapıt üretmiştir. Üretilen yapıtların niteliğini, sayısını, yayıldığı alanı ve yaptığı etkiyi ortaya koymak için; çok geniş bir araştırmaya ve uzmanlığa gereksinim vardır. Yalnızca Doğu Türkçesiyle üretilen yapıtlar ve yalnızca 150 yıllık Timurlular dönemi ele alınsa bile, karşımıza çok az insanımızın bildiği, yüksek ve çok yaygın bir yazın dünyası çıkacaktır.

26 Eylül 2015 Cumartesi

ATATÜRK VE DİL DEVRİMİ



Bu yazıyı; Dil Bayramı nedeniyle yayınladığımız “Uluslaşma Sürecinde Dilin Önemi” yazımızı bütünlemesi amacıyla yayınlıyoruz.



Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği süresince, 6 yüzyıl, boşlama (ihmal) ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can çekişen” bir dil durumuna gelmişti. Yüksek sınıf, Arapça ve Farsça öğrenip konuşmaktan onur duyuyordu. Farsçaya güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde, Fransızca ve İngilizce sözcüklerin de girmesiyle resmi dil olarak kullanılan Türkçede kendine ait sözcük oranı % 25’e düşmüştü. Atatürk, Dil Devrimi’ni başlatırken, yabancılaştırılarak örselenmiş bu dil için; “yaşam yolunda bu denli kararlılıkla ilerleyen Türk ulusuna uygun olamaz” diyordu. Gücünü ve birliğini kazanmış bir ulus; güçlü ve içten düşüncelerini, parçalanmış ve yozlaştırılmış karma bir dille nasıl ifade edebilir, ulusal varlığını nasıl yüceltebilir” diyordu. Türkçenin temizlenmesini hızla olumlu bir sonuca götürmek için yoğun bir uğraş içine girdi. Dilbilimcileri görevlendirdi. Değişik ağızlardan derlemeler yaptırdı. “unutulmuş hazinede, unutulmaya bırakılmış, deyimler ve yeni anlatım biçimleri buldurdu.” En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştı. Bir yıl içinde Halkın yaşattığı Anadolu Türkçesine dayanan 130 bin sözcük derlendi. Ayrıca tarih kitaplarından, yüzlerce eski yazma metinlerden çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk dilinin zenginliğini ve derinliğini yadsınamaz bir açıklıkla kanıtladı.” Dil Devrimi böyle oluştu.

25 Eylül 2015 Cuma

ULUSLAŞMA SÜRECİNDE DİLİN ÖNEMİ


Birinci Türk Dil Kurultayı 26 Eylül-5 Ekim 1932’de yapıldı. Kurultay'ın başlangıç günü olan 26 Eylül, Türkiye'de Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. Büyük dil atılımını başlatan Kurultay; “Türk dilinin dünya dilleri içindeki yerini saptamış”, “Türkçenin kökeni araştırmış”, “Türk lehçe, şive ve ağızları bilimsel yöntemlerle incelemiştir”. Atatürk, dokuz gün süren kurultayın bütün oturumlarına katılmış, sunulan bildirileri dinlemiş ve oturum aralarında dil bilimcilerle söyleşiler yapmıştı. Yazıyı, Atatürk’e ve kurultaya emek verenlere saygı için yayınlıyoruz.

Toplum biçimlerinin tümünü kapsayan ve her zaman etkili, her zaman yaşamsal bir olgu olan dil, uygarlık tarihinde toplumların varlıklarını sürdürmelerinin koşulu ve göstergesi olmuştur. Ekonomik ve askeri çatışmayla kurulan egemenliğin kalıcılığı, dil ve kültür üzerine uygulanan baskı ile sağlanır. Ekonomik sömürü ile ilgili bir sorun olan dil bozulması, sonu özümlemeye (asimilasyona) dek giden ulusal çöküşün başlangıcıdır. Dildeki bozulma; yalnızca o dili kullanan insanlar arasındaki iletişim ve bilgi aktarımını engellemez, aynı zamanda toplumun ortak duygu ve düşüncelerinin, bağlı olarak en etkili öz savunma aracının yitirilmesine yol açar.

24 Eylül 2015 Perşembe

ABD VE “TÜRK MİLLİ EĞİTİMİ”


Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam–hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz.”             Cevdet Sunay TC 5.Cumhurbaşkanı

22 Eylül 2015 Salı

KÜRESEL YOKSULLUK


Dünya nüfusunun üçte ikisinin alış veriş yapacak parası yok, vitrin seyreder durumdalar. Bir milyar insan aç. İki milyar insan yoksulluk sınırı altına yaşıyor. Üçyüz milyon insan gıda yardımı alamazsa yaşayamaz durumda. Sekizyüz milyon insan sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor. Dünyada 1,5 milyar kent yoksulu var. Buna karşın dünyanın en varsıl 200 kişisinin toplam serveti, en yoksul 2,5 milyar insanın gelirine eşit.


19 Eylül 2015 Cumartesi

ERKEN SEÇİM VE PARLAMENTARİZMİN İFLASI


TBMM bugün, Kurtuluş Savaşını ve devrimleri yapan meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli iradeyi temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle, meclis, halkı ve milli iradeyi değil, partileri ve başkanlarını temsil eder.

18 Eylül 2015 Cuma

YURTSEVERLERİ BEKLEYEN GÖREV


Türkiye, bugün 1938’in değil, 1919’un koşullarını yaşıyor. Gizli işgal’e dönüşen dışa bağımlılık, ulusal varlığı yok etmeye yönelen kalıcı sorunlar yaratıyor. Durumun ayırdına varanlar, henüz yeterince örgütlü değil. Gelinen noktanın sorumluluğunu taşıyan politikacılar, yadsımadıkları bu gerçeği, “küresel çağın zorunlu sonucu” ya da “karşılıklı bağımlılığın kaçınılmazlığı” olarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Yoksullaşan örgütsüz halk, dostu düşmanı seçemiyor. Ekonomik çöküntüyle yaratılan kavram kargaşası ve yoksullaşma içinde Türkiye, göz göre göre parçalanmaya götürülüyor. Günümüzün somut gerçeği, ne yazık ki budur.


16 Eylül 2015 Çarşamba

KURTULUŞ SAVAŞ’INDA HALK DİRENİŞİ


Türk halkı, koşulların ağırlığına ve tüm yoksunluklarına karşın; milli mücadeleyi, kurulmakta olan orduyu ve önder olarak bağlandığı Mustafa Kemal’i tartışmasız destekledi. Elinden geleni değil, ‘elinden gelmeyeni bile!’ veriyordu. Özellikle Sevr’in imzalanmasından sonra ve özellikle köylüler, Anadolu’nun elden çıkmakta olduğunu anlayarak, yaşam dahil herşeyi göze alarak direnişe katıldılar. Malı ya da bedeniyle katılamayanlar, savaşa adeta ruhlarıyla katılıyor; yurduna bağlı herkesin istek ve duası, içinden çıkardığı savaşçıların başarısında birleşiyordu.


15 Eylül 2015 Salı

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLARKEN


Mustafa Kemal’in tam bağımsızlığı amaçlayarak ülkeyi işgalden kurtarma girişimi; Adana’da başlattığı, İstanbul’da geliştirdiği ve Samsun’da uygulamaya soktuğu dokuz aylık bir hazırlık döneminden sonra, 19 Mayıs’ta yeni bir aşamaya ulaştı. Mondros Mütarekesi henüz imzalanmamışken, ülkenin işgal edilerek parçalanacağını önceden görmüş, hazırlıklarını buna göre yapmıştı. Ulusun kurtuluşu; halkın örgütlenmesine dayalı silahlı savaşın ve ulusal bağımsızlık kararlılığının, toplumun ortak istenci durumuna getirilmesiyle olanaklıydı. “Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlara” karşı, onların gücüne ve kim olduğuna bakmadan, “bütün ulusça ve silahlı olarak karşı çıkmak, onlarla savaşmak gerekiyordu.”. Şimdi bunu yapıyor ve sonuna dek gideceği, dönüşü olmayan bir yola çıkıyordu.


13 Eylül 2015 Pazar

SAKARYA MEYDAN SAVAŞI’NIN ÖNEMİ


13 Eylül, Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasını oluşturan Sakarya Zaferi’nin yıldönümüdür. Yoksul bir ulusun, sıradışı yoksunluklar içinde kazandığı bu savaşın, günümüzde ders çıkarılacak birçok yönü vardır. Savaşan askerler üniformasızdır ve paçavraya dönen giysiler içindedir. Yüzde yirmi beşinin ayakları çıplaktır. Silah donanımı eksiktir. Açlığını gidermek için doğadan ot toplayıp yemektedir. Ön safta çarpışan subayların yüzde sekseni, erlerin yüzde altımışı şehit olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın önderine ve savaşı kazanan orduya saldırıldığı günümüzün ihanet ortamında, Sakarya’yı unutmamamız ve bu ülkenin nasıl kazanıldığını bilmemiz gerekir. Gazi Mustafa Kemal ve Sakarya şehitlerinin önünde saygıyla eğiliyor, ölümsüz anılarının Türk Ulusu'na örnek olmasını diliyoruz.

11 Eylül 2015 Cuma

12 EYLÜL’ÜN GERÇEK YÜZÜ


12 Eylül Darbesi diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, 12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi.


DIŞA BAĞLANMANIN KÖKLERİ; OSMANLIDA İMTİYAZLAR


Yabancılara; ekonomik, siyasi ve hukuksal alanda ayrıcalık (imtiyaz) tanıma, Anadolu Selçuklularına dek gider. Kolaycılıkla öngörüsüzlüğün içiçe geçtiği uygulamalar, verildikçe bağlanan bağlandıkça verilen ödünler halinde yüzlerce yıl sürdü. Selçuklulardan sonra Osmanlı Devlet’inin de yıkımını hazırlayan koşulları oluşturdu. Kapitilüsyon olarak da tanımlanan imtiyazlar süreci; yabancılara, ekonomik yaşama, bağlı olarak da siyasi yaşama, devletin güçlü olduğu dönemlerde bile yön verme gücünü vermişti. Uygulamalar, devletin iç-dış ticaret üzerinde karar vermedeki girişimgücü (inisiyatifini), mal ve kişiler üzerindeki hukuksal yaptırım yetkisini, giderek kullanamaz duruma getirdi. Siyasi bağımsızlığı doğrudan ilgilendiren yönetim hakları, önce zedelendi sonra ortadan kalktı.

10 Eylül 2015 Perşembe

İNÖNÜ’DEN SAKARYA’YA


Türk Ordusu, sayı ve silah olarak daha güçsüz olmasına karşın, Yunan Ordusu’nu İnönü’de iki kez yendi. Kurmay çalışmalarında ve savaş stratejisi belirlemede, Yunanlılara karşı açık bir üstünlüğe sahipti. Türk komutanların askerlik sanatında “kendilerinden üstün olduğunu bir türlü kabul edemeyen” Yunan subayları, yenilgiyi bir takım gerçek dışı söylentilerle açıklamaya çalışıyordu. Yunanlılar’a göre, Türk topçusu bu kadar iyi atış yapabildiğine göre, kesinlikle Rus ya da Alman subaylarının komutasındaydı; siperler içinde kuşkusuz İtalyan istihkamcıları vardı; piyade erleri ise Fransız subayların emrindeydi!


8 Eylül 2015 Salı

TÜRKİYE’DE NEDEN HAİN ÇOK


Türkiye’de bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri, varsıl işbirlikçiler, sanatçı görünümlü çıkarcılar; aynı yerden buyruk almışçasına, ülkeyi ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor. Yozlaşma ve yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem durumuna getirilmesinin bir nedeni olmalıdır. Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir. Aşağıdaki çalışmayı, günümüzdeki ihanet şebekesinin tarihsel dayanağını ortaya koymak için yayınlıyoruz.

6 Eylül 2015 Pazar

KÜTAHYA-ESKİŞEHİR SAVAŞLARI


Mustafa Kemal, Kütahya-Eskişehir yenilgisinden sonra cepheye geldi ve kararlı tutumuyla, sorumluluğu “Hükümet Başkanı olarak” üzerine aldı. Ordu, yitik vermeden Sakarya’nın doğusuna çekilecek ve orada konuşlanacaktı. Orduya ve halka güveninin değişmediğini gösteren bir dirilik, savaşın zaferle sonuçlanacağından kuşkusu olmayan bir kararlılık içindeydi. Söz ve davranışları, kararları, hatta yalnızca cepheye gelmiş olması bile, yenilginin acısını yaşayan orduya canlılık getirmişti. Komutanları ve her rütbeden subaylarıyla konuşuyor; “Ne olursa olsun bu ülkede kalacağız. Vatanımızın her zerresini savunacağız. En uzak sınırlarına kadar çarpışarak, topraklarımızın altında can vereceğiz” diyerek, onları savaşın yeni aşamalarına hazırlıyordu.

3 Eylül 2015 Perşembe

SİVAS KONGRESİ



Başarılı olabilmek için, “büyük bir irade gücüne”, nitelikli düşünsel donanım ve sınırsız bir yurt sevgisine gereksinim vardı. Bu nitelikler ise, “doğal sürükleyici bir güç” olarak onun yaradılışında bulunuyordu. Aynı nitelikler, yoksul ve eğitimsiz görünen Türk halkının doğal yapısında da vardı. İnançlı bir yurtseverin yapması gerekeni yapacak; kendi gücünü, kaynağı olan millet gücüyle birleştirerek, ülkesini kurtaracak bir eyleme, ulusal bağımsızlık eylemine girişecekti. Bu girişim, kendi adına bir şey istemeyen, “şan ve şeref peşinde koşmayan”, yalnızca “geleceğin Türkiyesi üzerinde tasarladığı yapıcı düşüncelere” yönelmiş olan bir yurtseverin tutkulu eylemiydi.

ESKİ TÜRKLERDE ORDU



Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur. “Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. Ortak bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.

2 Eylül 2015 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL’İ YARATAN KOŞULLAR-2



Harp Okulunda, öğrenciler, yönetimden gizliyerek gerçekleştirdikleri toplantılarda, yorum ve tartışmalar yapıyor, güzel konuşma yarışmaları düzenliyordu. Bu işlerin önde gelen yürütücüsü Mustafa Kemal’di. Güzel konuşuyor, bilgisiyle arkadaşlarını etkiliyordu. “Ancak özgür düşünceli insanlar, vatanlarını kurtarıp onu koruma gücüne sahip olabilirler” diyordu.

1 Eylül 2015 Salı

MUSTAFA KEMAL’İ YARATAN KOŞULLAR-1


20.Yüzyıl başında, Yemen’den Arnavutluk’a, Kafkasya’dan Trablusgarp’a dek, çok geniş bir alanda savaşan subaylar, çatışmalar içinde pişerek kendilerini yetiştirdiler. Gittikleri hemen her yerde onları bekleyen; donanımsızlık, her türlü yoksulluk ve ihanet ayaklanmalarıydı. Maaşsız ve güvencesiz durmadan savaştılar. “Ülkenin bir ucundan bir ucuna koşuyor, eriyip gidiyorlardı”. Sivil ya da asker Türk aydını, canını dişine takarak, onur ve varlık mücadelesine girişmişti. Tarih, ülkesine tutkun bu kuşağı, savaşçı vatanseverler olmaya adeta mahkum etmişti. Mustafa Kemal, bu kuşağın insanıydı.