Birinci
Türk Dil Kurultayı 26 Eylül-5 Ekim 1932’de yapıldı.
Kurultay'ın başlangıç günü olan 26 Eylül, Türkiye'de Dil
Bayramı olarak
kutlanmaktadır. Büyük dil atılımını başlatan Kurultay; “Türk
dilinin dünya dilleri içindeki yerini saptamış”, “Türkçenin
kökeni araştırmış”, “Türk lehçe, şive ve ağızları
bilimsel yöntemlerle incelemiştir”. Atatürk,
dokuz gün süren kurultayın bütün oturumlarına katılmış,
sunulan bildirileri dinlemiş ve oturum aralarında dil bilimcilerle
söyleşiler yapmıştı. Yazıyı, Atatürk’e
ve
kurultaya emek verenlere saygı için yayınlıyoruz.
Toplum
biçimlerinin tümünü kapsayan ve her zaman etkili, her zaman
yaşamsal bir olgu olan dil, uygarlık tarihinde toplumların
varlıklarını sürdürmelerinin koşulu ve göstergesi olmuştur.
Ekonomik ve askeri çatışmayla kurulan egemenliğin kalıcılığı,
dil ve kültür üzerine uygulanan baskı ile sağlanır. Ekonomik
sömürü ile ilgili bir sorun olan dil bozulması, sonu özümlemeye
(asimilasyona) dek giden ulusal çöküşün başlangıcıdır.
Dildeki bozulma; yalnızca o dili kullanan insanlar arasındaki
iletişim ve bilgi aktarımını engellemez, aynı zamanda toplumun
ortak duygu ve düşüncelerinin, bağlı olarak en etkili öz
savunma aracının yitirilmesine yol açar.
Dil
Ulus İlişkisi
Dil
ile ulus
arasındaki dolaysız ilişki, bugün, pek çok insanın sandığından
daha önemli bir boyut kazanmıştır. Günümüzde, özellikle
ezilen uluslar üzerinde yoğun bir küresel baskı vardır ve bu
baskı doğal olarak ulusal
dil
ve kültürü
etkisi altına almıştır.
İnsanlık
tarihi kadar eski bir olgu olan dil ile yaklaşık üçyüz yıl
geçmişi olan ulus
devlet
arasındaki
ilişkinin niteliğini ve etki alanını saptamak, saptamalardan
bugüne yönelik sonuçlar çıkarmak ve bu sonuçlara uygun
davranmak; ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorundur. Bu
sorunun çözümü, ulus–devlet üzerine yoğunlaşan küresel
kuşatmanın aşılmasını ve bu amaçla oluşturulacak
uygulanabilir politikaların belirlenmesini sağlayacaktır.
Dil
ve ulus,
gelişen ve değişen yapılarıyla devingen bir oluşum içindedir.
Oluşumları, gerek ortaya çıkış, gerek gelişme ve gerekse yok
oluş süreçlerinde; toplumsal yaşamın tüm alanlarında görülen,
kurallar işleyişine bağlıdır. Özgürce gelişebilmeleri için
korunmaya ve geliştirilmeye gereksinimleri vardır. Dil ve ulus,
yalnızca toplum dışı değil, toplum içi çelişkilerin olumsuz
etkilerine açıktır. Varlıklarını sürdürebilmeleri için
sınırlayıcı baskılardan, her türlü bozulmadan ve gelişmelerine
engel davranışlardan korunması gerekir.
Türkçe’nin Direnci
Tarihsel
süreç içinde, Türkçe başta olmak üzere kimi diller, tüm
baskılara karşın bilim adamlarını bile şaşırtan bir direnç
göstermiştir. Sözcük zenginliği ve dilbilgisi
(gramer)
kurallarının köklü
yapısı, halkın kendi dilini yaşatma istenciyle birleşince, bu
diller yüzyıllar boyu zora dayalı özümleme (asimilasyon)
uygulamalarına karşı direnmişler ve varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Selçuklular
ve Osmanlılar, Türkçe’yi yaklaşık bin yıl resmi dilden uzak
tutmuş, hiçbir devlet desteği sağlamamıştır. Tersine,
aşağılayıcı davranışı düzenli tutum haline getirmişlerdir.
Buna karşın, Türkçe,
sağlam
dil yapısı ve başta Türkmenler olmak üzere Anadolu halkının
sahiplenmesi nedeniyle kendisini güçlü bir dirençle korumuştur.
Türkmenlerin yabancılaşmaya karşı gösterdikleri yerleşik tepki
ve korumacı gelenek, yalnızca dili değil, Türk kültürünün
hemen her dalının günümüze taşınmasını sağlamıştır.
Osmanlılar Türkçe’ye tanımadıkları serbestliği, Rumca,
Bulgarca ve Sırpça’ya tanımış, buna karşın bu diller, Türkçe
kadar direnç gösterememiştir. Bu toplumlar, kendi dilleri yanında
Türkçeyi de öğrenmişler, ana dillerine birçok Türkçe sözcük
almışlardır.
Duygu
Birliği ve Dil
Bugün,
saf dil aramak, saf ırk aramak gibi sonucu olmayan bir istektir ve
yalnızca istek olarak kalmak zorundadır. Tarihin tüm dönemlerini
kapsayan toplumlar arası savaşım, aynı zamanda “diller
arası savaşım”
olarak da görülebilir. Başkaları üzerinde egemenlik kuran
toplumlar, egemenliklerini, askeri ve ekonomik güç yanında, dil
üzerinde kurdukları baskıya dayandırırlar.
Ekonomik
çıkar esastır ama bu çıkarı sağlayacak baskıya karşı
direnmenin tek yolu, düşünce ve duygu birliğine bağlı toplumsal
örgütlenmedir. Bu ise, insanlar arası iletişimi, yani dil
birliğini gerekli kılar. Tarihin; baskı altına alınan, yok
edilen ya da kaynaşan dillerin öyküleriyle dolu olmasının
nedeni, dilin bozularak bireylerin biribirini anlayamaz, duygu ve
düşüncelerini gerçek anlamıyla birbirine aktaramaz duruma
düşmesini sağlamaktır.
Dillerin
karışımı ya da yok olması, birkaç yılda sonuç veren bir tek
eylem, tek bir kesin darbe olarak düşünülemez; yüzyıllarla
ifade edilebilecek uzun bir süreci gerekli kılar. Dillerin karışımı
ya da yok olması, ağırlıklı olarak baskı altına alınan dilin
egemen dil içine alınarak özümlenmesi (asimile edilmesi)
biçiminde olmuştur. Özümlenen dil yok olur ama egemen dile de
birçok sözcük bırakır. Günümüz ulus dilleri böyle
oluşmuştur. Dillerin karışımı hiçbir zaman, karışımdan
oluşan yeni bir dil ortaya çıkarmamış, karışımdan galip çıkan
dil; dilbilgisi (gramer) yapısı ve sözcük zenginliğinin temel
özünü koruyarak gelişimini sürdürmüştür.
Ulus-Devlet,
Ulusal Dil Dönemi
Dünyanın
son üç yüzyılı, ulus–devletler
ve ulusal
diller
dönemidir. Batıda kapitalist gelişmeyle dolaysız ilişkisi olan
bu süreç, ulusal savaşımların ve sınıfsal çatışmaların
yoğunlaştığı bir dönemdir. Sömürgecilik ve emperyalizmi
içeren ve ekonomik sömürüye temel oluşturan bu süreç, aynı
zamanda, sömürge ve yarı–sömürge dillerine, misyonerlikten
kültürel kuşatmaya dek uzanan, çok yönlü baskıcı bir dönemi
ifade eder.
Kavim
ya da milliyet anlamıyla ulus varlığı (millet), tarihin her
döneminde vardı; ancak 18.yüzyıldan sonra ulus-devlet yapısıyla
Batıda ortaya çıkan ve varlığını günümüzde de sürdüren
ulus oluşumu, Yeni
Çağ
döneminin bir olgusudur. Buna, kapitalist uluslaşma deniliyor.
Ticaret sermayesi ile Orta Çağ içinde gelişen kentsoylu (burjuva)
sınıfı, önce manifaktür,
sonra
fabrika üretimine geçerek kapitalist üretim ilişkilerini
geliştirmiştir. Ürettiğini tüketerek kapalı birimler halinde
yaşamın egemen olduğu köy ekonomisi yerine büyük boyutlu meta
üretiminin geçmesi, doğal olarak yeni toplumsal ilişkileri ve
kurumları gerekli kılmış; Batı tipi toplum düzenleri ortaya
çıkmıştır.
Bu
dönemde, üretim sermayesinin gelişimine engel olan yasa ve
kurumlar ortadan kaldırıldı, yerine gereksinime uygun yasa ve
kurumlar getirildi. Fabrikalarda çalışacak işçiye gereksinim
vardı. Bu gereksinimi karşılamak için köylüler topraktan
koparılıp “serbest”
ve “özgür”
bireyler haline getirildi. Toprak devrimi ile topraktaki feodal
mülkiyet
kaldırıldı;
seçme, seçilme, mülk edinme, örgütlenme, eğitim görme, seyahat
etmeyi içeren insan hakları kavramı ortaya çıktı. Üretimin
yoğunlaşıp çeşitlenmesiyle yeni toplumsal sınıf ve alt sınıf
katmanları oluştu. Ekonomik çıkar ayrımına göre oluşmuş
siyasi ve ekonomik örgütler kuruldu. Temsili yönetim ve güçler
ayrılığı kavramı ile parlamentarizm ortaya çıktı.
Kentsoyluluğun
ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı, kendi içinde
bütünlüğü olan, aynı dilin konuşulduğu bir pazara gereksinimi
vardı. Bu pazar, doğal olarak kendi ulusal
pazarı,
egemen olması gereken dil kendi ulusal
diliydi.
Pazarın, her yöresini birbirine bağlayacak yollara, büyük enerji
kaynaklarına ve hızlı bir iletişim ağına gereksinimi vardı.
Bunun için, değişik büyüklükte ve birbirinden kopuk olarak
varlığını sürdüren feodal topluluklar ve yönetim birimleri
yerine, pazar
birliği
temelinde yükselen uluslar
ve merkezi ulus–devletler
ortaya çıktı.
Dil
birliği tek başına ulus oluşumu için yeterli değildir. Bunun
yanında; toprak birliği (yurt), ekonomik çıkar birliği (ulusal
pazar) ve tinsel (ruhsal) biçimlenme birliğin (kültürel birlik)
oluşması gerekir. Ulus oluşumu şu biçimde özetlenebilir: Çağdaş
anlamda ulus, tarihin belirli bir döneminde, kapitalizmin gelişme
döneminde ortaya çıkan; ortak tarihsel köklere dayanan, kararlı
bir dil, toprak, ekonomik ve kültürel yaşam birliğine sahip,
sürekliliği olan toplumsal oluşumdur.
Türk Ulusu ve Türk Dili
Türk
Ulusu’nun
oluşumu, ilginç özellikler gösterir. Çokuluslu bir devlet olan
Osmanlı İmparatorluğu, yönetim yapısı ve sanayisizlik nedeniyle
uzun yıllar uluslaşamamıştır. Avrupa’da uluslaşma hızla
yayılırken Türk Ulusu’nun oluşumu, 20.yüzyıla dek
gecikmiştir. Osmanlı merkezi yönetimi, Türklere (özellikle
Türkmenlere) o denli baskı uygulamıştır ki, imparatorluk içinde
yaşayan Rum,
Bulgar,
Sırp
gibi milliyetler 19.yüzyılda uluslaşırken, Türklerin uluslaşması
Kurtuluş Savaşı’na dek uzamıştır.
Türklerin
uluslaşmasının ekonomik temeli, Cumhuriyet devriminin
uygulamalarıyla atılmıştır. Atatürk,
Cumhuriyet yönetiminin devraldığı toplumsal mirasın niteliğini
bildiği için, uluslaşmaya ve onun maddi temelini oluşturan
ekonomik gelişmeye, tarih ve dil araştırmalarına, tarikat ve
aşiret karşıtlığına, laikliğe özel önem vermiştir. Dil
Devrimi, bu önemin somut sonucudur.
Türkçe’nin
Gücü
Türkçe
bugün, dünyada çok konuşulan dillerden biridir. Lehçe düzeyinde
ülkelere ve bölgelere göre ayrımlılıklar gösterse de kök
yapısı birdir. Sözcük bakımından zengindir, ancak gerçek
zenginliğini, tek bir sözcük kökünden çekim ekleri aracılığıyla
sözcük türetme yeteneğidir. Türkçe’de her sözcük kökü,
çok sayıda yeni sözcük üretme olanağına sahiptir. Örneğin,
yalnızca değiş
(bir şey alıp bir şey verme) kökünden; değişen
(mütebeddil), değişik
(muhtelif), değişiklik
(tadilât),
değişim
(transformasyon), değişimcilik
(mutasyonizm), değişke
(modifikasyon), değişken
(mütehavvil), değişkin
(muaddel),
değişme
(mübadele), değişmece
(mecaz), değişmeceli
(mecazi), değişmek
(tahavvüt
etmek), değişmez
(sabit),
değişmezlik
(istikrar), değişseme
(istibdal), değiştirge
(tadil teklifi), değiştirgeç
(konvertisör),
değiştirgen
(parametre), değiştirme
(tebdil), değiştirmece
(deplasman), değiştirmeksizin
(harfiyen),
değiştokuş
(mübadele) gibi neredeyse sonsuz sayıda sözcük türetmek
olanaklıdır.1
Türkçe
bu yapısıyla; Çince, Japonca, Tibetçe gibi ses vurgusuna dayanan
Tek
Heceli Diller’den
ve İngilizce, Fransızca, Arapça gibi sözcükleri değişik
biçimler gösteren Çekimli
Diller’den
çok daha üretken ve yalın bir dildir. Ses zenginliği; “İngilizce,
Fransızca, Arapça ve Farsça’dan iki kat daha fazladır”.2
Batılı
Dil Bilimciler ve Türkçe
Türkçe,
kendisini inceleyen yabancı dilbilimciler üzerinde, gerek
dilbilgisi (gramer) kuralları, gerekse ses uyumu bakımından
hayranlık duygusu yaratmıştır. Bu duyguyu dile getiren birçok
bilim adamı vardır. Ünlü Alman Dilbilimcisi Friedrich
Maks Müller,
“Türk
dilini incelerken, insan zekasının dilde başardığı büyük
mucizeyi görürüz”3
der ve Türkçe için şunları söyler: “Türk
dilinin çekim biçimindeki hiç bozulmayan düzgünlük ve düzen,
yapısından gelen kavrama kolaylığı, dilde yaratılan bu
olağanüstü anlatım gücünü anlayabilenleri heyecana sürükler.
Türkçedeki en ustalıklı yapı, eylem (fiil) yapısıdır. Hiçbir
dilin anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya
çalıştığı anlam inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle
anlatabilir”.4
Fransız
Jean
Deny,
“Orta
Asya’nın doğal ortamından böyle bir dil nasıl çıkabilir”5
diyerek şaşkınlığını dile getirir ve şunları söyler: “Türk
dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun ortak çalışma
ürünü olarak görmek gerekir. Ancak, böyle bir kurul bile, Tatar
bozkırlarında kendi içgüdüsüyle bu dili yaratan insan aklının
yerini tutamaz. Türkçe eylem(fiil)lerde, kendine özgü öyle bir
özellik vardır ki, bunun bir benzerine, Arian dillerinin hiçbirinde
rastlanmaz. Bu özellik, çekim ekleriyle yeni sözcük oluşturma
gücüdür”.6
Türkçe;
C.E.Bosworth’a
göre “başka
dillere karşı üstünlüğü olan, olağanüstü zengin ayırtılı
(nüanslı) bir dildir”7;
Herold
Armstrong’a
göre “Türkçe,
Arapçanın sertliğini kıran, Acemcenin tatlılığını taşıyan,
açık ve net anlatımlı”8;
Khail
Ganem’e
göre, “sesli
harflerin sessizleri bir yıldız kümesi gibi sarıp yumuşattığı;
ses uyumu mükemmel, sade, tatlı, canlı ve atik”
bir dildir.9
Atatürk
Ne Diyor
Atatürk;
“Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”
der.10
Bu kısa tümce çok özlüdür ve gerçeği yansıtır. Atatürk,
din ve ırk unsurunu uluslaşmanın koşulu olarak görmez. Ulus
için; “Zengin
bir anılar kalıtına sahip bulunan, birlikte yaşamak konusunda
ortak arzu ve bunu uygun görmede samimi olan, sahip olunan mirasın
korunmasına devam konusunda iradeleri ortak olan insanların
birleşmesinden meydana gelen; siyasi varlıkta birliğe, dil
birliğine, toprak birliğine, ırk ve köken birliğine, tarihsel ve
ahlaksal yakınlığa sahip topluluğa ulus denir”
der.11
Buradaki “ırk
ve köken birliği”
olarak yapılan anlatımın, uluslaşmanın “tarihsel
olarak oluşmuş olan toplumsal ruh birliği”
temel kavramı içindeki bir öğe olarak kullanıldığı açıktır.
Atatürk,
dil-ulus ilişkileri ve bu ilişki içinde dilin önemi konusunda çok
sayıda açıklama yapmıştır. Açıklamalarında şunları
söylüyordu: “Milli
duyguyla dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve
zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etmendir”12;
“Türk
dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil bilinçle
işlensin. Ülkesinin bağımsızlığını korumayı bilen Türk
Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”.13
“Türk
Ulusu geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının,
geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının kısaca bugün
kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu
görüyor. Türk dili, Türk Ulusunun kalbidir, zihnidir”.14
“Ulusal
bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih
uğrunda çalışmaya mecburuz”.15
“Türk
Ulusu’nun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen
ve esas olacaktır”.16...
Çoğaltılabilecek bu alıntılar, bağımsız ulus varlığına
herşeyin üzerinde önem veren Atatürk’ün
buna bağlı olarak dile ne denli önem verdiğinin göstergesidir.
Türkçe’nin
binlerce yıla dayanan ayrımlılaşma süreci, 15.yüzyıla
gelindiğinde; Batı
Türkçesi (Oğuz), Kuzey Türkçesi (Kıpçak), Doğu Türkçesi
(Çağatay)
olarak üç ana lehçe kümesini oluşturmuştu. Bugün Türkiye’de
konuşulan Türkçe, ağırlıklı olarak Türkmen boylarının
özenle sahiplenip koruduğu ve Osmanlı merkezi yönetiminin
değersiz görüp dışladığı Oğuz
Türkçesidir.
Osmanlı’nın
Yaptığı
Arap,
Fars ve Türk
dillerinin
karışımından oluşan Osmanlıca,
ne yeni bir dildi, ne de bu dillerden birinin egemen olduğu bir halk
diliydi; saray elitinin kullandığı garip bir karışımdı. Arapça
ve
Farsça,
Türkçeye, hem sözcükleri hem de işleyişiyle girmiş ve Türkçeye
büyük zarar vermişti. Aşağıda örneği verilen tümce,
Osmanlıcanın
Türkçeden
ne denli uzak olduğunu ortaya koymaktadır; üstelik bu tümce,
Türkçe’yi gerçek kimliğine kavuşturacak olan Mustafa
Kemal
tarafından söylenmiştir: “Cumhuriyet,
levs ile, riya ile kipz ile melüf ve rengi aslisini, hali tabiisini,
kıymet-i girân bahasını gaip eden Bizans’ı (İstanbul’u)
elbette ki ve muhakkak adam edecektir. Hali tabii ve nezihine irca
eyleyecektir”.17
Osmanlılar
Türkçe’yi
bu hale sokarken, Anadolu halkı Türkçe’yi
kararlılıkla ve bozulmadan yaşatıyor, onu tüm olanaksızlıklara
karşın yabancı etkisinden koruyordu. 13.Yüzyılda yaşamış olan
Yunus
Emre
dizelerinde şu Türkçe’yi kullanıyordu: “Ben
yürürüm yana yana/aşk boyadı beni kana/Ne deliyim ne divane/Gel
gör beni aşk neyledi...”
ya da “İlim
ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen ya nice
okumaktır...”
Bu dizeler günümüzden 800 yıl önce söyleniyordu. Osmanlıca ile
Türkçeyi kullanan aydınlar ve halk arasında, bu dil farklılığıyla
anlaşma sağlamak, elbette olanaklı değildi.
Ulus Devlete ve Ulusal Dile Savaş
Uluslaşma
sürecini tamamlayarak ulus devlet yapılarını güçlendiren Batılı
gelişmiş ülkeler, 20.yüzyıl başında ekonominin ve siyasi
demokrasinin bağlı olduğu liberal geleneklerden koparak
emperyalist devletler haline geldiler. Gerilikten kurtulup kalkınma
ve toplumsal ilerleme yolunda ulus devletin önemini bildiklerinden;
etki altına aldıkları azgelişmiş ülkelerin, uluslaşma ve ulus
devlet yapılanması yönündeki çabalarına karşı çıktılar. Bu
yöndeki girişimleri önlemek için, barışçı ya da barışçı
olmayan her tür yöntemi kullanarak, etkili bir savaşım içine
girdiler.
Azgelişmiş
ülkeler, uluslaşmaya ve ulus devlete en çok gereksinimi olan
ülkelerdir. Emperyalizmin her yönden kendilerini sardığı sömürü
ortamında, ekonomik ve toplumsal sorunların baskısı
altındadırlar. Yaşadıkları olumsuz koşullardan
kurtulabilmelerinin tek yolu; kendi gücüne dayanan merkezi ve güçlü
bir ulusal
devlete,
ulusal
pazara, ulusal dil
ve tarih
bilincine
sahip
olabilmeleridir. Bunu başarmak emperyalizmle karşı savaşım
vermek ve onun yıkıcı etkisinden kurtulmak demektir. Dildeki
bozulmanın, ulusal birliğin bozulması olduğu unutulmamalıdır.
DİPNOTLAR
1 “Türk
Dili Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi
Kit., İst.-1992, sf.159
2 Nurettin
Sevin; ak.
Seyit Kemal Karaalioğlu, “Sözlü /Yazılı Kompozisyon Konuşmak
ve Yaşamak Sanatı” İnkilap
Yay., 28.Bas., sf.13
3 “Sözlü/Yazılı
Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı” S.Kemal Karaalioğlu,
İnkilap Yay., 28.Basım, sf.7
4 a.g.e.
sf.7
5 “Arap
Milliyetçiliği ve Türkler”
Prof.İlhan
Arsel,
Kaynak Yay., 6.Bas., İst.-1998, sf.384
6 a.g.e.
sf.384
7 “Language
Reform and Nationalism in Modern Turkey” Harold Armsrong
The Müslim World Der., Ocak 1965, C:55, sf.58; ak.; a.g.e. sf.386
8 “Turkey
and Syria”
London, 1930; ak. a.g.e. sf.386
9 “Les
Sultans Ottomans” Khail Ganem,
Paris 1901, Cilt 1, sf.296
10 “Medeni
Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları” A.İnan,
1969, TTK Yay.
11 “Vatandaş
İçin Medeni Bilgiler” sf.
22, ak; a.g.e., sf.19
12 “Atatürk’te
Konular Ansiklopedisi” S.Turhan, Yapı
Kredi Yay., sf.186
13 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”
IV.Cilt, sf. 349, ak. Seyfettin
Turhan
“Atatürk’te
Konular Ansiklopedisi” Yapı
Kredi Yay., sf.186
14 “Medeni
Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları” A.İnan
,1969, TTK Yay., sf.352
15 “1951
Olağanüstü Dil Kurultayı” Enver Behnan Şapolyo,
1951, sf.53
16 “15.Kitabı”
1938,
sf.161
17 “Tek
Adam” Şevket Süreyya Aydemir,
Remzi Kit., 8.Baskı, 1981, sf.424
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder