Son dönemde Türkiye’de, tutkulu bir Arap
hayranlığıyla Suudilerin peşinde dolaşılıyor; onlara huşu içindeki müminler
gibi mistik bir saygıyla bakılıyor. Oysa Araplar, özellikle de Suudi sülalesi,
bugün yüceltilmeye çalışılan Osmanlı Devleti’ni arkadan hançerlemiş, ona büyük
zarar vermişti. 1806’da, Emir Muhammed
Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırmış ve
muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girmişti. Suudlar; 3.Selim’in
giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı Hükümeti’nin ve
Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk
kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı eğilim”
içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform
adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu söylüyordu.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
27 Şubat 2016 Cumartesi
26 Şubat 2016 Cuma
ARAPLARIN OSMANLIYA İHANETİ
Birinci Dünya
Savaşı’nda Türk Ordusunun karşılaştığı ihanet, “sinir bozucu” bir acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile
donatılmış İngiliz Ordusuy’la savaşılırken, öte yandan bu Ordu’yla bağlantılı
Arap çetelerinin saldırılarıyla uğraşıldı. Olanaksızlıklar ve karşılaşılan
vahşet, her türlü öngörünün üzerindeydi. Ayrıcalıklı haklarla yüzyıllarca
Osmanlı Devleti’nin uyruğu olarak yaşayan Araplar, açıklanması güç bir
acımasızlıkla Türk Ordusu’nun “dindaşı
olan” subay ve erlerine saldırıyor ve ele geçirdiklerinin tümünü
öldürüyordu. Şevket Süreyya Aydemir’in
tanımıyla; “Arap çölleri Anadolu
gençliğinin mezarı” haline gelmişti.
24 Şubat 2016 Çarşamba
ARAP KIYICILIĞI VE TÜRKLER
Arap ülkeleri
ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet
yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da
özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla
sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi
aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz
gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13
yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler
içerir. Ancak, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması
nedeniyle konu günceldir ve geçmişte Araplarla kurulmuş olan ilişkiler ders
alınması gereken olaylarla doludur.
22 Şubat 2016 Pazartesi
1923 TÜRKİYE’Sİ VE KEMALİST KALKINMA
Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun yüzde 80’inden çoğu
köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde, ürettiğini tüketen ve yoksulluk
sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş,
pazar ilişkileri oluşmamıştı. 1927 yılı Sanayi Sayımı’na göre, el sanayi
işletmeleri yani tamirhaneler dahil 33085 iş yeri ve bu işyerlerinde çıraklar
dahil 76216 işçi vardı. Her işyerine 2-3 işçi düşüyordu. Burjuvazi, proleterya
gibi sınıflar oluşmamıştı. Sermaye birikimi yoktu. İç ticaretle uğraşan 18000
işyerinin; yüzde 47’si Rumlara, yüzde 22’si Ermenilere, yüzde 18’i Levantenlere
(Avrupa kökenliler) aitken, yalnızca yüzde 13’ü Türklerindi. İç ve dış ticaret,
sanayi, madencilik, mali sermaye kuruluşları ve bankacılık Türk ya da Müslüman
olmayanların elindeydi. Azınlıkların ülkeyi terk etmesiyle, Türkiye’de
ticaretin duracağına, bankaların çalışmayacağına hatta Türk makinist olmaması
nedeniyle demiryolu ulaşımının yapılamayacağına inanılıyordu.
20 Şubat 2016 Cumartesi
ATATÜRK’ÜN KALKINMA YÖNTEMİ
“Çin
mucizesini” yaratan 1978 yenileşmesinin uyguladığı kalkınma
yöntemiyle, Türkiye’de 1923-1938 arasında uygulanan yöntem arasında büyük bir
benzerlik vardır. Devletçiliğin belirleyici olduğu, özel girişime yer ve destek
veren, yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden, sosyal piyasa ekonomisi ya da
karma ekonomi denilen kalkınma yöntemi, Türkiye’de Çin’den yarım yüzyıl önce
bulunmuş ve uygulanmıştı. “Türk Tipi Kalkınma” olarak tanımlanan uygulamalar, bağımsızlığına kavuşan geri kalmış ülkelerin
nasıl kalkınacağını gösteren yeni bir örnek ortaya çıkardı. Özel girişimciliğe yer veren, ancak
kapitalist olmayan; devletçiliği öne çıkaran, ancak sosyalist olmayan ya da her
ikisi de olan bir ekonomik kalkınma yöntemi geliştirilip uyguladı.
17 Şubat 2016 Çarşamba
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ-2
“... Amacımız odur ki, bu ülkenin insanları
ürettikleriyle; tarımın, ticaretin, sanatın, emeğin ve yaşamın temsilcileri
olsun. Ve bu ülke, artık yoksul ve kimsesizler ülkesi değil, zenginler ülkesi,
zenginlikler ülkesi olsun. Yeni Türkiye’ye çalışkanlar diyarı denilsin. En
büyük makam, en büyük hak, çalışkanlara ait olsun... Eğer vatan, kupkuru
dağlardan, sert kayalardan, mezralardan, çıplak ovalardan ve vatan; bakımsız şehirlerden, köylerden
ibaret olsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Bu değerli vatanı, böyle
zindan ve cehennem yapmışlardı. Oysa bu vatan, evlatlarımız ve torunlarımız
için cennet yapılmaya layık, çok layık bir vatandır. Ülkemizi bayındır kılıp
cennet haline getirecek olan araç ve etkenler, tümüyle ekonomik
faaliyetlerdir... Geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı
sermaye, ülkede kural dışı ayrıcalıklara sahipti. Devlet ve hükümet, yabancı
sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmıyordu. Artık, her medeni devlet
ve millet gibi, yeni Türkiye buna razı olamaz; burasını esirler ülkesi
yaptırmayız... Bütün millet, bütün dünya bilsin ki, bu millet tam
bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe, yürüdüğü yolda bir an durmayacaktır.”
Mustafa
Kemal 17 Şubat 1923 - İzmir İktisat Kongresi
16 Şubat 2016 Salı
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ-1
İzmir İktisat
Kongresi, Türkiye için önem taşıyan günlerde, 17 Şubat 1923’te toplandı.
Lozan’da başlayan barış görüşmeleri, 4 Şubat’ta kesilmiş ve Türk Kurulu yurda
dönmüştü. Avrupalılar; kapitülasyonlar, tazminatlar, ekonomik ayrıcalıklar,
Boğazlar ve Irak sınır belirlemesi konusunda, kabul edilmez koşullar ileri
sürüyor; Türkiye’yi, ekonomik dayanaklarıyla tam bağımsız ve özgür bir ulus
devlet olarak kabul etmek istemiyordu. Konferans’ın kesilme nedeni buydu. Böyle
bir aşamada toplanan İzmir İktisat Kongresi, Türkiye’nin tam bağımsızlık
konusundaki kararlılığını, gerek Lozan katılımcılarına gerekse tüm dünyaya, bir
kez daha ve en açık biçimiyle bildirecek, bunun nasıl gerçekleştirileceğini
ortaya koyacaktı. Bu işlevi nedeniyle, İzmir İktisat Kongresi, yalnızca
Türkiye’yi ilgilendiren bir eylem olmaktan çıkarak uluslararası bir boyut
kazanmış; ekonomi kaynaklı olmasına karşın siyasi bir etkinlik durumuna
gelmişti.
OSMANLIDA BORÇLANMA VE ISLAHAT FERMANI
“Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş
yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya
çıkacaktır. İşte o zaman, gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri
tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin maliyesi, ekonomisi ve
servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız
olacaktır. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi
baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi
dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli
misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl, teminat unsurlarının en
önemlilerinden biri olacaktır.”
Daniel Ducoste,
Fransa Maliye Bakanlığı Danışmanı-1889
15 Şubat 2016 Pazartesi
OSMANLI’DA ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI: TANZİMAT FERMANI
1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret
Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839’da başlayan
Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu
incelendiğinde, tarihin yüz yetmiş yedi yıl sonra bu denli yinelenmiş olması
çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar
yeniden yaşanmaktadır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi
yok oluşa götürüyor.
12 Şubat 2016 Cuma
ŞEYH SAİT AYAKLANMASI VE EMPERYALİZM
Hınıs’lı aşiret reisi
Nakşibendi Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 günü ayaklandı. Ayaklanma, 62 gün
içinde 15 Nisan’da bastırıldı; yargılamalar ise 74 günde 28 Haziran’da
tamamlandı. Doğu İstiklal Mahkemesi, Şeyh Sait başta olmak üzere 48
kişiyi idama mahkum etti. Cezalar, birgün sonra 29 Haziran’da infaz edildi.
Cumhuriyet, henüz 1,5 yaşındayken ve olanaksızlıklar içindeyken, dış kaynaklı
kalkışmayı yalnızca 137 günde; bastırdı, yargıladı ve cezalandırdı. Bu başarı,
ilkeli ve kararlı bir yönetimin neler yapabileceğini gösteren tarihi bir
örnektir. Yazıyı, 91 yıl önce meydana gelen bu olaydan ders çıkarılması
dileğiyle yayınlıyoruz.
Hakkâri’de
yaşayan Nasturi papazlardan Nastoris
tarafından kurulan Nastur tarikatına
bağlı Hıristiyanlar, 7 Ağustos 1924’de ayaklandı. Ayaklanma, İngiltere’nin
Musul sorununun ele alınması için Milletler Cemiyeti ’ne başvurmasından bir gün
önce başlamıştı. İngiliz subaylar Nastur halkını örgütleniş, İngiliz uçakları
ayaklanmacıları desteklemişti. Şeyh Sait
ayaklanması, İngiliz işgal güçlerinin Kuzey Irak’ta sıkıyönetim ilan ettiği,
subay izinlerinin kaldırıldığı, birliklerini Musul’a taşıdığı günlerde ortaya
çıktı. O günlerde Büyük Britanya Sömürgeler Bakanı, Musul’a gelerek
denetlemelerde bulunmuş, güçlü bir İngiliz donanması Basra’ya hareket etmişti.
EMPERYALİST KIŞKIRTMA VE KÜRTLER
Türkiye
Cumhuriyeti’ndeki Kürtler, Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki Ermeni ya da Rumlar değildir. 20.Yüzyıl başında,
emperyalizmin oyununa gelen bu iki topluluk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek
zorunda kaldılar ve Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk
yaratmadılar. Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik
ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de belirlenebilecek
bir sınır vardır. Türkler ve Kürtler, Türk ulusunun asal unsurlarıdır;
toplumsal ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin her yerinde beraber yaşamaktadırlar. Doğu ya da
Güneydoğu’da, biçimi ve adı ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi,
Kürtler için daha geri bir konuma düşme, yani hak kaybına uğramaktan başka bir şey değildir.
10 Şubat 2016 Çarşamba
DOĞUDA BİLİMİN ALTIN ÇAĞI: ORTA ASYA’DAN İSPANYA’YA YAYILAN IŞIK
9.Yüzyıldan başlayarak
14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Suriye, Anadolu, Mısır, Kuzey Afrika ve Müslüman
egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı bir uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma
yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları
incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi
dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük
kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri
merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı
ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada
zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını
yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan”
insanlarla dolup taşıyordu.
9 Şubat 2016 Salı
TÜRKLER KİMLERDİR
“Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi
altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism).
Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türktür. Tüm
nesnellik örtüleri, konu Türke gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan
kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. Türkten ağzı burnu
çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür.” Niyazi Berkes
7 Şubat 2016 Pazar
DOĞUDA BİLİMİN TEMELLERİ: OKUL, KİTAP VE EĞİTİM
Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi. Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı. İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal” sayan sözleri, onlara güç veren en büyük yardımcıydı.
5 Şubat 2016 Cuma
ESKİ TÜRKLERDE EĞİTİME VERİLEN ÖNEM
Türkler, çetin doğa
koşullarına ve göçlerin güçlüklerine dayanmak için örgütlü olmak zorundaydılar.
Bu zorunluluk, bilgili ve bilinçli olmayı gerektiriyordu. Bilgi ve bilgiye
ulaşmanın aracı olarak eğitime Türkler’in, neredeyse bir yaşam sorunu gibi önem
vermelerinin temelinde yatan neden budur. Türkler çocuklarına, her zaman ve her
koşul altında, ailede ya da okulda, yüzeysel ya da kapsamlı, hangi biçim ve
nitelikte olursa olsun; yaşam özelliklerini, geleneklerini ve ahlakını
öğretmeyi bilmişlerdir.
ESKİ TÜRKLERDE EĞİTİME VERİLEN ÖNEM
Türkler, çetin doğa
koşullarına ve göçlerin güçlüklerine dayanmak için örgütlü olmak zorundaydılar.
Bu zorunluluk, bilgili ve bilinçli olmayı gerektiriyordu. Bilgi ve bilgiye
ulaşmanın aracı olarak eğitime Türkler’in, neredeyse bir yaşam sorunu gibi önem
vermelerinin temelinde yatan neden budur. Türkler çocuklarına, her zaman ve her
koşul altında, ailede ya da okulda, yüzeysel ya da kapsamlı, hangi biçim ve
nitelikte olursa olsun; yaşam özelliklerini, geleneklerini ve ahlakını
öğretmeyi bilmişlerdir.
3 Şubat 2016 Çarşamba
BATI AYDINLANMASINDA TÜRK İMGESİ
Avrupa kültüründe
yerleşik öğe haline gelen Türk ve Müslüman karşıtlığı, Aydınlanma döneminden sonra yoğunlaşmış ve dizgeleşmiştir. Aydınlanmacılara göre, “uygarlıktan yoksun” Türkler, Avrupa
kültürünün “baş düşmanıdır” ve Avrupa’nın “en güzel” topraklarını “kanlı yönetimleri” altına almışlardır. Buraların kurtarılması ve
Türklerin “ait oldukları yere sürülmesi”
gerekir. Bu yaklaşım, yalnızca politikacılar içinde değil; sanatçılar, yazarlar
ve bilim adamları arasında da deliksiz bir yaygınlık içindedir. Türkiye’deki
Batıcıların övgü ve hayranlıkla söz ettikleri; Ronsard, Voltaire, Diderot,
Kant, Hegel, Marks, Engels, Victor Hugo, Pascal, Thomes Moore, Delacroix,
George Byron, Edgar Allan Poe gibi her kesim ve düşünceden insanlar,
ayrılıklarını bir kenara bırakarak Türk karşıtlığında birleşmişlerdir.
2 Şubat 2016 Salı
TÜRKLER NASIL İNSANLARDIR
Yalnızca
Türkler değil, tüm toplumlar yaşam biçimlerinden ve tarihlerinden gelen,
kendilerine ait özelliklere sahiptir. Ayrılıkları, benzerlikleri ya da gelişme
düzeyleri ne olursa olsun her toplum, hem kendine özgüdür hem de dünya
kültürünün bir parçasıdır; hem yerel hem evrenseldir. Ulusları ve halkları
yerme ya da hor görmeye dayanan üstünlük duygusu, yani ırkçılık ne denli kabul
edilemezse, evrensellik adına kimliksizleşme davranışları da o denli kabul
edilemez. Halkın gelenek ve göreneklerine sahip çıkıp geliştirmek, yalnızca hak
değil aynı zamanda bir görevdir. Halkların yaşamında var olan demokratik
gelenek, bu iki olguyu birlikte ele almayı gerektirir.
AVRUPA'DA TÜRK KARŞITLIĞI
Batılılaşma olarak
tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı, ülkemizde ikiyüz yıldır
yaşanan bir konudur. Batının gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı
kıyaslayan insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz de öyle olsak”, “onlar
gibi yaşasak” gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce
düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa Birliği’ne
girerek “Avrupa’yla bütünleşmek” ulusal erek durumuna getiriliyor. Oysa,
Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu
değildir. Olumluluk bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara,
kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak üzere
insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor. Değer verip yücelttiği
Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler için neler söyleyip yazdığından haberi yok.
Kişilikli tutum ve davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla
yayınlıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)