9.Yüzyıldan başlayarak
14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Suriye, Anadolu, Mısır, Kuzey Afrika ve Müslüman
egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı bir uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma
yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları
incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi
dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük
kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri
merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı
ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada
zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını
yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan”
insanlarla dolup taşıyordu.
Doğru
Tanım
Doğu
aydınlanması olarak tanımlanan uygarlık gelişiminin öncülüğünü, büyük çoğunluğu
Müslüman olan düşünürler yaptı. Bu nedenle, bilim ve bilgelik alanındaki bu
olağanüstü gelişmeye, İslam aydınlanması denildi. Ancak, 9.yüzyıl
aydınlanmasının öncülüğünü yapanlar içinde hemen her dinden insan vardı. Müslümanlardan
başka, bölgede yaşayan; Budist, Yahudi, Maniheist, Şaman ve Hıristiyan bilim adamları, bu uygarlık
içinde, sayıları az da olsa yer almıştı. Bu nedenle dinsel tanımlama, olayı tam
olarak anlatmıyordu.
Etnik
yükümlenme de olası değildi. Aydınlanma o denli geniş ve kapsamlıydı ki, olay
etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar,
Türkler, Acemler, Suryaniler, Nestroyanlar ve başka etnik kökenden
düşünürler, bu devinimin içinde yer almış, katkı koymuştu. Batı ya da Arap
tarihçilerin, bugün kullanmakta oldukları Arap bilimi tanımlaması da gerçeği
yansıtmıyordu. Bu yaklaşım, uygarlığı yaratan başka unsurları sok saymak
demekti.
Dönemin bilim
yapıtlarının büyük bölümü Arapça yazıldığı için, bu uyanışa; kimi tarihçi Arap
bilimi ya da Arapçadaki bilim tanımını kullandı. Ancak, bu bilim içinde, Farsça
ve Türkçe başta olmak üzere, başka dillerde yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik
tanımlamada uygun düşmüyordu. Bu nedenle, 9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en
uygun tanım, herhalde Doğu aydınlanması
olmalıdır. Tanım uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun, bilimsel gelişme için, hiçbir zaman uygun bir ortam
oluşturmadığını”, “aydınlanmanın
yalnızca Avrupa’da yaşandığını” ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en
azından tanım düzeyinde verilmiş bir yanıt olacaktır.
Türkler’in
Durumu
Doğu
aydınlanmasını “İslam uygarlığı”
olarak tanımlamasına karşın, Fransız tarihçi Jean Poul Roux, konuyu gerçeğe uygun olarak açıklayan ender Batılı
bilim adamlarından biridir. Roux, bu
büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu saptamaları yapmıştır: “İslam uygarlığı bir merkezden doğmamıştır;
merkezi devlette tüm yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile, İslam
uygarlığının doğum yeri olmamıştır. (Bu uygarlık y.n.) Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, yani
Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da, yaratıcılığın doruğa ulaştığı ve sürekli
olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın içinde,
Orta Asya’nın önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de ilk
sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık olacaktır. Doğru olan,
bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin, bir bütün olarak ele alınmasıdır...”1
Dinler
ve uluslararası ortak bir ürün olan bu büyük uygarlık atılımını tanımlarken, bu
tanım içinde önemli bir yeri olan Türk unsurlara özellikle dikkat edilmelidir.
Türklerin Doğu bilimine yaptığı katkı, üst düzeyde olmasına karşın, Batı ya da
Arap tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok sayılmıştır.
Bu
büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve kültür birikiminin kaynağı yeterince
sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının, bilim tarihine yön veren buluş ve
görüşleri atlanmıştır. Arapça yazdıkları için yalnızca yapıtları değil,
kendileri de Arap sayılmış ve Batı kaynaklarında, onlara kendi adlarından başka
adlar verilmiştir.
Doğu aydınlanmasına
kaynaklık eden bilimsel birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da yeterince vardı.
Türk, İranlı ya da Süryani bilim adamları, eskiye giden köklü kültürel
gelenekleriyle, bilimi kilisenin tutuculuğundan korumuşlar ve geliştirmişlerdi.
Suryaniler, Bizans İmparatoru Justinyen’in
(Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina Okulu’nun düşünürlerini sahip çıkıp,
Antik Ege uygarlığı yapıtlarını Süryanice’ye çevirirken; Türk ve İranlı bilim
adamları, kendi yöresindekilerle birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini
yaşatıp geliştirmişlerdi.
Araplar
ve Abbasiler
Araplar,
başlangıçta bu yapıtlardan çok az yararlanmıştı. Onlar, yaşamı ve doğayı
tümüyle, inanca bağlı düşüncelerle açıklıyor ve “İslamiyetin, kendilerinden önceki düşüncelerin tümünüyok saydığını
ileri sürüyordu”.2
Abbasiler’e
dek yöre kültürlerini yok eden bir baskı politikası uygulamışlardı. Emeviler,
İran, Mısır, Suriye ve Türk bölgelerini ele geçirdiklerinde; dini yapıt ve anıtlarla
birlikte Türkçe, Farsça ya da Latince yazılan yapıtları da yakıp yıktılar.3
Araplar’ın bilimle tanışıp bu alanda ünlü düşünürler çıkarması, Abbasi
halifelerinin bilime, bilim adamlarına ve başka kültürlere önem vermesiyle
başladı.
Fransa’da eleştirel
bilgeliğin (felsefenin) öncülerinden sayılan tarihçi ve din bilgini Ernest Renan (1823-1892), başka
kültürlerin Arap kültürüne etkisi konusunu incelerken, biraz da abartılı olarak
İran uygarlığını öne çıkarır ve şunları söyler: “Avrupa Rönesansı'nın gerçek kaynağı araştırılacak olursa bu, İslami
bilimler arasından geçerek Sasani devrine çıkar. Öteki ulusların, özellikle
İran’ın, Arap dünyasına ve uygarlığına giren bilim ve kültür unsurlarını
Araplardan alırsanız, Arap, devesiyle yalnız başına kalır”.4
Bilim
ve İslam
Oysa,
Araplar bilim ve gelişmeye önem veren bir dini kabul etmişlerdi. Hz.Muhammed, “kadın olsun, erkek olsun her Müslüman’a” bilgi edinmek için
çalışmayı, adeta dini bir borç olarak göstermişti. “Beşikten mezara ilim arayınız”; “Kim
ilim için çalışırsa ibadet etmiş olur”, “İlim
edinmek oruç kadar, ilim öğrenmek namaz kadar değerlidir”demişti.
Böyle bir peygambere
sahip olmak; bilime saygıyı, herkesten çok Araplarda arttırmalı ve bilim “Çin’den getirilmek zorunda kalınsa” bile
insanın yolunu aydınlatmalıydı.5 Araplar, bu aydınlık yola, Emevi
despotluğundan sonra, başka kültürleri katkısıyla Abbasiler döneminde
girecektir.
Bağdat’tan
Doğan Işık
Abbasi
halifeleriyle birlikte, Bağdat bilim ve kültürün merkezi olmaya başladı. El-Memun 830’da, Bilgelik Evi (Beytülhikme) adını verdiği büyük bir kültür merkezi
yaptırdı ve Nasturi, İranlı, Türk, Hint, Hıristiyan, Yahudi bilim adamlarını
çevresine topladı. Her bölgeden, her dönemden ve her dilden yapıtlar Arapça’ya
çevrildi. Bilgeliğe duyulan ilgi, bağnaz ilahiyatçıların, özellikle Hanbeliler’in
karşı çıkmasına karşın sürdü. Bilgelik; gökbilim, matematik ve
tıbbın yardımıyla gelişti. Her yerde okullar, merdeseler, kütüphaneler açıldı,
özgün yapıtlar üretildi.
Bilim ve sanat,
saraylardan çıkarak sıradışı bir yoğunlukla, toplumun her kesimine yayıldı. En
geçerli değer yargısı, öğrenmek ve daha çok öğrenmekti. Okuyanlara, okutanlara
ve özellikle bilim adamlarına olağanüstü saygı gösteriliyor, değer veriliyordu.
Bu coşkun ortam içinde, yalnızca dönemlerine değil, geleceğe de yön veren ve
çağını aşan evrensel nitelikli düşünürler, bilim adamları yetişti; bu
insanların ürettiği kimi yapıtlar, uzun süre aşılamadı.
Bilimsel
Derinlik
Doğu
aydınlanmasında yer alan bilim adamları, kendilerinden önceki bilimsel
yapıtları incelediler ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktardılar. Ancak,
onlar öğrendiklerini geleceğe ileten basit aktarıcılar değildi. Çin’den,
Hint’den, Mısır ya da Ege’den aldıkları bilgileri; üstün bir kavrayışla
incelediler, geliştirdiler ve onları aşarak çok daha ileri bir düzeye
ulaştılar. Miletli Thales ya da Sisamlı Pisagor, Mısır ve Babil’den
aldığı bilgileri nasıl geliştirip yenilediyse, onlar da Antik Çağ’dan aldıkları
bilimi öyle geliştirdiler.
Deneysel
araştırmayı, çalışmalarının temeline yerleştirerek deneyciliği bulanlar ve bu
yöntemi bilime katanlar onlardı. Hiçbir kavramsal kurgunun esiri olmadılar. Hemen
herşeyi sorguladılar. Olay ve olgular üzerindeki gözlem yeteneğini üst düzeye
çıkardılar ve gerçeğiaraştırmalarının çıkış noktası yaptılar.
Özelden
genellemeye giden güvenilir çalışmayı (tümevarım), bilimsel yöntem haline
getirdiler. Yorulmak bilmez yinelemeler, gözlemler ve ölçümlerle, olguların
üzerine gittiler. Kuramlar ve tasarımlar, sürekli denetlenerek doğrulandı ya da
özgüvene dayalı düşünce ve araştırma özgürlüğüyle, yerlerine yeni kuram ve
tasarımlar geliştirildi.
Bilimsel
yaklaşımlarını, Batıdan sekizyüz yıl önce, “bilginin ilk koşulu kuşkudur”
biçiminde dile getirdiler.6
Antik
Çağ Bilimini Kurtaranlar
Semerkant,
Bağdat ya da Kurtubalı bilginler, Antik Çağ’da yaratılan bilimsel birikimi
geliştirmekle kalmadılar. Bu birikimi unutulmak ve yok olmaktan kurtararak,
Batıya da öğrettiler. Bilgelik ve yazının, deneysel kimya ve fiziğin, cebirin
ve günümüzdeki anlamıyla matematiğin, çağdaş tıbbın, yıldızbilim
(astrolojinin), yerbilim (jeolojinin), toplumbilim (sosyoloji) ve şehirciliğin
kurucuları oldular.
Tüm deneysel
bilimlerde, çoğu zaman çalınan ya da başkalarınınmış gibi gösterilen sayısız
yapıt ve buluş yanında, kendilerinden sonraki kuşaklara belki de en değerli
armağanı bıraktılar; insanlara doğayı ve kendilerini tanımayı öğrettiler.
Batının çok sonra erişebileceği bir anlayışla insan ve doğa ilişkilerini
çözdüler.
Batının
Durumu
Doğuda
sıradışı bir aydınlanma yaşanırken Batıda, Antik Çağ yapıtları yasaklanıyor,
unutturuluyor hatta yok ediliyordu. Kitaba karşı düşmanlık, tüm Orta Çağ
boyunca süren geleneksel bir tutum durumuna gelmişti. Doğuda, mantığın üstadı
(sahib ül-mantık) denilerek büyük değer verilen Aristo’nun yapıtları, kilise bodrumlarında kilit altında
çürütülüyor ya da görüldüğü yerde yakılıyordu.
Batıda
kitap yakmak, Orta Çağ’la sınırlı olmayan, Antik Grek ve Roma’dan Hitler’e dek gelen, eski bir
alışkanlıktır. Abderali Protagoras
(M.Ö.481-411) Tanrılar Üzerine (Peri
Teon) adlı kitabı nedeniyle yargılanmış, kitap yakılmaya mahkum edilmiş,
kendisi de Sicilya’ya kaçarken gemi kazasında ölmüştü. Klazomenai’li (Urla’nın Kilizman İlçesi) filozof Anaksagoras (M.Ö.500-428), Peri Fysesos adlı yapıtı nedeniyle
yargılanmış, kitabı yasaklanmış, ölüm cezasından Perikles’in girişimiyle kurtulmuştu.7
Roma
orduları M.Ö.48’de, Julius Ceasar
komutasında Mısır’ın İskenderiye kentini ele geçirdiğinde, ünlü Museion
Kütüphanesi’nin büyük bölümünü yakmıştı. Kleopatra,
Bergama’dan getirdiği kitaplarla kütüphaneyi az çok yeniden kurmuş8
ancak Bizanslı Theolopilos M.S.390
yılında bu kütüphaneyi kitaplarıyla birlikte yeniden yakmıştı.
Bizans’ta,
780-843 yılları arasındaki ünlü İkona Savaşları sırasında, tüm eski kitaplar
yok edilmişti. Haçlıların 1204 yılında İstanbul’u işgal etmesiyle oluşan Frank
egemenliğinin sınırları içinde, tüm kütüphaneler yıkılmış, kitapları
parçalanmıştı. Fransız düşünürü Petrus
Abaelardus (1079-1142) Birlik ve
Tanrısal Üçleme Üzerine (De Unitate et Trinitate Divina) adlı yapıtı
nedeniyle tutuklanmış ve yapıtını, “kendi
eliyle yakmaya” mahkum edilmişti.
Paris Meclisi 1210
yılında, İbn Rüşt’ün felsefe
yapıtlarını yasaklamış ve kent merkezinde yakılmasına karar vermişti. Papalık
1346 yılında, Doğu bilgeliğini ele alan ve doğa yasalarını inceleyen Nicolasd’Autrecourt’un, “gözaltında tutulmasına” ve “yapıtının yakılmasına” karar vermişti.9
DİPNOTLAR
1
“Orta Asya” Jean
Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999,
sf.277
2
“Tarih II
Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.133
3
a.g.e. sf.124
4
“Manevi
Cepheden Tarihte İran” Y.K.Necefzade, Neşriyat Yur.Yay., 1966, sf.31
5
“Allah’ın
Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.203
6
a.g.e. sf.230
7
“Kitap Kıyımı”
Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık,
2001, sf.29
8
“Allah’ın
Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.230
9
“Kitap Kıyımı”
Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık,
2001, sf.50
Bu yaklaşım, uygarlığı yaratan başka unsurları sok saymak demekti.
YanıtlaSilyok olmalı sanırım.