Son dönemde Türkiye’de, tutkulu bir Arap
hayranlığıyla Suudilerin peşinde dolaşılıyor; onlara huşu içindeki müminler
gibi mistik bir saygıyla bakılıyor. Oysa Araplar, özellikle de Suudi sülalesi,
bugün yüceltilmeye çalışılan Osmanlı Devleti’ni arkadan hançerlemiş, ona büyük
zarar vermişti. 1806’da, Emir Muhammed
Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırmış ve
muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girmişti. Suudlar; 3.Selim’in
giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı Hükümeti’nin ve
Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk
kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı eğilim”
içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform
adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu söylüyordu.
Batının Arap Politikası ve Suudi Ayaklanmaları
Araplar,
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemeden
çöküşe evrildiği 18.yüzyılda,
Batının kışkırtma ve desteğiyle, Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaya
başladılar.
Ayaklanmaların
öncüleri, başlangıçta özgürlük ve eşitlik sözleri ediyorlardı. Ancak, Türk
devletinde, Türk unsurlardan bile daha özgür ayrıcalıklı oldukları için, bu tür söylemler önceleri Arap halkı
içinde etkili olmadı.
Emperyalist
çatışmanın yoğunlaştığı ve petrolün önem kazandığı 20.yüzyılla birlikte,
ayaklanmalar Batıdan aldığı destekle yayıldı. Suudilerin saldırıları, Birinci
Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin içinde oluşan bir ihanet hareketine
dönüştü. Ayaklanmacıların Türklere karşı uyguladığı yöntemler, Emevi uygulamalarını
aratmayacak denli vahşi, insanlık suçu oluşturacak denli şiddet içeriyordu.
Batılılarla işbirliğine dayanan Suudi ayaklanmaları nedeniyle, Arabistan
çölleri onbinlerce Anadolu gencine mezar oldu.
Osmanlı
yönetimine karşı ilk karşı çıkış, 18.yüzyıl ortalarında Vahabiler
tarafından başlatıldı. Şeyh Muhammet bin
Abdulvahhap, ayaklandı ve 1744’te adına devlet dediği talanla geçinen bir
yapı oluşturdu. Irak ve Suriye’ye saldırılar düzenledi, soygunlar yaptı.
1806’da,
Emir Muhammed Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye
saldırdı ve muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girdi. Suudlar; 3.Selim’in giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı
Hükümeti’nin ve Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı
eğilim” içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu
söylüyordu. 1
I.Selim’in (Yavuz) halifeliği
İstanbul’a aldığı 1517’den beri Osmanlı padişahları adına okunan Mekke Hutbesi,
III.Selim değil, Muhammed Suud adına okundu.
2.Mahmut,
Arabistan Yarımadası’nda Osmanlı egemenliğini yeniden kurması için, Mısır
Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı
görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa,
Suudi örgütlerini dağıttı ve 1817’de düzeni sağladı. Suudi ailesinden yakalananlar,
Mısır’a ve İstanbul’a gönderdi. Muhammet Suud, İstanbul’da idam edildi,
sülalesi hapsedildi.
İngiltere ve Fransa
Kışkırtıcılığı
Muhammed
Suud, o güne dek hiçbir Arap ileri geleninin düşünmediği,
düşünse de göze alamadığı böylesi bir girişimin cesaretini, İngiltere ve
Fransa’nın bölgeye yönelik politikalarından alıyordu. Bu iki devlet, o dönemde
sömürgeler için sert bir yarışa girişmişti. Bu yarışa yön veren politikalar,
bölgedeki siyasi dengeyi bozma amacına yönelmişti.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Hicaz bölgesindeki etkisini kırmak için; İngilizler Basra
kıyılarına, Fransızlar ise Sina’ya girmeye başlamışlardı. Fransa’nın Bağdat
Büyükelçisi Jean Raymond, o günlerde Paris’e gönderdiği gizli yazanakta
şunları söylüyordu: “Fetih ruhu Araplar arasında yayılmaktadır. Geçmişteki
Arap gücünün hatırası ve kavmin kendi prenslerince yönetilme ümidi, en zayıf
kalplerde bile yeniden diriliyor. Vahabiler, bir Arabı tekrar hilafet makamında
göreceğimiz gün yaklaşıyor; çok uzun zamandır, bir zorbanın (Osmanlı padişahının
y.n.) boyunduruğu altında acı çektik diyorlar”. 2
Muhammed
Suud ayaklanması, kapsadığı alan ve halkın katılımı
bakımından değil, niteliği nedeniyle önemlidir. Araplar, Osmanlı yönetimine
karşı ilk kez, siyasi içerikli silahlı savaşıma girişmişler ve Mekke’yi
ele geçirecek kadar başarılı olmuşlardı.
Buna ek olarak,
Avrupalı büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu içinde, dinsel kışkırtmayı
siyasi amaçla ilk kez kullanıyor ve bunda da son derece başarılı oluyordu.
Hıristiyan olmalarına karşın, paranın gücüne ve işbirlikçilere dayanarak
Müslümanı Müslümana kırdırıyor, üstelik bunu çok ustalıklı bir biçimde
yapıyorlardı.
Emperyalizmin Din Silahı
Günümüzde de süren bu
politika, son ikiyüz yıl boyunca hem Türklerin hem Arapların bağımsızlıktan
yana girişimlerinin karşısına çıkarılmıştır. İngilizler, Fransızlar ya da
Almanların (şimdi Amerikalıların da) Doğu politikaları tümüyle, dinin politik
araç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Suud ayaklanması ve halifelik
sorunu, bunun dolaylı örneklerinden biridir.
1806’da, yeniden elde
etmek için uğrunda ayaklanılan halifelik, yüzyıl sonra 1922’de
Türkiye’den çıkarıldığında; hemen tümü Batılılarca kurulmuş olan hiçbir Arap
devleti tarafından sahiplenilmemiş ve ortada kalmıştı. Dinin siyasi amaçlı
kullanımı bugün, artık büyük yatırım yapılan bir “sanayi” ve değer
verilen bir siyasi uzmanlık alanı olmuştur. Büyük devletlerin tümünün, Müslüman
ülkelere karşı uyguladığı politikaların temeli, bu politika üzerine
oturtulmuştur. 1806 ayaklanması, Türk-Arap ilişkilerinde bu sürecin
başladığı tarihtir; tarihsel önemi buradan gelir.
1810 ve 1817’de Mısır
Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından iki kez yenilgiye uğratılıp Medine’den
çıkarılan Vahabiler, Türk yönetimine olan karşıtlıklarını değişik
yoğunluklarla sürdürdüler. Osmanlılar’dan sonra Mekke Emiri olan, bir başka
Suudi Şerif Hüseyin, Birinci Dünya Savaşı'na, Hıristiyan İngilizlerle
birlikte binlerce Anadolu Türkünü öldürdü.
Batı
Destekli Türk Düşmanlığı
Türk
düşmanlığı, Arap Yarımadası’yla sınırlı kalmadı. Özellikle 19.yüzyılın ikinci
yarısından sonra, o dönemde birer Osmanlı eyaleti olan Mısır, Suriye ya da
Irak’ta birçok Arap örgütü ortaya çıktı. Kendilerine Arap milliyetçisi
diyen ancak büyük çoğunlukla Batılı devletlerle ilişkili olan insanlar; dernek,
parti, vakıf ya da tarikatlar içinde örgütleniyor ve buralarda Türk yönetimine
karşı siyasi savaşım yürütüyorlardı. Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak, son
derece kârlı bir iş ve geçerli bir meslek olmuştu.
Hemen
her örgüt, hem İngiliz ve Fransızlar’dan, hem de “Arap muhalefetini
kazanmaya çalışan” padişahtan para alıyor ancak hemen tümü, Osmanlı
Devleti’ne karşı savaşıyordu. İşin ilginç yanı, İngiliz ya da Fransızlar
ödedikleri paranın karşılığını alırken; Osmanlı Devleti, kendini yıkmaya
çalışan düşmanına yardım eder konuma düşüyordu. “Para, pahalı
armağanlar, aşırı cömert ağırlamalar, yüksek görevlere atanmak,
Boğaz’da değerli yalılar edinmek” 3, sonucu pek
değiştirmiyordu.
Suriye’de, “Türkler’in
kötü yönetimine karşı”, belgesi saptanabilen ilk karşı çıkış, 1858 tarihlidir.
İngiltere’nin Halep Konsolosu J.H.Skene tarafından, İstanbul’daki
İngiliz Büyükelçiliğine gönderilen bir belgede; Arapların yürüttüğü yönetim
karşıtlığına, “1826’da kapatılan ve sayıları 25 bini bulan yeniçeri
kalıntılarının da” katıldığı ileri sürülmekte ve şunlar söylenmektedir: “Kuzey
Suriye limanlarındaki Müslüman nüfus içinde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan
ayrılmayı ve Mekke Şerifleri’nin hükümdarlığında yeni bir Arap devletinin
kurulmasını ümit eden düşünceler ortaya çıkmaktadır. Arapların duyduğu nefret,
genellikle yozlaşmış Müslümanlar olarak gördükleri Türk askerlerine ve
memurlarına yönelmiştir”. 4
“Arap
Milli Komitesi”
19.Yüzyılın
sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya dışındaki (onu da
1912’de yitirecektir) tüm Avrupa topraklarını yitirmiş; Kıbrıs, Girit, Sisam,
Ege Adaları, Tunus, Cezayir, Mısır ve Aden üzerindeki egemenlik haklarını
başkalarına bırakmıştı.
Bu
gelişmeler, Batının desteğini alan Ermenileri, kimi Kürt aşiretlerini ve
özellikle Arap ayrılıkçılarını yüreklendirmiş, onları daha atak bir savaşım
içine sokmuştu. Arap Milli Komitesi adlı örgüt, yayımladığı
bildirilerde, sürekli ve yoğun bir Türk düşmanlığı işliyor, Osmanlı Devleti
yönetimindeki başka milliyetlere bu yönde çağrılar yapıyordu.
Bu bildirilerden
birinde şunlar söyleniyordu: “Araplar olarak biz, bir kez Türkler’den
kurtulacak olursak, baskı altında tuttukları diğer milletler de, yani
Ermeniler, Kürtler ve Arnavutlar da bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Çünkü
Türkler; Arnavutlara egemen olmak için Araplar’ı, Bulgarlar’ı ezmek için
Arnavutlar’ı, Kürtler’e baskı yapmak için Arapları ve Ermeniler’i ezmek için de
Kürtler’i kullanmışlardır”. 5
Parçalama
Ve Sınır Yenileme
Birinci
Dünya Savaşı öncesinde Arapların yaşadığı Osmanlı toprakları, gizli-açık haber
alma örgütlerinin cirit attığı, tam bir cadı kazanıdır. Ortadoğu
ve Anadolu’yla ilgilenmeyen ve bölgede etkin siyaset yürütmeyen büyük devlet
kalmamış gibidir. Herkes, bölgedeki Türk egemenliğine karşı kitlesel bir taban
oluşturabilmek için; Arapların, Kürtlerin, Rum ve Ermenilerin peşindedir.
Diplomatlar, yerli-yabancı gizmenler (ajanlar) ve misyonerler yoğun bir çalışma
içindedir.
Amaç,
Türkler’in Anadolu’nun ortasına sıkıştırılarak sınırların yeniden çizilmesi ve
bu geniş alanın paylaşılmasıdır. Bu amaç için, maddi-manevi her yol
kullanılarak; Araplar başta olmak üzere tüm milliyetlerle, Türk karşıtı ortak
ve birleşik bir cephe oluşturuldu. Müslüman ve Hıristiyan Arapların ortak
paydası Arapçılıkla (urûbe) oluşturulan bu cephe, silah dahil her
yöntemi kullandı. Dinsel inançlar, etnik duygular, akçeli ilişkiler, hatta masonluk
işin içine girdi. Müslüman ya da Hıristiyan Arapların “seçkin genç temsilcileri” Beyrut, Şam ya da Kahire Mason Localarına
alındı. 6
İngiliz Dışişleri
Bakanı Sir Edward Grey, Şubat 1915’de Fransa Büyükelçisi M.Cambon’a
şunları söylüyordu: “Osmanlı egemenliği, İstanbul ve boğazlarda ortadan
kalkınca, bir başka yerde, İslami kurallara dayanan, bağımsız bir Müslüman
siyasi birimin oluşturulması gerektiğini eskiden beri söylüyorum. Bu birimin
merkezi doğal olarak, Müslümanların kutsal mekanları olacak ve tüm Arabistan’ı
içerecektir. Buraya Mezopotamya’nın (Irak y.n) ya da başka bir yerin
dahil edilip edilmeyeceğine karar vermeliyiz”. 7
Petrol
Ve Suveyş
İngiltere,
Mezopotamya’nın nereye ve nasıl katılacağına çabuk karar verdi. İngiliz
Hükümeti, Hindistan Dairesi Askeri Sekreteri Sir Edmund Barron’un
hazırladığı raporu ve bu raporda yapılan önerileri değiştirmeden kabul etti.
Petrolce zengin Mezopotamya ile Süveyş Kanalı için önemli olan Mısır’ı
kendisine ayırarak Arap Yarımadası’nda, Suud egemenliğinde yeni bir dini
merkez oluşturmaya yöneldi.
Bu işler için, alt
yapısını yıllarca önce kurmuş olduğu Arap İşbirlikçiliğini yoğun biçimde
kullandı. Sir Edmund Barron, 26 Eylül 1914 tarihli yazanağında bu
kullanımın yöntemleri için şunları öneriyordu: “Şu anda girişeceğimiz
beklenmedik bir darbenin, çok şaşırtıcı sonuçları olacaktır. Bu darbe, Türk
entrikalarını alt edecek ve gücümüzü gösterecektir. Araplar’ı bizi destekleme
konusunda teşvik edecek, Muhammara ve Kuveyt şeyhlerini (Türk karşıtı y.n.)
ittifaklarında güçlendirecektir. Mısır’ı güvenlik altına alacak ve Arap
desteğinden yoksun kalan Türkler’in askeri başarısı imkansız hale gelecektir.
Abadan’daki petrol tesisleri, etkili biçimde korunacaktır”. 8
Fransa
Ve Almanya Talandan Pay İstiyor
İngiliz
gizli belgelerinde işlenen konular, hemen aynısıyla ve kendi çıkarlarına uygun
olarak Fransız ve Alman belgelerinde de işlendi. Bugün olduğu gibi, o dönemde
de tüm büyük devletler, bu toprakları paylaşma ya da kullanmanın peşindeydi.
Fransızlar, Arap desteğiyle Lübnan ve Suriye’yi; Almanlar, ittihatçı desteğiyle
tüm Ortadoğu’yu elegeçirmeye çalışıyordu.
Her
ikisinin de üzerinde durduğu ortak konu, Araplar’la kurulacak ilişkinin
niteliğidir. Fransa Başbakanı Reymond Poincaré, 1912’de Senato’da
şunları söylüyordu: “Lübnan ve Suriye’de, (herkesçe y.n.) saygı
duyulduğunu görmemiz gereken özel ve uzun vadeli çıkarlarımız vardır. İngiliz
Hükümeti, en dostane davranışla, bu bölgeler için herhangi bir siyasi emelinin
olmadığını bildirmiştir”. 9
İngilizler, elli
yıllık Arap politikasının meyvelerini Birinci Dünya Savaşında topladılar ve Vahabi
Suudiler başta olmak üzere, Araplar’ı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yoğun bir
biçimde kullandılar. Araplara yönelen ve oldukça uzun süren çalışmalar,
İngilizleri, Ortadoğu’da etkili bir güç haline getirmişti; savaş çıktığında,
geniş bir Türk karşıtı cephe hazırdı.
İngiltere
Kazanıyor
30
Ekim 1914’te Greenwich saatiyle 17:05’te, Londra’dan, İngiliz
donanmasının tüm birimlerine şu telgraf çekildi: “Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan tüm gemilere: Türkiye’ye karşı derhal çarpışmalara
başlayın. Haberi aldığınızı bildirin”. 10 On üç sözcüklük bu
telgraf, Osmanlı İmparatorluğu’nun eylemsel olarak dağıtılmasının ve
Ortadoğu’da bugünkü Arap devletlerinin ortaya çıkışının başlangıcı oldu.
İngiliz basını,
önceden kurgulanmış bir oyunu tamamlayan yayınlar yaptı. 3 Kasım 1914’de The
Times; “Türkiye müttefik güçlere karşı ahlaksız bir savaşa girerek
İslam’ın çıkarlarına ihanet etmiş, bu davranışıyla kendi ölüm fermanını
imzalamıştır” derken, Daily Mail, 23 Kasım’da; “Avrupa’ya kılıçla gelen Osmanlı, şimdi kılıçla yok oluyor; bundan
hiç kuşkumuz yok”.11
DİPNOTLAR
1 “The Resources
of Turkey” J. Lewis Farley,
sf.2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap
Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.42
2 “Memoire sur
l’origine des Wahabys, sur la naissance et sur
l’influence dont ils jouissent comme nation (1806)” Kahire 1925, sf. 34; ak. a.g.e. sf.43
3 Büyük Britanya,
Dış İlişkiler Dairesi, “British Documents on the Origins of war, 5:7–20”
ak. a.g.e. sf.54
4 Büyük Britanya,
Dış İlişkiler Dairesi, 78/1389, 1858, No:20 ve 1858 no:33; ak. a.g.e. sf.65
5 “Tamu Yelleri”
Esat K. Ertur, Türk Tarih Kurumu
Basımevi 1994, sf.64
6 “Freemasonry in
the Holy Land” Robert Morris,
(New York 1873), sf.470; ak. a.g.e. sf.59
7 “Twenty-Five
Years” Sir Edward Grey,
(New York 1925) 2:236; ak. a.g.e. sf.103-104
8 “Report of the
Commission Appointed by Act of Parliament to Enquire into the Operation of war
in Mesopotamia” (Londra,
H.M.S.Q., 1917), sf. 12; ak. a.g.e. sf.104
9 “The Memoirs of
Raymond Poincare” Sir George Arthur (Londra 1926) I. 336, 338; ak. a.g.e. sf.101
10 “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.103
11 a.g.e. sf.103
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder