Batılılaşma olarak
tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı, ülkemizde ikiyüz yıldır
yaşanan bir konudur. Batının gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı
kıyaslayan insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz de öyle olsak”, “onlar
gibi yaşasak” gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce
düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa Birliği’ne
girerek “Avrupa’yla bütünleşmek” ulusal erek durumuna getiriliyor. Oysa,
Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu
değildir. Olumluluk bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara,
kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak üzere
insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor. Değer verip yücelttiği
Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler için neler söyleyip yazdığından haberi yok.
Kişilikli tutum ve davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla
yayınlıyoruz.
Avrupalılık Anlayışı
Avrupalılar, yalnızca
Orta Çağ ya da Yakın Çağ’da değil, tarihlerinin hemen her döneminde, Türkler
başta olmak üzere kendileri dışındaki uygarlıkları yok saymışlar ve onları
Avrupa’ya yabancı ve düşman unsurlar olarak görmüşlerdir. Antik Çağ’dan beri
yerleşik bir gelenek haline gelen bu tutum, güçlü oldukları dönemlerde baskı ve
sömürüye, güçsüz dönemlerde ise boyun eğme ve entrikaya yönelmiştir.
Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan Batı anlayışı,
tarihsel açıdan, Antik Çağ Grek ve Roma uygarlığının sahiplenilmesine dayanır.
Ege ve Roma uygarlıklarının kendi soyları tarafından yaratıldığını söylerler.
Ancak, Antik Ege uygarlığıyla Avrupa aydınlanması arasında 2500, Roma’yla 1500
yıllık, bilim ve uygarlık dışı karanlık bir dönem vardır. Aynı dönemde Doğuda,
ileri uygarlıklar bulunuyordu.
Türk
Karşıtlığı
Avrupalılık
anlayışının temelini oluşturan Batı Aydınlanması’nda, Türk karşıtlığının
şiddetli, kapsamlı ve kalıcı bir yeri vardır. Özelliği olan bu karşıtlığın
Avrupalılar açısından anlaşılabilir ancak haklı olmayan nedenleri vardır.
Türklerle Avrupalılar arasında, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından
günümüze dek süren ve doğrudan ekonomik çıkara dayanan silahlı bir çatışma
yaşanmıştır.
Türkler güçlenip varsıllaştıkça Avrupalılar, Avrupalılar
güçlenip varsıllaştıkça Türkler yoksullaşmış ve bu çatışma neredeyse tarihin
tümünü kapsamıştır. Yönetim yapılanması, yaşam biçimi ayrımları ve kültürel
ayrılıkları içeren toplumsal özellikler, bu uzun çatışmanın sonuçlarından
etkilenerek yön ve biçim bulmuş, karşılıklı olarak yerleşik karşıtlıklar
oluşturmuştur.
Çatışmalar
Tarihi
Türklerle Avrupalılar
arasındaki çatışmada, Batı Roma’nın yıkılışından Karlofça Antlaşması’na dek
(1699) geçen 1200 yıl içinde Türkler Avrupa, 1699’dan bugüne dek (1923-1938
dışında) geçen 300 yıl içinde ise Avrupalılar Türkler üzerinde, üstünlük
sağlamıştır. Batıda her zaman var olan, ancak benzeri Türklerde bulunmayan
ırkçılığı içeren karşıtlık, bu uzun çatışmalar sürecinin bir ürünüdür.
Avrupalıların, Hıristiyanlığı kullanarak Doğu Akdeniz
havzasını ve Doğu ticaret yollarını ele geçirmek için düzenlediği tam 8 Haçlı
Seferini Türkler göğüsledi ve onları yenilgiye uğrattı. Avrupalılar, 2.Viyana
Kuşatması’ndan kurtuldukları gün olan 12 Eylül’ü; “Türk Günü” adı
vererek ve Türk düşmanlığını işleyerek, hala kutluyorlar. Avrupalı anneler
çocuklarını hala, “Türkler geliyor” diye korkutuyor.
Tarihsel
Saplantı
Batı toplumlarının
incelenmesinde kullanılan sorgulayıcı gözlem ve araştırma zenginliği, konu Türk
tarihi olduğunda yerini bilim dışı kanıtsız savlara ve akıl dışı davranışlara
bırakır. Söylenen ve yazılanların niteliği çok düzeysizdir; kin ve tiksintiye
dayalıdır. 670 yılında İstanbul’daki Müslüman kuşatmasını yermek için yazılan Apocalypse
de Pseudo-Methodios adlı kitapta Türkler için şunlar yazılıdır: “Kuzeyden
gelen kavimler insan eti yerler, vahşi hayvanların kanlarını su gibi içerler.
Yılan, akrep gibi toprak üzerinde sürünen ne kadar iğrenç hayvan varsa bunları
ve hayvan leşlerini yerler. Yeni doğmuş bebekleri öldürüp, onları annelerine
sunar, sonra da etini yerler. Yeryüzünü kirletip, kokuturlar. Hiç kimse bunlara
karşı gelemez”.1
1940’larda Türkiye’de de ders veren ünlü bilim adamı
Prof.Dr.Fritz Neumark, Avrupalıların Türklere ve Türk tarihine bakışını
açıklarken şunları söylemektedir: “İçtenlikle itiraf etmeliyim ki Avrupalı,
Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı
Hıristiyanların ve kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Avrupalılar
Türkleri Müslüman olduğu için sevmez ama laiklik şöyle dursun, Türkler
Hıristiyan olsa da onlara düşman olarak bakmaya devam eder. Türkler pek
farkında değiller ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türkler
çıkarılırsa ortada tarih diye birşey kalmaz”.2
Tarihten
Korkmak
Batılıların eskiye giden ve bugün de süren Türkiye ve
Türk karşıtlığı, kaçınılmaz olarak doğrudan Türk tarihini hedef almakta ve bu
tarih hala “belleklerden silinmesi” gereken gizil (potansiyel) bir
çekince (tehlike) olarak görülmektedir. Türkiye’de “Avrupa Birliği
Büyükelçisi” olarak görev yapan Karen Fogg’un; “Bir de şu Türk
tarihinden kurtulsak”3 biçimindeki sözleri bu görüşün
günümüzdeki en açık ve kaba örneğidir.
Tarihin
Gerçekliği
İnsanlık tarihinin
gelişim süreci içinde pek çok uygarlık ortaya çıktı, gelişti ve kendinden
sonrasını etkileyerek ortadan kalktı. Yaşamın sürekli yenilenen ve gelişen
akışı içinde yer alan uygarlıklar, bir yandan kedine ait özgünlüğü temsil eder;
bir başka yandan nesnel koşulların etkisiyle evrenselin bir parçası durumuna
gelir.
Toplumsal ilerleme ya da gerilemede belirleyici olan,
toplumun özünü oluşturan iç gücüdür ancak bu gerçek; toplumlararası ilişkilerin
ve birbirlerine yaptıkları etkinin önemini azaltmaz. Her uygarlık, dayandığı
toplumsal yapının aldığı biçime göre yükselir ya da çözülür. Bu belirleyicidir.
Ancak, yükseliş ve çözülüşlerde dış ilişkilerin de önemli bir yeri vardır, bu
ise etkileyicidir.
Uygarlığın
Ölçütü
Uygarlıkların, başka
uygarlıkları egemenliği altına alınarak özümlemesi (asimile etmesi) daha
gelişkin bir uygarlığa sahip olmayı gerekli kılar. Baskıya dayalı özümleme,
silah teknolojisi ve askeri üstünlükle; doğal özümleme ise ekonomik ve kültürel
üstünlükle olanaklıdır. Hangisi olursa olsun bunları gerçekleştirebilen bir
toplum daha gelişkin ve güçlü bir toplumdur.
Sınıflar ve toplumlar arası çatışmaların geçerli olduğu
bir dünyada, uygarlığın ölçütü yalnızca toplumsal ya da sanatsal gelişkinlik
değil, bunlarla birlikte; toplumsal örgütlenme, devlet yapılanması, silah
teknolojisi ve askeri örgütlenmede sağlanan gelişkinliktir. Kendini koruyacak
gücü yaratamayan toplumlar, yeterince gelişmemiş demektir. Bu toplumlar,
kendilerini koruyamadıkları gibi başka toplumlar üzerinde egemenlik kuramazlar,
tersine başka uygarlıklar tarafından egemenlik altına alınarak özümlenirler.
Genlere İşlemiş Karşıtlık
Batı kültürünün içine
sinmiş olan Türk karşıtlığı, 21.yüzyıla girildiği günümüzde de etkisinden pek
bir şey yitirmeden sürmektedir. Kişisel davranışlarda, biçimsel kibarlıkların
arkasında ustaca gizlenmiş son derece kaba duygular vardır ve bu kabalık,
üstelik okullarda okutulan ders kitaplarına yansıtılmıştır.
1987 yılında Almanya’da yayımlanan sözlükte Türkler şöyle
tanımlanır: “Türkler: Dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, vicdansız, acımasız, ahlak
kurallarına saygısız, en korkunç günahları işlemeye yatkın, lanetlenmiş korkunç
barbarlar, sinsi, korkak, kibirli, aşağılık, güvenilmez, tanrı tanımaz, iğrenç
kokulu, kötü, soyu sopu belirsiz bir halktır...” 4
Temizlik
Sorunu
Türkler’e yakıştırılan
olumsuz nitelikler içinde herhalde en aykırı olanı, Türkler’in “iğrenç
kokulu” ve “pis” olduğunu ileri sürmektir. Temizlik ve onun
göstergesi hamam, Türk toplumunun temizliğe verdiği önemin simgesidir. İslam
inancı gerektiğinde günde beş kez su ile temizlenmek (abdest) ibadet koşuludur.
Oysa, Avrupalılar özellikle Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, yıkanmayı,
vücut temizliğini bilmez durumdaydılar ve çok pistiler.
Hıristiyan rahibeler
birkaç yüzyıl önceye dek, yemek yemeyi hor görür, tenle temas eden yiyeceğin
insan ruhunu kirlettiğine inanırlardı. Bu nedenle pisliği, dinsel bir koruyucu
olarak görür, “temizlikten tiksinti duyarlardı”. Onlara göre; “yıkanmamış
ellerle yemek yemek insanı kirletmezdi”.5
Hıristiyan kadınlar, “çıplak
vücutlarının erkekler tarafından görülme tehlikesi” nedeniyle yıkanmaz,
pisliği erdem sayarlardı. Pisliğin ürünü olan bitler, “Tanrı’nın incileri ve
azizliğin belirtisi” sayılırdı. Ermişliğin simgesi sayılan din
büyükleri “yüce azizler”, ayaklarının “ırmak geçmek dışında suya hiç
değmediğini” söyleyerek övünürlerdi.6 Kastilya (İspanya)
Kraliçesi İsabella; yaşamı boyunca iki kez yıkanmıştı.7
18.Yüzyıla dek
erkeklerin parfüm kullanmalarının nedeni “pis bedenlerinin kokusunu
önlemek”, peruk takmalarının nedeni ise “bitle dolu olan saçlarını”
örtmekti.8
17.Yüzyıl başında İstanbul’a gelen İngiliz Büyükelçiliği
görevlileri, ayak yolunu (helâ) bilmiyor, gereksinimlerini oturak (lazımlık)
denilen kaplarla gideriyorlardı. Ancak, oturağı çevreyi kirletmeyecek biçimde,
belli bir yere değil, pencereden dışarıya döküyorlardı. Bu nedenle İstanbul
içinde oturmalarına izin verilmemiş ve o zaman için kent merkezine oldukça uzak
bir yer olan Sarıyer’e yerleştirilmişlerdi. 19.Yüzyıla gelindiğinde, kesin
olarak ayakyolu kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim’e
taşınmalarına izin verilmişti.9
DİPNOTLAR
1 “Anastasios
Lolos (editör), Die Apolaypse des Pseudo-Methodies, Meisenheim am Glan”, 1976, sf.130; ak. S.Yerasimos, “Türkler” Doruk
Yay., sf.18
2 Unıverstelıler@topica.com,
ak, Yalçın Bayer Hürriyet, 23.06.2002
3 Haluk
Tarcan H.tacan@wanadoo.fr
4 “Das
Neue Lexikon Der Vorurteile” Jogschies 1987, 100; ak. Prof.Bozkurt Güvenç “Türk Kimliği” Remzi Kit,
6.Bas.-2000, sf.291
5 “İncil”
Matta, 15/20; ak. H.Kılıç,
“Batı’da Kadın” Otopsi Yay., İst.-2000, sf.149
6 “Batı
Felsefesi Tarihi” Bernard Russel, 2.Cilt, sf.130; ak. a.g.e. sf.149
7 “Tabular
ve Tuhaf Adetler” Ayhan Korkmaz Aykın Yay.; ak. Cumhuriyet
22.05.2004
8 “Kadın
ve Erkek ruhsal ve Cinsel İlişkiler Ansiklopedisi” 2.Cilt, sf. 374; ak. a.g.e sf.227
9 a.g.e.; Cumhuriyet
22.05.2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder