Bu
yazıyı; Dil
Bayramı
nedeniyle yayınladığımız “Uluslaşma
Sürecinde Dilin Önemi”
yazımızı bütünlemesi amacıyla yayınlıyoruz.
Türkçe,
Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği süresince, 6 yüzyıl,
boşlama (ihmal) ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can
çekişen”
bir dil durumuna gelmişti. Yüksek
sınıf,
Arapça ve Farsça öğrenip konuşmaktan onur duyuyordu. Farsçaya
güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil
olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde, Fransızca
ve İngilizce sözcüklerin de girmesiyle resmi dil olarak kullanılan
Türkçede kendine ait sözcük oranı % 25’e düşmüştü.
Atatürk,
Dil Devrimi’ni başlatırken, yabancılaştırılarak örselenmiş
bu dil için; “yaşam
yolunda bu denli kararlılıkla ilerleyen Türk
ulusuna uygun
olamaz” diyordu.
Gücünü ve birliğini kazanmış bir ulus; “güçlü
ve içten düşüncelerini, parçalanmış ve yozlaştırılmış
karma bir dille nasıl ifade edebilir, ulusal varlığını nasıl
yüceltebilir”
diyordu. Türkçenin temizlenmesini hızla olumlu bir sonuca götürmek
için yoğun bir uğraş içine girdi. Dilbilimcileri görevlendirdi.
Değişik ağızlardan derlemeler yaptırdı. “unutulmuş
hazinede, unutulmaya bırakılmış, deyimler ve yeni anlatım
biçimleri buldurdu.”
En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve
Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştı. Bir yıl içinde
Halkın yaşattığı Anadolu Türkçesine dayanan 130 bin sözcük
derlendi. Ayrıca tarih kitaplarından, yüzlerce eski yazma
metinlerden çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk
dilinin zenginliğini ve derinliğini yadsınamaz bir açıklıkla
kanıtladı.”
Dil Devrimi böyle oluştu.
Türkçenin Durumu
Yazı
değişimiyle ilgili çalışmalar, Türk dil ve tarihinin büyük
bir iyesizlik (sahipsizlik) içinde, yüzyıllar boyu yok olmaya
bırakıldığını ortaya çıkardı. Osmanlı tarihçilerine göre;
Türkler, İslamiyet öncesinde göçebe barbarlardı; bilim ve
yazına (edebiyata) uygun bir dilleri yoktu; Türkçe, Arapça ve
Farsça’nın sözcük ve kural egemenliği altına girmeden
yaşayamazdı; Türkler, “uygarlık
bakımından tarihsiz, bilim ve edebiyat bakımından dilsizdi”.1
Devlet politikasına dönüştürülen ortak söylem böyleydi.
Atatürk,
bu anlayışın verildiği bir eğitim içinde yetişmişti.
Başlangıçta, yeterli bilgisi olmamasına karşın, bu tür
görüşlerin bilimle ilgisi olmayan savlar olduğunu sezmişti.
Kişisel araştırmalarla başlayıp bilimsel ve toplumsal bir devrim
niteliği kazanan Türk dil ve tarih çalışmalarına, her zaman
büyük önem verdi. Yerli ve yabancı bilim adamlarının ilgisini
bu konuya çekmek için, bilimsel etkinlikler düzenledi; Türk dil
ve tarih araştırmalarına uluslararası boyut kazandırdı.
G.L.Lewis,
dil çalışmaları için; “devrimler
içinde, Türklük bilincini geliştirmeye, belki de en çok yarayan,
Dil Devrimi olmuştur”2
diyecektir.
Ülkenin
en iyi yazarlarının kullandığı yazı dilinde, yabancı sözcük
egemenliği o denli yoğundu ki, okur yazarı zaten az olan halk, bu
yazarların yapıtlarını anlayamıyor, bu nedenle okumuyordu:
“Aydın
kişiler, özellikle yabancı dilde eğitim görenler, ne kendi
dillerinin ne de sonradan öğrendikleri yabancı dilin inceliklerini
anlıyordu. Sonuç olarak Türk yazı dili, halkın olduğu kadar
aydınların da kavrayamadığı ‘bir diller karması’ durumuna
gelmişti”.3
1908
yılında liselerde okutulan bir kitapta kullanılan dil şöyleydi:
“Ol
Şeb-i hayır-ki bir sabah-ı felâhın miftah-ı zafer-küşası
idi. Şehriyar-ı Gazi Hazretleri cebîn-i taarru-u iftikarı zemin-i
teşeffu-u istinsarda kaldırmayıp...”4
Halk
Dilini Yaşatıyor
Resmi
dil, bu denli bozulma içindeyken, halk, dilini günlük yaşamda
canlı tutmuş; toplum ilişkilerinde, ozan deyişlerinde, koşuklarda
(şiirlerde)
tekke söyleşilerinde onu koruyup geliştirmişti. “Tekke
dili, halk diliydi”
ve derinliği olan bu dil, “birçok
gizemci (tasavvufçu) deyimiyle zenginleştirilmişti.”
Devlet
bu dilden uzak durmuş, bu dili sürekli “resmi
eğitim dışında tutmuştu”.
Halk ozanı Yunus
Emre’nin
sekiz yüzyıl önce kullandığı Türkçe şöyleydi: “Derviş
bağrı baş gerek/Gözü dolu yaş gerek/Koyundan yavaş gerek/Sen
derviş olamazsın/Dövene elsiz gerek/Sövene dilsiz gerek/Derviş
gönülsüz gerek/Sen derviş olamazsın”.5
Önceki
Dil Çalışmaları
Türkçenin
bağımsız bir dilbilgisine, kendine özgü, ayrı bir yapı ve
anlayışa sahip olduğunu ilk kez, yazar ve dilbilimci Şemsettin
Sami
(1850-1904) gördü. Ancak, bu konuya bir çözüm getiremedi.
Şinasi'nin
(1826-1871) çabası da somut bir sonuç vermedi.6
1908
Meşrutiyeti’ndan sonra, Selanik’te çıkan “Genç
Kalemler”
dergisi, dil sorununa yeni bir canlılık getirdi. Dergi yazarları,
herhangi bir dilin, başka dillerden sözcük alabileceğini ancak
kural alamayacağını söylüyordu. Daha sonra yayımlanan Türk
Yurdu
ve Yeni
Mecmua
gibi dergiler, dil yenileşmesini yazın alanına taşıdı ve
“Türkçeciliği
yeni edebiyatçı kuşağın davası durumuna”
getirmeye çalıştı.7
Genç
kuşak Türkçeciler önemli bir etki yapamadı. Süleyman
Nazif
başta olmak üzere geniş bir kesim, yenilikçi gençlere karşı
çıktı. Türkçeci
sözcüğündeki “ci”
ilgeçi
(edat)
bile alay konusu yapıldı. “Türkçü
ne demek? Dilimizde zerzavatçı vardı, şimdi Türkçüler, Türk
satan demek mi olacak?”
denildi.8
2.Meşrutiyet
Türkçecilerinin amaçlarıyla bilinçleri arasındaki ayrım, dil
özleşmesinde kalıcı sonuç elde etmelerine olanak vermedi.
Düşünsel donanımları yetersiz, amaçları belirgin değildi.
Türkçeye önem veriyor ancak Türkçe kökten sözcük türetmeyi
bilmiyorlardı. Üstelik böyle bir girişimi, doğru da
bulmuyorlardı. Özellikle, “Türkçeden
yeni bilim terimi bulmayı cinayet sayıyorlardı.”
Önde gelen Türkçecilerden Ziya
Gökalp
(1876-1924) bile “bilim
dilinin Arapça kalması”
gerektiğini söylüyordu.9
19.Yüzyıl
ve 2.Meşrutiyet Türkçecileri, kalıcı bir yenileşme
gerçekleştiremediler ancak sonraki kuşaklara yararlanabilecekleri
bir birikim sağladılar. Kimi doğruları dile getirmişlerdi.
Ancak, “bir
şeyin doğruluğunu savunmak başka, yapmak ise başka bir işti”.10
Atatürk
Ayrımı
Atatürk,
dil devrimini gerçekleştirirken, kendinden önceki birikimden
kuşkusuz yararlandı. Ulaştığı başarı, atılımlarının
tümünde olduğu gibi, hiçbir girişimle kıyaslanamayacak denli
yüksek düzeyli ve köklüydü. Yüzyıllık uğraşa karşın
gerçekleştirilemeyen özleşme,
birkaç yıl içinde başarılmış ve Türkçe, bin yıllık
tutsaklıktan kurtarılmıştı.
Dil
Devrimi,
o denli etkili olmuştu ki, yenileşmeye başlangıçta, üstelik
yeğinlikle (şiddetle) karşı çıkan tutucular bile, kısa bir
süre içinde özleşen
Türkçeyi kullanmaya başladılar. Kimsenin aklına, Türkçede
karşılığı olmayan bir kavramın, Arapçadan uydurularak
bulunması gelmedi, böyle bir işe kalkışılmadı.
Türkçeye
yabancı dil girişi, onun ölümünden sonra, Arapçanın yerini
İngilizcenin almasıyla yeniden başladı. Üstelik bu kez, eski
dönemlerde olmayan ve dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmayan,
çok aykırı bir dil bozulmasına izin verildi. Türkçenin varlığı
için büyük çekince oluşturan yabancı
dilde eğitim,
üniversitelerden başlamak üzere, ortaöğrenime dek girdi,
İngilizce anaokullarında bile öğretilmeye başlandı. Son
dönemde, İmam Hatiplerdeki Arapça dersleri arttırıldı, Liselere
Osmanlıca ders koyuldu.
Türkçenin
Düzeyi
Yazı
yenileşmesiyle ilgili çalışmalar, Türkçenin niteliğinin de
düzeyini belli etmişti. Türkçe, Türkiye’de hiç kimsenin
düşünmediği kadar varsıl, güçlü ve etkili bir dildi.
Karşılaşılan bu gerçeğin, uluslaşma devriminin önderi olarak
Atatürk'ü
coşkuya sürüklememesi olanaksızdı. Çalışmalarını
yoğunlaştırdı.
Onun
için, dil, ulusun temeli; tarih ise bu temeli oluşturan uzun
geçmişti. Dilin incelenmesi, kaçınılmaz olarak tarihin de
incelenmesini gerekli kılıyordu. Yakın çevresine, “dil
bir çıkmaza saplanmış, çıkmazda bırakmaya çalışıyorlar.
Ben bu işi başkasına bırakamam. Dili çıkmazdan biz çıkaracağız”
diyordu.11
Harf
değişimi, 1 Kasım 1928’de yasalaştıktan sonra, “Alfabe
Komisyonu’nu”
dağıtmadı ve abece (alfabe) konusunda olduğu kadar, dil konusunda
da yetkinleşen bu kuruluşu, “Dil
Komisyonu’na”
dönüştürdü. Komisyon kurulduktan sonra; Celâl
Sahir,
Ahmet
Rasim
ve İbrahim
Necmi,
bir yazım
sözlüğü
(imla lûgatı) hazırladı. Hemen ardından, Larousse
sözlüğünün sözcüklerini, Türkçeyle karşılayan çeviri
çalışması yapıldı.
Bu
çalışma, “varsıl
sanılan Osmanlıcanın gerçekte ne denli yoksul olduğunu”12
ortaya çıkardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli
Eğitim Komisyonu,
“çıkarılan
ya da değiştirilen tüm yasaların, elverdiği oranda Osmanlıca
değil, halkın anlayacağı”13
bir Türkçeyle hazırlanması yönünde bir karar aldı.
Yoğun
Çalışma
Hukukta
Türkçeleşme isteği, yankı buldu. Öğretmenler, hekimler,
matematikçiler ve özellikle yazıncılar (edebiyatçılar); yazın
dilinin, konuşma dili gibi halkın tin (ruh) yapısını yansıtan,
ulusal bilince uygun bir dil olmasını isteyen açıklamalar
yaptılar; bu yönde çalışacaklarını belirttiler.
Tarih
öğrenildikçe, Türkçenin önemi daha çok öne çıktı ve
kaynağı Orta Asya olan öz Türkçeye ilgi ve yöneliş arttı.
Eski Türk dilinin söz dizimine (sentaks) dönmek için, Türkçe
kök sözcükler arayan gezginci derleme ekipleri oluşturuldu; bu
amaçla köylere, kasabalara gidildi. Ağızlar (şiveler), deyimler,
atasözleri ve söylenceler (efsaneler) derlendi; eski koşuklar
toplandı.
Çalışmalar ilerledikçe, çok
parlak sonuçlara ulaşıldı. Türk halkı, dilini Orta Asya’dan
getirdiği biçimiyle korumuş, zenginleştirerek geliştirmişti.
Batılı bilim adamlarının, 19.yüzyılda Türk dili ve tarihi
konusunda yaptığı araştırmalar da aynı sonucu veriyor, konuyla
ilgilenen bilim adamları, Türkçeye karşı, tutkulu bir hayranlık
içine giriyordu.
Yabancıların
Değerlendirmeleri
Yabancı
araştırmacıların Türk diliyle ilgili çalışmaları bulunup,
çevrimleri yapıldı. Bu yapıtlar, Türkçeye yapılan övgülerle
doluydu. Alman Doğubilimcisi ve Dil Bilgini Friedrich
Max
Müller
(1823-1900), 1854 yılında yayımlandığı kitabında, “Türkçenin
güzelliği ve bilimselliğini”
vurgularken, “bu
dili yaratan insan zekasına sonsuz hayranlık duyduğunu”
belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Yabancı
unsurlardan arındığında Türkçe kadar kolay, rahat anlaşılan
ve diyebilirim ki, zevk verici pek az dil vardır. Dilbilgisi
kurallarına uygun (gramatikal), sınırsız denebilecek sayıda
biçimlerin (formlarların ), üstün bir ustalıkla belirlenmesi,
fiil çekimleri ve birleşim düzenini belirleyen düzenlilik ve
kıyas yeteneği; tümce yapılarındaki berraklık ve anlaşılırlık
sıradışıdır. Bu dilin yaradılışında rol oynayan insan
zekasının olağanüstü üstün gücü, onu sezebilecek olanları,
kesinlikle hayranlığa sürükler”.14
Türkçe
dilbilgisi konusundaki çalışmalarıyla tanınan Fransız
Türkbilimci (Türkolog) Jean
Deny
(1879-1963), Türkçenin gelişkinliği konusunda değerlendirmeler
yaparken, bu düzeyde gelişkin bir dil, “Orta
Asya’nın doğal ortamından nasıl çıkabilir”
diyerek şaşkınlığını dile getirir. Açıklamalarını şöyle
sürdürür: “Türk
dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun, ortak
çalışmasının ürünü gibi düşünmek gerekir. Ancak, böyle
bir kurul bile, Tatar bozkırlarında kendi başına kalan ve kendi
içgüdüleriyle bu dili yaratan insan aklının yerini alamaz.
Türkçenin en hünerli yönü fiilleridir. Çok çeşitli ‘zaman’
ve ‘eğilimleri’ olan Türkçede, kuşku ve sanlar, umutlar ya da
öngörüler, en zarif ayırtılarla (nüans) ifade edilir. Kök hiç
bozulmadan kalır ve kişilerle birimlerin ruh halini, sanki temel
bir notaymış gibi seslendirir. Türkçe eylemler (fiillerde) de,
kendine özgü öyle bir özellik vardır ki, bunun bir benzerine,
Arian dillerinden hiçbirinde rastlanmaz. Bu özellik, belli bazı
harflerin eklenmesiyle yeni kök sözcükler oluşturma gücüdür.
Bu güç, her fiile; olumsuz, bilimsel, yansıtıcı ya da yanıt
verici bir anlam getirir”.15
Çalışma
Gücü Başarma İstenci
Dil
Komisyonu’nun
yeterince üretken çalışmadığını düşünerek, dil-tarih
araştırmalarını doğrudan ele almaya karar verdi. Zamanının
önemli bölümünü, bu işe ayırdı. Sürekli okuyor, araştırıyor,
çevresine topladığı yerli yabancı bilim adamları ve uzmanlarla
tartışıyordu. Çankaya bir “uygulama
okuluna”16,
sofra ise “bir
seminer masasına”17
dönüşmüştü.
Dil
devrimine
giriştiğinde, 47 yaşında bir emekli general ve Cumhurbaşkanıydı.
Dil
ve tarih
gibi uzmanlık isteyen bir konuda, büyük dönüşümler
gerçekleştirecek atılımlara öncülük
edemeyeceği söyleniyordu.
Ancak
o, kendine özgü direnç ve çalışma gücüyle, “sanki
Misak-ı Milli sınırlarını savunur, sanki ülkeyi
kapitülasyonlardan arındırır gibi”18
dil özleşmesiyle uğraşıyor; dil
ve tarih
konusunda,
bin yıllık savsaklamalardan, boş inançlardan ülkeyi kurtarmaya
çalışıyordu.
“Savaşlarla
geçen, bir gün dinlenme görmemiş yaşamının, o yorgun
döneminde”19,
Radlov’un
dört ciltlik Türk
Lehçeleri Sözlüğü’nü,
Pekarsky’nın
yine dört ciltlik Yakut
Sözlüğü’nü
ya da H.G.Wells’in
Dünya
Tarihinin Ana Hatları’nı
elinden düşürmüyordu. Bir keresinde, iki gece üst üste yatağa
girmemiş ve “yalnız
kahve içerek ve arada bir ılık banyo yapıp, göz kapaklarını
ıslak bir tülbentle silerek”
kırk saat durmadan Wells’i
okumuştu.20
Dile
Verdiği Önem
Dil
Devrimi,
onun tam bağımsızlık anlayışının bir parçası, devrimin
vazgeçilmez gereğiydi. Dil
konusunda
sahip olduğu kesin yargı, “kendi
dili ile düşünmeyen, okuyup öğrenmeyen, kendi dilinde eğitim
almayan bir ulus, bağımsız olamaz; hiçbir ulus, dilindeki yabancı
kültürlerin etkisini önlemeden kendini bulamaz; dilde ödün
verenler, ulusal savunma silahlarından birini elinden bırakmış,
güçsüz düşmüş, birliğini yitirmiş demektir”
biçimindeydi.21
Türkçeye
hak ettiği yüksek değeri verecek, “soylu
benliğine kavuşturacak”
ve “kendi
benliği içinde daha da varsıllaştırarak”
onu, “büyük
bir kültür dili durumuna”
getirecekti.22
Atılım
Başlıyor
Yoğun
ve özenli bir hazırlık döneminden sonra 1932’de, Dil
Devrimi
savaşımını başlattı. “Bu
yeni ulusal savaşı yönetmek üzere”23
12 Temmuz 1932’de, izlence (program) ve tüzüğünü kendisinin
yazdığı, Türk
Dili Tetkik Cemiyeti’ni
kurdu. Hemen ardından kendi deyimiyle, “bütün
milleti dil çalışmalarına katma amacıyla”,
Birinci
Büyük Dil Kurultayı’nı
topladı.
26
Eylül-5 Ekim 1932 arasında Dolmabahçe Sarayı’nın büyük
salonunda yapılan Kurultay’a;
dil uzmanları, bilim adamları, yazar ve ozanlar, öğretmenler ve
halk temsilcileri katıldı. Binden çok delege içinde, ülkenin
değişik yerlerinden gelen “kadın-erkek
köylüler ve yörükler de vardı.”24
Kurultay’daki,
yeniliğe dönük güçlü istenç (irade) ve bilinçli kararlılık,
Milli Eğitim Bakanı, Dr.Reşit
Galip’in
açış konuşmasına yansımıştı. “Hükümet
olarak, alacağınız bütün kararları uygulayacağız”
diyen Reşit
Galip,
duygu ve düşüncesini şöyle dile getirmişti: “Millete
verdiğimiz söz, daha yerine gelmedi. Millet önünde içtiğimiz
ant, daha tamamlanmadı. Milli kültür toprağı, yabancı
unsurlardan henüz kurtulamadı. Türk dili, henüz kendi gerçek
kimliğini bulmadı. Onu sevgi ve sevecenlikle kucaklayın. Onu
yeniden ana sütü ile emzirerek; yeni, coşkun, ölümsüz yaşama
eriştirin...”25
Öğretmenler,
gazeteciler ve yazarlar başta olmak üzere tüm aydınları dil
yenileşmesine katılmaya ve Türkçe kulanımına özen göstermeye
çağırdı. Gittiği her yerde, konuştuğu herkese bunu söylüyordu.
Çağrısını, ölene dek sürdürdü. 1938’de, hastalığının
ileri döneminde bile; “Türk
dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna
benimsetilmesi için, her yayın aracından yararlanmalıyız. Her
aydın, hangi konuda olursa olsun buna dikkat etmeli, konuşma
dilimizi ahenkli, güzel bir duruma getirmeliyiz”
diyordu.26
Dilbilim
“Ustası”
Dil
araştırmalarına başladıktan kısa bir süre sonra; sözcük
türetme, öz Türkçe yeni sözcük geliştirme ve kural belirleme
konusunda usta bir dilbilimci durumuna gelmişti. Bilim adamlarıyla
tartışıyor, görüş geliştiriyor ve Dil
Komisyonu’na
önerileriyle yol gösteriyordu. Eriştiği düzeyi gösteren en açık
belge, 1936’da yazdığı Geometri
Kılavuzu
adlı kitaptı. Bu kitap, yalnızca dil yenileşmesi için değil,
onunla birlikte, “bilim,
kültür ve eğitim açısından”
da değerli bir çalışmaydı.
Geometri
Klavuzu’nu
yazmadan önce, eski terimle hendese
olarak bilinen geometrinin
hiçbir terimi Türkçe değildi ya Arapça ya da Farsçadan
alınmıştı. Açı’ya
zaviye,
artı’ya
zait,
bölü’ye
taksim,
çap’a
kutur
deniyordu. İç
ters açılar’ın
adı, zâviyetân-ı
mütekabiletân-ı dâhiletân;
eşkenar
üçgen’in
adı, müselles-i
mütesâviyül adlâ’ydı.
Geometri öğreniminin önünü tıkayan bu güçlüğü aşmak için
bulduğu terimler, tümüyle Türkçe kök ve eklerden
çıkarılmıştı.27
Geometri
Klavuzu
okunduğunda, ana mesleği askerlik olan bir devlet başkanının
değil, dil ve bilim konusunda yetkin bir uzmanın yüksek
niteliğiyle karşılaşılacaktır. Bulduğu yeni geometri
terimlerinin bir bölümü şunlardır: “Açı,
açıortay, alan, beşgen, boyut, çap, çekül, çember, dışters
açı, dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eşkenar, içters
açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı,
paralelkenar, teğet, taban, türev, uzay, üçgen, yamuk, yatay,
yöndeş”.28
Aralıksız
Çalışma
8
Mart 1933’te, “Osmanlıcadan
Türkçeye Karşılık Bulma İzlencesi”
başlatıldı; ajans, radyo ve gazeteler, bu iş için yardıma
çağrıldı. Dört ay içinde, 1382 Arapça Farsça sözcük
saptandı, 1100’ünün Kurulca
karşılığı bulundu, 640 tanesi benimsenip yayımlandı.
Halk,
Türkçe konuşmaya çağrıldı ve “Vatandaş
Türkçe Konuş”
ya da “konuştuğun
gibi yaz”
özdeyişiyle, resimli-resimsiz duvar duyuruları bildiriler, radyo
konuşmaları yapıldı. 1934’te Ekler
Sözlüğü
ve Tarama
Dergisi
yayımlandı. 1936’da Türk
Dili Tetkik Cemiyeti,
Türk
Dil Kurumu
adını aldı.29
Bizans
kökenli coğrafi terimler ve kilise sözcüklerinden oluşan bileşik
adlar tümüyle değiştirildi. Örneğin Bulgarların kutsal saydığı
Kırkkilise’ye
Kırklareli,
Marmara adalarından Prinkipo’ya
Büyükada,
Hakli’ye
Heybeliada,
Antigoni’ye
Burgazada,
Proti’ye
Kınalıada
adı verildi. Grekçe Eis
ten polin’den
gelen İstanbul değiştirilmedi ancak örneğin semtlerinden Saint
Stéphano’ya,
Yeşilköy
adı verildi.30
Milli
Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda, Arapça ve Farsçanın
kaldırılmasına karar verildi (1 Eylül 1929). Diyanet İşleri
Başkanlığı, 18 Temmuz 1932’de, ezan
(cemaatin namaza çağrılması) ve kamet
(cemaatin namaza kaldırılması)in Türkçe okunmasına karar verdi;
uygulama, 7 Şubat 1933’te, İstanbul’da başlatıldı.31
Fener Rum Kilisesini tanımayan Türk
Ortadoks Kilisesi Patriği
Papa
Eftim,
kendisinden böyle bir şey istenmemesine karşın, 3 Nisan 1933’te,
dini törenleri Türkçe yapmaya başladı.32
Azınlık
okullarındaki dil öğrenimine yeni kurallar getirildi. Musevi
azınlık okullarında, dil öğreniminde “Fransızca
yerine Türkçe okuma”
zorunluluğu getirildi. Dinî ya da laik tüm azınlık okullarının
eğitim izlenceleri, ilk sınıflarda, haftada on dört saat Türkçe
okutulmak üzere düzenlendi. Bunun sekiz saati Türkçe, üç saati
Türk tarihi, üç saati de coğrafyadan oluşuyordu. Bu derslerden
başarısız olan öğrenci, sınıf geçemiyordu.33
Valilik
kararıyla yapılan bildirimlerle; işyeri adları, tanıtımlar
(reklamlar) ve “müşteri
niteliği ne olursa olsun”
lokantalardaki yemek listeleri Türkçe yazıldı. Gezgin satıcılar,
mallarını artık, “sokaklarda
Türkçe bağırarak”
satabilecekti. Hükümet, bir kararname yayımlayarak; kamu
kuruluşlarına verilecek dilekçelerin, yurtiçi mektup
adreslerinin, telefon numaralarının yalnızca Türkçe
yazılabileceğini bildirdi.34
Meclis’in
kabul ettiği Türk
Harfleri Kanunu’yla,
kamu ve özel kuruluşlar, dernekler ve tüm vakıflara; sözleşme,
kira kağıtları (kontrat), saymanlık (muhasebe), fatura ve defter
tutma gibi işlemlerde, “milli
dili kullanma zorunluluğu”
getirildi. Bu zorunluluk; Osmanlı
Bankası,
Deniz
Rıhtım Kumpanyası,
Fener
Şirketi,
Hereke
Kömür İşletmesi
gibi anonim şirketlerle; hizmet alanında özel konumu olan Tramvay,
Gaz
ve Terkos
Suları
gibi büyük şirketleri de kapsıyordu.
Yasa,
Türkiye’de çalışan yabancı şirketler için de geçerliydi.
Bunlar, ülkeleriyle yapacakları yazışma ve kayıt dışındaki
tüm işlemlerde yasaya uyacaklardı. “Türkçe
kullanmayı zorunlu kılan”
yasaya uymayan şirketler, 500 liraya kadar para cezası ödeyecek,
suçun yinelenmesi durumunda, “Türkiye’deki
çalışmalarına son verilecekti.”35
Halkın
İlgisi
Dilde
özleşme, halktan ilgi ve destek gördü. Yenileşmeye yönelik
kural öğrenme, öztürkçe sözcük bulma, “Türkiye’de
bir tür moda durumuna”
geldi. Bu “moda”,
soyadı yasasıyla, coşkun bir arayışa, tutkulu bir yarışa
dönüşmüştü.
Herkes
kendine ya da yakınlarına, soyad bulma, doğacak çocuklarına
öztürkçe ad takma yarışına girmişti. Türkçe, Türk
toplumunda bin yıldan beri ilk kez, gerçek değerini ve hak ettiği
yeri buluyordu.
Devrimi
Kendine Uygulamak
Eski
dile egemen birinci sınıf bir Osmanlıca uzmanı, iyi bir konuşmacı
ve yazardı. Gençliğinden beri Osmanlıcayı kullanıyor, duygu ve
düşüncelerini bu dille mükemmel biçimde dile getiriyordu. Dil
devrimini gerçekleştirip Türkçe kullanımını yaymak için, eski
dildeki yetenek ve alışkanlıklarını bırakmada hiç duraksamadı.
Her devrimde olduğu gibi, yeniliği önce kendi uyguladı. Örneğin
1924 yılında Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’na
yazdığı mektupta kullandığı dil, “Cumhuriyet
levs ile, riya ile kiap ile melûf ve rengi aslisini, hali tabisini,
kıymet-i giranbahasını gaip eden Bizans’ı, elbette ki ve
muhakkak adam edecektir.
Hali
tabii ve nezihine irca eyleyecektir”36
biçimindeyken;
on yıl sonra 8 Şubat 1934’te yayımladığı bildiriyi, “öz
dileğimiz yurdun yüceliği, yurttaşın genliğidir”
diye bitiriyordu.37
İsveç
Prensi Güstav
Adolf
onuruna, 3 Ekim 1934’te Çankaya’da verdiği akşam yemeğindeki
konuşmasında kullandığı Türkçe şöyleydi: “Bu
gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini
söylerken, duygum tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız
uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta,
yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını
bulacaksınız”.38
Ölene
Dek Süren Uğraşı
Dil
ve tarih araştırmalarına gösterdiği ilgiyi, hastalığının
ilerlediği döneme, hatta öleceğini anladığı günlere dek
sürdürdü. 1936’ya dek geçen dört yıl içinde Türk
Dili Tetkik Cemiyeti’ni;
örübilim (filoloji), kökenbilim (etimoloji), dil bilgisi (gramer),
sözcük, derleme, basım yayın ve terim adı altında yedi ayrı
bölümü olan bir kurum durumuna getirmiş; ona Türk
Dil Kurumu
adını vermişti.
Türk
Dil ve Tarih Kurumlarının gelişimine çok özen gösterdi. Bu
özeni, 1 Kasım 1936’da TBMM’nin 5.Dönem 2. Toplantı yılını
açarken yaptığı konuşmada şöyle dile getirdi: “Türk
Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumumuzun, hergün gerçeğin ufuklarını
açan, ciddi ve sürekli çalışmalarını övgüyle anmak isterim.
Bu iki milli kurumumuz, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde
unutulmuş derinliklerini ve dünya kültürüne köklü etkilerini,
inkar edilemez bilimsel belgelerle ortaya koyarken; yalnız Türk
milleti için değil, bütün bilim dünyası için dikkat çekici ve
aydınlatıcı kutsal bir görev yaptığını güvenle
söyleyebilirim”.39
1937’de
Geometri terimlerinin öztürkçe karşılıklarını bulmak ve
Geometri
Klavuzu
kitabını yazmakla uğraştı. Ölümünden iki ay önce, 5 Eylül
1938’de yazdırdığı vasiyetinde, İş Bankası’ndaki kişisel
parasını, yarı yarıya, Dil
ve
Tarih Kurumlarına
bıraktı.40
Hastalığının ağırlaşması nedeniyle okuyamadığı, onun
yerine Başbakan Celal
Bayar’ın
okuduğu 1 Kasım 1938 Meclis’i açış söylevinde bile dil
sorununa değindi ve “Türk
Dil Kurumu türlü bilimlere ilişkin Türkçe terimleri saptamış
ve böylece dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda
köklü adımını atmıştır...”41
diyerek, Dil
Kurumu’na
verdiği önemi gösterdi. Bu denli önem verdiği Türk
Dil Kurumu,
12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenler tarafından kapatıldı.
DİPNOTLAR
1 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.467
2 “Atatürk”
Lord Kinross,
Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.538
3 a.g.e.
sf.70
4 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.469
5 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.469
6 “Atatürk
ve Halkçılık”
Prof.Cahit
Tanyol,
İş.Ban.Yay., İst.-tarihsiz, sf.121-122
7 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.471
8 a.g.e.
sf.472
9 a.g.e.
sf.472
10 “Atatürk
ve Halkçılık”
Prof.Cahit
Tanyol,
İş.Ban.Yay., İst.-tarihsiz, sf.120
11 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.477
12 a.g.e.
sf.468
13 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon,
Bilgi Yay., 2.Bas., sf.70
14 “Suggestions
for the Asistance in Learning the Languages of the Seat of War in the
East; With Survey of the Three Famillies of Language Semitic Arian
and Turanian”; Friedrich Max
Müller,
Longman-Longmans, London, 1854; ak.Prof.İlhan
Arsel, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”
Kaynak Yay., 6.Basım, İst.-1998, sf.384
15 a.g.e.
sf.385, 386
16 “Kemalizm”
Tekin Alp,
Top.Dön.Yay., İst.-1998, sf.144
17 “Atatürk”
Lord Kinross,
Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.540
18 “Ulus
Olmak” Necati Cumalı,
Çağdaş Yay., İst.-1995, sf.91
19 a.g.e.
sf.91
20 “Atatürk”
Lord Kinross,
Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.538
21 “Ulus
Olmak” Necati Cumalı,
Çağdaş Yay., İst.-1995, sf.90
22 “Kemalist
Eğitimin Tarih Dersleri-IV”
Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.263
23 a.g.e.
sf.263
24 a.g.e.
sf.264
25 “Kemalizm”
Tekin Alp,
Top.Dön.Yay., İst.-1998, sf.169
26 “Atatürk
ve Dil Bayramı-Atatürk’e Saygı”
A.A.İnan,
TDK Yay., sf.112
27 “Atatürk’ün
Yazdığı Geometri Klavuzu” Nurer Uğurlu
Önsözü, Cumhuriyet Yay., İst.-1998, sf.9
28 a.g.e.
sf.9-10
29 “İletişim
ve Dil Devrimi”
Prof.Ö.Demircan,
Kendi Yay., 2000, sf.117-120
30 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon,
Bilgi Yay., 2.Bas., sf.72
31 “Çankaya
Özel Kalemini Anımsarken” Haldun Derin,
Tarih Vakfı Yurt Yay., İst.-1995, sf.75
32 Cumhuriyet,
04.04.1933; Ak. Haldun
Derin, “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken”,
Tarih Vakfı Yurt Yay., İst.-1995, sf.75
33 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon,
Bilgi Yay., 2.Bas., sf.73
34 a.g.e.
sf.75
35 a.g.e.
sf.73-74
36 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
III.C., Remzi Kit. 8.Bas., İst.-1983, sf.424
37 “Çankaya
Özel Kalemini Anımsarken 1933-1951” Haldun Derin,
Tarih Vakfı Yay., İst.-1995, sf.86
38 “İletişim
ve Dil Devrimi”
Prof.Ö.Demircan,
Kendi Yay., İst.-2000, sf.116
39 “Atatürk’te
Konular Ansiklopedisi” Seyfettin Turan,
Yapı Kredi Yay., 2.Bas.,İst.-1995, sf.188
40 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
III.C., Remzi Kit. 8.Bas., İst.-1983, sf.430
41 “İletişim
ve Dil Devrimi”
Prof.Ö.Demircan,
Kendi Yay., İst.-2000, sf.149
Atatürk ne kadar büyük insanmis; efsane gibi ; hayranlık duymak yaptıklarını korumak
YanıtlaSilgeleceğe taşımak
geleceğe bakışlarını görerek tamamlamak görev ve sorumlulukları adeta ibadet inanc derecesinde sürekli çalışmak istiyorum.