Türk halkı,
koşulların ağırlığına ve tüm yoksunluklarına karşın; milli mücadeleyi,
kurulmakta olan orduyu ve önder olarak bağlandığı Mustafa Kemal’i
tartışmasız destekledi. Elinden geleni değil, ‘elinden gelmeyeni
bile!’ veriyordu. Özellikle Sevr’in imzalanmasından sonra ve
özellikle köylüler, Anadolu’nun elden çıkmakta olduğunu anlayarak, yaşam dahil
herşeyi göze alarak direnişe katıldılar. Malı ya da bedeniyle katılamayanlar,
savaşa adeta ruhlarıyla katılıyor; yurduna bağlı herkesin istek ve duası,
içinden çıkardığı savaşçıların başarısında birleşiyordu.
Türkleri
Anlamak
Türk Kurtuluş
Savaşı’yla ilgili inceleme yapmak için 1921’de Türkiye’ye gelen
bir İngiliz gazetecisi Londra’daki gazetesine çektiği telgrafta, “Ankara,
dağlar arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın kurbağa,
başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta ve dünyaya meydan
okumaktadır” diyor ve gördüğü yoksulluk nedeniyle bağımsızlık mücadelesiyle
alay ediyordu.1
Yabancı
gazetecilerin, yurt dışına gönderdikleri tüm haberleri denetleyen Basın Yayın
Genel Müdürü Ahmet Ağaoğlu bu telgrafı okur ve şu biçimde değiştirerek
İngiliz gazeteciye geri verir: “Ankara, Anadolu’nun ortasında çorak,
bakımsız ve kerpiç evleri olan küçük bir kenttir. Bu kentte bir avuç kahraman,
‘uygar’ Avrupa’nın baskı ve zulmüne karşı isyan ederek, ulusal
bağımsızlıklarını korumaktadır”.2
İngiliz
gazeteci kendi bakış açısından belki haklıydı. Batılılar; işgale karşı gelişen
direnişin nasıl bir toplumsal irade üzerinde yükseldiğini, bağımsızlığı
amaçlayan ulusal direnişin gücünü nereden aldığını anlayamamışlar,
karşılaştıkları direnç karşısında şaşırmışlardır.
Doğrudan taraf oldukları Anadolu savaşlarını, tükenmiş
ve çok yoksul bir halkın yürütebilmesini anlamak, Türk toplumunu
yeterince tanımayan Batılılar için gerçekten güç bir iştir. Anadolu’da önem
verilecek bir direnişle karşılaşılmayacağına inanan Batılı politikacılar, Türk
varlığını hesaba katmıyor, Anadolu topraklarına özgürce yeni yöneticiler buluyorlardı.
İngiltere Savunma Bakanı Lord Kitchner, “Türkiye’yi mahvedinceye
kadar savaşacağız” derken3; Başbakan Lloyd George, “Batı
uygarlığına kesin olarak yabancı olan Türkler’in Avrupa’dan uzaklaştırılacağını”
söylüyordu.4
Yoktan
Var Etmek
Türk halkı,
uzun süren savaşlar sonunda, yoksullaşmış, umarsızlık içine sürüklenmişti.
Dünyanın büyük güçleriyle çatışmaya hazırlanıyordu, ancak ne parası, ne
sanayisi, ne kendisini besleyecek tarımı, ne de silahı ve ordusu vardı. Yeni
bir ordu kuracak, silahlandırıp donatacak ve besleyecekti. Anadolu’da
savaşabilecek genç erkek nüfus neredeyse kalmamıştı. Baskınlarla düşmandan elde
edilen silahların, yalnızca bir yerden bir yere götürülmesi bile, başlı başına
bir sorun, gerçekleştirilmesi çok güç bir işti.
Ülkede yol
yoktu, İstanbul demiryolu Ankara’da bitiyordu. Bunun da, ancak Eskişehir-Ankara
arası kullanılabiliyordu. Akşehir-Pozantı arasındaki bir parça demiryolunun da
askeri bir değeri yoktu. Oysa, Doğu cephesinden Batı cephesine gönderilecek bir
cephane sandığının, kuş uçuşu en az 1200 kilometrelik yol katetmesi
gerekiyordu.
Denizden İnebolu’ya gelen bir yükün kağnıı’larla
Ankara’ya götürülmesi, gidiş dönüş bir ay sürüyordu. Ayrıca, birkaç yüz kilo
yük alan bir kağnı, hayvanları ve onu sürenleri beslemesi için,
neredeyse bir kağnı yükü yem ve yiyecek taşımalıydı.5 Silah
ve cephanenin hemen tümü, cephe uzaklığı ne olursa olsun, büyük oranda kağnılar,
bir bölümü de develerle taşınıyordu. Kağnı, Kurtuluş Savaşı’nın simgesi
olmuştu.
Kağnıyla
Yazılan Destan
Lord Kinross, kağnı’yı, “saatte beş kilometrelik değişmez hızıyla,
gıcırtılı sesler çıkararak, Anadolu’da Sümerler’den beri kullanılan” araç
olarak tanımlar.6 Tekerleği bularak arabayı ilk kez insanlığın
hizmetine sunan Türkler’in, kağnıyı
Orta Asya’dan beri kullandıkları doğrudur. Ancak, Kurtuluş Savaşı’yla
bütünleşen bu araç, 1919’da varlık-yokluk mücadelesine girişen Anadolu Türkleri
için, çok farklı anlamlar, başkalarının anlayamayacağı duygular ifade eder. Kağnı,
Kuvayı Milliye direnişindeki yeriyle, çok sayıda söylence, koşuk (şiir)
ya da öyküye konu olmuş, çevresinde gelişen olaylarla Anadolu’da, duygu yüklü
destan öğesi haline gelmiştir.
On beş liseli
arkadaşıyla Anadolu’ya kaçıp Kurtuluş Savaşı’na katılan ve “cepheye cephane
taşıyan kağnı kollarının komutanı” yapılan Enver Behnan Şapolyo,
yaşadığı olayları yazıya dökerek bu destanı bizlere aktaran genç bir Kuvayı
Milliye komutanıdır.
Milli
Mücadelenin İç Alemi adlı yapıtında, kağnı’lar ve kağnı
kolları’yla ilgili bölümlerde, şunları anlatır: “Durmadan yol alıyorduk.
Sürekli çalışan araç yorulur ve bozulabilir. Ancak, bizde ne yorulmak, ne
dinlenmek ne de bozulup yolda kalmak vardı. Otomobiller, kamyonlar her yeri
aşamazlardı. Fakat bizim için aşılamayacak yol yoktu.
Ağır, ama hep
hareketliyiz. Sürekli hedefe ilerliyor, Tanrı huzurunda ibadet eden müminler
gibi, hiç konuşmadan gidiyoruz. Kağnılarımızın tekerlekleri, hiçbir yerde
duyulmamış ahenkli bir ortak ses çıkarıyor. Bu sesi, ne bir müzik aleti, ne de
canlı bir varlık çıkarabilir. Bir iniltiymiş gibi çevreye yayılan kağnı
sesleri, sanki bir başka dünyadan geliyordu. Sanki Türkler, binlerce yıl önce,
Orta Asya’dan dünyanın dört bir köşesine göç ediyorlarmış gibi, dağları ovaları
inletiyorlardı. Türk milletinin çektiği acıyı, sanki bu kağnı sesleri dile
getiriyordu...
Kağnıları,
ayakları çarıklı, sarı mintanlı, mor şalvarlı, kırmızı kuşaklı köy
delikanlılarıyla, üç etekli dallı şalvarlı, başları örtülü kadınlar, genç
kızlar ve yaşlılar kullanıyordu... Komutasını aldığım kağnı kolu, kırk arabadan
oluşuyordu. Bunlardan ikisi altmışar yaşlarında erkek, sekizi on beşer
yaşlarında çocuklar ve otuz tanesi ise genç kadınlardı. Bazı kadınların
kucaklarında bebekleri de vardı…
Hiç kimse şikayet etmiyor, herkes
gönüllü olarak seve seve çalışıyordu. Yollarda
hiçbir şey pahalı değil, yaşam çok doğaldı. Kimsede vurgunculuk yapıp
para kazanmak gibi bir düşünce oluşmamıştı. Silahlar cepheye, pazara mal
götürür gibi sakin bir iyimserlik içinde, neşeyle götürülüyordu... Bunları,
ancak içinde yaşayanlar bilir. Bu insanlar ne kadar temiz ruhluydular.
Aralarına katıldığım için çok mutluydum... Anadolu kağnıları, bir milletin azim
ve inancını, hiçbir yüksek tekniğin yenemeyeceğini kanıtlıyordu. Hiçbir mazlum
millet artık, ‘gücümüz yok ki milli mücadeleye girelim’ diyemez. Dünyada
emperyalizm prangasını ilk kez kıran Türk milleti, onlara örnektir...”7
İç
Karartan Yoksunluk
Düşmanı yenmek
ve ülkeden sürmek için en az iki yüz bin askerin cepheye sürülmesi, bunların
silah ve donanımının sağlanması gerekiyordu. Yüzlerce top ve onlara savaş
bitinceye dek “tükenmeyecek” mermi bulunmalı ve taşınmalıydı. Sayıları
dört bine çıkarılması gereken makineli tüfeklerin her birinin, “iki
dakikalık atış için bir sandık” cephaneye gereksinimi vardı. Süvariler için
at, kılıç; atlar için yem; cephe gerisi için hastane, ilaç; ordu için yiyecek,
elbise, postal bulunmalıydı. Hepsinden önemlisi, “umutsuz gibi görünen
savaşa” her şeyiyle katılacak, hiçbir şey beklemeden ölümü göze alacak
insan gerekliydi.
Ankara’ya bu nitelikte çok sayıda genç subay gelmişti; ancak ordu yönetecek
general ve savaşacak er sayısı çok yetersizdi. Düzenli ordunun kurulduğu “İnönü
savaşlarına girişilene kadar”, Osmanlı Ordusundan, rütbelerini geri veren Mustafa
Kemal dahil, “yalnızca beş general gelmişti”.8
Kurtuluş Savaşı başlarken, asker sayısı 15-25’e dek düşen alaylar (172. ve 188.)9,
150-200’e düşen kolordular vardı.10 İkinci İnönü Savaşı’nda
bile, er sayısı 9 bin olması gereken 7.Tümen’in 1100, 8.Tümen’in
1800 askeri vardı. Bölük başına 10-15, tabur başına 35-40 er
düşüyordu.11 Savaşı, orduyu ve halkı örgütlemenin tüm yükü, rütbesi
yüksek olmayan genç subayların omuzlarındaydı. Bu nedenle, “İstiklal
Harbi’ne subay harbi” deniliyordu.12
Ordu
Kurmak
Askerlik
şubesince silah altına alınan erlerin, yalnızca cepheye gönderilmesi bile başlı
başına bir sorundu. Parasızlık nedeniyle, asker toplama ve yollama işleri için
kaynak ayrılamıyordu. Toplanan askerler cepheye gidene dek; “barındırılamıyor,
doyurulamıyor, giydirilemiyor ve yol çok uzun bile olsa yaya olarak
gönderiliyordu”.13
Bakımsız ve gıdasız askerler; “açlığa, yorgunluğa ve
soğuğa” direnemiyor, kimileri hiç savaşamadan yolda hastalıktan ölüyordu.
12.Kolordu hastanelerinde yatanların % 80’i, cepheye giderken yolda üşüten zatürre
hastalarıydı. “Cephe gerisinde ölenler, cephede ölenlerden çok fazlaydı”.14
Genel Kurmay Sağlık Dairesi Raporlarına göre, 1922 yılında hastanelere
yatırılan hasta sayısı 274 988 kişiydi.15
Soylu
Yoksulluk
Meclis adına
görev yapan bir kurulun, Çankırı yakınlarındaki Kızılkaya köyünde
yaşadıkları, milli mücadelenin hangi koşul ve anlayışla kazanıldığını gösteren
çarpıcı bir örnektir. Samet Ağaoğlu Kızılkaya’yı şöyle aktarır: “Sakarya
Savaşı henüz başlamıştı. Anadolu’yu dolaşmak gerekti. Tekerleklerinde, Türk
tarihinin yüz yıllarını taşıyan ve Anadolu mücadelesinin en değerli unsuru olan
kağnıyla yola çıktık. Ankara-Çankırı arasında, yüksek bir dağ üzerine konmuş
bir kuşa benzeyen, Kızılkaya adını taşıyan küçük bir dağ köyüne gelmiştik.
Çevremizi hemen küçük çocuklar sardı. Bura halkının bu kadar güzel olduğunu hiç
bilmiyordum. Açlık ve yoksulluk renklerini soldurmuş, küçük vücutları,
üzerlerindeki paçavraların binbir deliğinden bize bakıyordu. Fakat kumral
saçları, beyaz yüzleri o kadar güzeldi ki.
Bir kız
çocuğuna soruyoruz: Kızım adın nedir? ‘Ayşe’. Baban var mı? ‘Babam
Çanakkale’de şehit oldu’. Şimdi kim bakıyor sana? ‘Annem’. Şimdi
annen nerede? ‘Tarlaya gitti ekin zamanıdır’. Bir diğerine: Oğlum senin
adın ne? ‘Durmuş’. Baban var mı? ‘Babam İnönü’de şehit oldu.’
Annen var mı? ‘Yok efendim. Bize dayım bakıyordu, o da askere gitti Şimdi
ablam bakıyor’. Ablan nerede? ‘Ankara’ya cephane götürdü.’
Çevremizi saran on altı çocuktan
hepsinin babası şehitti. Anneleri ya da ablaları, ya tarlayı işliyor ya da
orduya yiyecek ve cephane taşıyordu. Biz
çocuklarla konuşurken köyden yana, bastonuna dayana dayana yaşlı bir kadın
geldi: ‘Nereden geliyorsunuz evladım?’ Ankara’dan. ‘Aman ordudan ne
haber?’ Ordumuz çelik gibi anne. Yakında inşallah düşmanı yeneceğiz. ‘Şükürler
olsun. Aman burada bazı şeyler söylediler. Allah bizi kahretti diye
düşünüyorduk. Kalbime sular serptiniz. Allah sizden razı olsun’. Evladın
var mı anne? Yaşlı kadın derin bir ah çekti. ‘Dört oğlum vardı. İkisi
Çanakkale’de, biri İnönü’de şehit oldu. Dördüncüsü ordudadır. Yolunu
bekliyorum’. İnşallah gazi olur, mutlu olursunuz. Yaşlı kadın derin acı
taşıyan bir bakışla : ‘Ben oğlumu düşünmüyorum evladım. Ben (eliyle
çocukları göstererek) bu yetimleri ve yaşayacakları bu vatanı
düşünüyorum. Allah bunları gavur ayakları altında çiğnetmesin.’
Hepimiz çok etkilenmiş ve üzülmüştük. Çay kahve vermek istediysek de kabul
etmedi ve köye doğru yürüyerek, orada kendisini bekleyen ve Ankara’dan bir
haber bekledikleri belli olan genç kadınlara doğru gitti...”16
Her
Yerde Çarpışma
Meclis’in
açılmasından 1921 başına dek geçen sekiz ay; dış saldırıların, ekonomik siyasi
baskıların, ayaklanmaların ve bunlara karşı direnişin yoğunlaştığı bir
dönemdir. Eldeki ordu ya da milis güçlerine dayanılarak üç cephede
işgalcilerle, otuz dört bölgede hilafetçi ayaklanmalarla savaşıldı.
Büyük devletlerin siyasi oyunlarına karşı, Meclis meşruiyetine
dayanılarak politikalar geliştirildi. Savaş içinde olunmasına karşın, katılımcı
bir siyasi işleyiş çalışmalara egemen kılındı ve hemen her konu tartışıldı.
Yapılmak istenen her iş, oylamalarla oluşturulan çoğunluk kararlarıyla
uygulandı. Anadolu’da benzersiz bir olay yaşanıyor; güçlüklerle sürdürülen bir
savaş içinde, katılımcı bir halk devleti ve bir halk ordusu
kuruluyordu.
Güney Cephesi
Güney
cephesinde Fransız ve Ermeniler’e karşı savaşılıyordu. Adana, Antep, Maraş ve
Urfa, sıradışı olayların yaşandığı direniş merkezleriydi. Büyük devletlerin söz
verdiği Kilikya’ya yerleşmeye çalışan Ermeniler, Fransızlar’la birlikte
Adana’yı ve Çukurova köylerini adeta bir “insan mezbahasına”17
çevirmişti. Fransız İşgal Orduları Yüksek Komiseri General Gourand’ın emriyle, “yüzlerce köy yakılmış, yüzlerce kurtuluş
savaşçısı kurşuna dizilmişti”.18
Silah toplama adına, “ev soygununa
dönüşen” baskınlar yapılıyor, insanlar öldürülüyordu. Adana halkı, evlerini
bırakarak Toroslar’a kaçıyordu. Ünlü Kaçkaç türküsü, “dağları,
dereleri; aç, perişan göç selleriyle dolduran ve Orta Anadolu’ya dek uzanan”19
bu kaçış için yakıldı. Antep, Maraş ve Urfa’da durum, Adana’dan farklı değildi.
Mersin’den
Antep’e
İç Anadolu
bölgesinden gelen gönüllülerin katılımıyla güçlenen Kuvayı Milliye
birlikleri, Güney cephesinde halkla birlikte, sıradışı bir direniş gösterdi.
Mersin, Bilemedik, Hacıkırı, Durak, Mut, Ceyhan, Pozantı, Maraş, Urfa ve Antep
kurtarıldı.
10 Nisan 1920’de Urfa’dan çekilmek zorunda kalan Fransız
birlikleri, kentin 10 kilometre dışında pusuya düşürüldü ve 700 Fransız askeri
öldürüldü, 100’ü esir alındı. Urfa Savunma Komitesi Başkanı Ali Saip Bey,
savaş alanını gezerken şu duygulu sözleri söylemişti: “Şimdi toprağa serilip
kalmış bu bahtsız Fransız delikanlıları ne arıyorlardı burada? Niye geldiler,
burada ne işleri vardı? Urfa nere, Paris nere? Neden gelip yaşamlarını burada
bıraktı, bu genç insanlar? Türk yurdunu ele geçirmek, Türk istiklalini
yok etmek için buraya gönderilen bu bahtsızları, oymakların ve çevre köylerin
savaşçıları öldürmedi. Hayır, onları buraya gönderenler öldürdü. Bu insanları,
Türk inkılabının ve Türk istiklal savaşının ayakları altına fırlatmanın ne
anlamı vardı?”20
Anteplilerin
Verdiği Söz
Antepliler, 15
Nisan 1920’de düzenledikleri ve “kentte yaşayanların tümünün katıldığı”
mitingde, “tek bir insan kalana kadar düşmanla savaşmaya ve onu yeniden
kente sokmamaya” ant içtiler21 Savunmaya, ant’a uyarak;
kadınlar, yaşlılar, hatta çocuklar bile katıldı.
Direniş’in önderi Binbaşı Arslan Bey, halka şu
konuşmayı yapmıştı: “Antep kahramanları! Sizler, on altı gündür cepheyi
tuttunuz. Sayınızın azlığına bakmaksızın, düşmanı kente sokmadınız, görülmemiş
bir yiğitlik gösterdiniz... Şimdi, kadınlarımız da, kanlarının son damlasına
kadar savaşıp düşmana canlı teslim olmamak için savunmaya katıldılar...
Silahlanıp namus ve vatanınızı korumak için, elinizde ne varsa son öküzünüze
kadar sattınız. Halep’e silah getirtmek için binlerce lira ödediniz. Dostlarım,
iyi donanmış düşman güçlü görünüyor; ancak, gerçek güçlü sizsiniz. Çünkü
toprağınızı, ailenizi, kendi namusunuzu koruyorsunuz...”22
Pozantı
ve Tarihi Söylev
Mustafa Kemal, 5 Ağustos 1920’de, yanında Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa (Çakmak)
ve milletvekillerinden oluşan bir kurulla birlikte Pozantı’ya geldi. Pozantı
Toroslar’da, çevresi dağlarla çevrili, küçük bir bucak merkeziydi. Kurtuluş
Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde, buraya gelmesinin elbette bir nedeni
vardı.
Pozantı halkı,
Bucak Müdürü’nün öncülüğünde ve çevre köylüleriyle birlikte, tüm ülkeye, hatta
tüm dünyaya örnek alınacak, olağanüstü bir halk direnişi göstermiş, göstermeyi
de sürdürüyordu. Pozantı, ulusal direnişin simgesi olmuştu.
Böyle
düşünüldüğü için olacak Mustafa Kemal;
Yunan Ordusu’nun ilerlediği, Ermeniler’in Sarıkamış ve Oltu’yu, Gürcüler’in
Artvin’i aldıkları; iç isyanların sürdüğü ve Sevr’in imzalanmak üzere
olduğu bir ortamda, Pozantı’ya gelmişti. Bucak Müdürü Hulusi (Akdağ)
Bey’in, yalnızca Kurul’u karşılama biçimi bile çok şey anlatıyordu. Hulusi
Bey; çizmeleri, kalpağı, fişeklikleri ve kamasıyla tam bir çeteci,
kararlı bir Kuvayı Milliye komutanıydı. Ama aynı zamanda Bucak
Müdürü’ydü. Bu nedenle, Mustafa Kemal ve beraberindekileri, “bir
elinde silah, diğer elinde Nahiye’nin mührüyle” karşılamıştı.23
“Toros Dağları
arasında Çakıt Çayı kenarındaki” bu küçük ve
yoksul bucakta, dingin görünüşüyle çelişen, sessiz ve kararlı ama olağanüstü
coşkulu, devrimci bir hava vardı. 5 Ağustos 1920’de generalinden köylüsüne,
Pozantı’da toplanan herkes, o güne dek dünyanın hiçbir yerinde başarılamamış
bir eylemin, emperyalizme karşı çıkmanın bilinci içindedir. Dünyanın “mazlum
milletleri”, yürütülmekte olan mücadeleyi örnek alarak emperyalizme karşı
direnmeye çağrılmakta, tüm insanlığa adeta evrensel bir ileti gönderilmektedir.
Mustafa Kemal; Pozantılılar, Kayseri, Niğde, Bor’dan gelen kurullar, Güney cephesinin
temsilcileri, “dağlardan inen Çukurova göçmenleri” ve Kuvayı Milliye
savaşçıları tarafından karşılandı. “Tekbir sesleri ve dualar Toros
boğazlarını inletmektedir.” Bu hava içinde gerçekleştirilen Pozantı
toplantısında, tarihi değeri olan şu konuşmayı yapar: “Bütün Anadolu için
vatanseverlik timsali olan Adanalı Müslümanlar! Şeref ve istiklal
davasında yararlanacağımız başarı kaynakları, yalnızca Anadolu’dan ibaret
değildir. Avrupa’nın bin türlü zulüm ve gadrine uğrayarak her türlü esaret
acısını çekmiş olan Mısır’da, Hindistan’da, Rusya’da ve Afrika’daki Müslüman
kardeşlerimiz; gözlerini, tecavüzlerini Peygemberimizin kabrine kadar uzatmış
olan düşmanlarımızın kahrına çevirerek, bize maddi ve manevi yardıma karar
vermiş bulunuyorlar. .. İstiklal ve şerefini koruma uğrundaki fedakarlık
duygularını, şanlı ve şerefli atalarımızdan miras alan milletimizin, yakın bir
zamanda her türlü anlamıyla, dini ve milli tarihine şanlı sayfalar ekleyeceğine
kuşku yoktur...”24
DİPNOTLAR
1
“Kuvayı Milliye
Ruhu” Samet Ağaoğlu, Kül.Bak.
Yay., 1981, sf.13
2
a.g.e. sf.13-14
3
“Milli Kurtuluş
Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst.
Mat., 1974, sf.33
4
a.g.e. sf.34
5
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit.,
8.Bas., 1981, sf.497
6
“Atatürk” L. Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12. Bas., İst-1994, sf.324
7
“Mustafa Kemal Ve Milli Mücadelenin İç Alemi”
E.B.Şapolyo, İnkilap ve Aka Kit.,
İstanbul-1967, sf.32-36
8
a.g.e.
sf.497-498
9
”Türkiye Ulusal
Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, A.M. Şamsutdinov Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.126
10
“Gaziantep
Müdafaası” M.Nurettin, sf.124; ak. A.M.
Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.139
11
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit.,
8.Bas., 1981, sf.504
12
a.g.e. sf.499
13
“Anadolu
İhtilali” S.Selek, II.Cilt,
Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., 1987, sf.408
14
a.g.e. sf.408
15
a.g.e. sf.409
16
“Kuvayı Milliye
Ruhu” Samet Ağaoğlu, Kül.Bak.
Yay., 1981, sf.185-187
17
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit.,
8.Bas., 1981, sf.174
18
“Adana’nın
Kurtuluş Mücadelesi Hatıraları” E.Özoğuz, sf.18-25; A.M.Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi
1918-1923”, Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.139
19
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit.,
8.Bas., 1981, sf.175
20
“Urfa’nın Kurtuluş
Mücadeleleri” Ali Saip, sf.243, ak; A.M.
Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.141
21
”Türkiye Ulusal
Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, A.M. Şamsutdinov Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.142
22
“Gaziantep
Müdafaası” M.Nurettin, sf.72; ak. A.M.Şamsutdinov
”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.142
23
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit.,
8.Bas., 1981, sf.180
24
a.g.e.
sf.180-181
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder