TBMM
bugün, Kurtuluş
Savaşını ve
devrimleri
yapan
meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği
ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli
iradeyi temsil
ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de
geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen
değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. Her partinin adı,
genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj
geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış
istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB
programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler
ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen
parti başkanı, tek
belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken,
kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir
kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden
milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı
olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle,
meclis, halkı ve milli
iradeyi değil,
partileri ve başkanlarını temsil eder.
Erken
Seçim
Orta
oyununa dönüştürülen koalisyon görüşmeleri, beklendiği gibi
sonuçsuz kaldı ve Türkiye 116 gün sonra yeniden seçime gidiyor.
Yönetim gücünü yitirmek istemeyen siyasi-dini yapılanma, şansını
denemek için, arkası gelecek gibi görünen erken seçimlerin
birincisini 1 Kasım’da yapmaya karar verdi.
Köklü
dönüşümlerin habercisi olan erken seçimler, aynı zamanda;
siyasi bunalımın, çözülmüşlüğün ve yetersizliklerin
göstergesidir. Egemenlerin, egemenliklerini sürdüremez duruma
düşmesidir. Hitler,
yönetime gelirken 3 yılda 4 genel seçim yapılmıştı. AKP,
yönetimden
gitmemek
için 3 ayda iki genel seçim yapıyor.
Çok
Particilik
Türkiye,
çok partiye dayalı Batı kaynaklı parlamentarizmle 1946 yılında
tanıştı. ABD, çok partili parlamentoculuğu, Birleşmiş
Milletler’e katılmanın koşulu yapmış; Rusya, Çin ve sosyalist
ülkeler bu koşula bakılmaksızın üye yapılırken, Türkiye’ye
ayrımlı davranılmıştı.
Dayatılan
biçiminin, Türkiye’nin yönetim yapısına ve toplumsal
koşullarına uyumsuz olduğunu biliyorlardı. Sovyetler Birliği’ne
karşı yürüttükleri kuşatma politikasında, Türkiye’ye
gereksinimleri vardı ve bu nedenle Türkiye’yi denetim altına
almaları gerekiyordu. Bunun en kolay yolu, yönetim yapısını
bozmak ve devleti güçsüzleştirmekti.
Feodalizmden
kapitalizme ulaşan toplumsal evrim içinde oluşan Batı
parlamentoları, o ülkelerde üretim biçimine uyumlu, rejimi
tamamlayan bir unsur durumuna getirilmişti. Tarihsel kökleri olan
temsili kurumlardı. Oysa, Türkiye’de toplumsal yapı ve tarihsel
evrim çok başkaydı ve Batıyla uyumsuzluk içindeydi. Batıya
öykünme, bir yarar sağlamayacağı gibi, toplum yaşamına ve
kurulmuş olan kamusal dengeye zarar verecekti. Özdeksel (maddi)
temeli olmayan ilkel bir parlamento ve oraya taşınacak
işbirlikçiler aracılığıyla, Türkiye’ye egemen olunacak,
yönetim gücü ele geçirilecekti.
Nitekim
öyle oldu. Türk siyaseti, günümüze dek geçen 70 yıl
Washington’a bağımlı kaldı, ülkesine ve halkına yabancılaştı.
ABD, Türkiye’yi dolaylı olarak yönetti. Bu durum, Kurtuluş
Savaşı’nda
reddedilen
mandanın
güncelleşmiş
yeni biçimiydi.
Meclis
ve İşbirlikçiler
Parlamento,
Cumhuriyet devrimlerinden ödün vermeyi ilke edinen, Batıcı ve
tutucu bir anlayışın yönetimi altına girdi. Batıya bağlanma
değişmez devlet politikası durumuna getirildi ve bu politika
siyasi partilerin ortak ilkesi oldu.
Çok
partililik
ve demokrasi
adına yaygınlaştırılan uygulamalar, güçlüklerle kurulup
geliştirilen yönetim dizgesine (sistemine) büyük zarar verdi.
1924 ve 1930’da, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası
ve Serbest
Fırka’yla
ortaya çıkan karşı devrim girişimi, Atatürk’ün
kararlı tavrıyla önlendi. Ancak, karşı devrim, 1946’da
Demokrat
Parti’yle
içinde
özgürce hareket edebileceği geniş bir alan buldu.
Türkiye’de
Partiler
Türkiye’de
partiler, halkın ve ülkenin sorularını çözmek için
temsilcilerini gönderdiği demokratik kurumlar olamadı. Olması da
olanaklı değildi. Toplumsal yapıya uyumsuzdular. Denetim altında
tutulan, sınıfsal temelden yoksun, devşirme kurumlardı. Ulusal
çıkarları savunmadılar. Ayrımlı sözlerle birbirleriyle
yarışıyor göründüler ancak yönetime geldiklerinde dışarda
belirlenen politikaları uyguladılar.
Türkiye’nin
sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunlar yarattılar. Çıkar
sağlamanın araçları haline geldiler. Yurtseverleri ve halk
önderlerini içlerine almadılar, onların meclise girmesini
önlediler. Kişi egemenliğini kabullendiler. ABD’nin onay verdiği
işbirlikçileri genel başkan yaptılar. Meclis’e girecekleri
bunlar belirledi. Halkı, belirlenen kişilere oy vermekten başka
birşey yapamaz duruma düşürdüler.
Japonya
Örneği
Ünlü
İngiliz yazar H.G.Wells,
yönetimlerin
halkın oyuyla belirlenmesi konusunda şöyle söyler: “Bir
topluma seçme hakkından önce eğitim verilmelidir. Seçmen oy
vermeden önce bilgi sahibi olmalıdır. Oy kulübelerinden önce
okullar kurulmalıdır. Yeteri kadar eğitim görmeyenin elinde oy
pusulası, yalnız yararsız değil aynı zamanda tehlikelidir de”.
Japonya’nın
oy vermeyle yönetim belirleme konusunda geçirdiği evrim ilginçtir
ve Wells’in
görüşüyle örtüşme içindedir. Japonya’yı günümüzdeki
gücüne ulaştıran bu sürecin kökleri, Meiji
Devrimleri’ne
dek
gider. 19.Yüzyıl sonlarında,
iyileştirme
yanlıları (reformcular) toplumda sayıca azınlıktaydı. Demokrasi
gerçekleşsin diye seçme ve seçilme hakkı herkese verilmedi.
Milletvekili seçimlerinde oy verme hakkı, önce, ‘eğitim
görmüş olma’
koşuluyla uygarlaşma yanlılarına tanındı. Başlangıçta, 35
milyonluk Japonya’da oy verme hakkına sahip seçmen sayısı
yalnızca 460 bindi.
1868’de
başlayan iyileştirmeler ödünsüz uygulandı. 1925 Yılında
Japonya’nın genç nüfusunun yüzde 99,4’ü çağdaş nitelikte
laik eğitim görüyordu. Halkın yüzde 94’ü okuma yazma
öğrenmişti. Eğitim düzeyi yükseldikçe seçmen sayısı da
artmıştı. Japonya’da oy verme hakkına sahip olanların sayısı,
1925 yılında 60 milyonluk Japonya’da 13 milyona çıkmıştı.
Türkiye'de
Çok Particilik
Demokrat
Parti,
savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni
Dünya Düzeni’nin
bilinen koşulları içinde ortaya çıktı/çıkarıldı.
Cumhuriyet
Halk Partisi’yle
aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün
1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor
ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli
kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz
tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, kurulacak
partiler, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel
koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı
siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği
gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş
yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen
içinde elde edilmişti.
Atatürk
dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde, çoğulculuğu temel alan bir
anlayışa bağlı kalınarak, “tek
partiyle çok partililiği amaçlayan bir politika yürütülmüştü”.
Tek
Partililik
Fransız
sosyal bilimci Maurice
Duverger,
Siyasi
Partiler
adlı kitabında tek
partili
siyasi dizgeleri de inceler ve incelemesinde Atatürk
dönemi Cumhuriyet
Halk Partisi’ne
özel önem verir. Duverger
söz konusu kitapta, “Ne
tüm tek partiler totaliterdir, ne de tüm totaliter partiler tek
partidir”
diyerek tek partilerin de demokratik olabileceğini kabul eder.
Duverger,
kabulünü kanıtlayacak örnek olarak, 1923’te Türkiye’de
kurulmuş olan Cumhuriyet
Halk Partisi’ni
gösterir. Bu partinin, “dini
siyasetten ayıran
(anti-klerikal) akılcı
tutumu”,
“19.yüzyıl
liberalizmine yaklaşan
eğilimleri”
ve “1848
Avrupa milliyetçiliğine
benzeyen
görüşleriyle”;
20.yüzyıl otoriter rejimlerinden çok “Fransız
Devrimi’ne ve 19.yüzyıl terminolojisine”
yaklaştığını ileri sürer. Ona göre, “tek
partiye dayanan faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite
savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi
savunuculuğu”
almıştır. Duverger
CHP
ile ilgili olarak şunları söyler: “Bazı
tek partiler, gerek felsefeleri ve gerekse yapıları bakımından
gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini,
1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de tek parti olarak faaliyet
göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk Partisi sağlamaktadır. Bu
partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisidir...”
Sandık
Demokrasisi
Seçimler
ve meclislerle halkın kendisini yönetecek kişileri belirlemesine,
bugün demokrasi deniyor. Oy
ve
sandık
kutsanıyor
ve yönetimin bu biçimde oluşturulması çağdaşlık sayılıyor.
Doğru gibi görünen ancak biraz düşünüp yaşananlara bakınca,
bunda bir çarpıklık olduğu görülüyor. Türkiye’de; Meclis’in
oluşumu, seçim yasaları, barajlar, dağıtılan paketler, din
ticareti, para ve medya kullanımına bakınca; oluşturulan siyasi
düzenin, seçilecekleri değil seçilemeyecekleri belirleyen bir
kurmaca olduğu ortaya çıkar.
Bu
denli ilkel olmasa da “demokrasinin”
çıkış yeri Batıda da durum ayrımlı değil. Yönetimi orada da,
halk değil, rejimle uyumlu iki partiden oluşan parlamentolar
aracılığıyla egemenler belirliyor.
Bu
neden böyle? Parlamentolar ve seçimler, ne zaman ve nasıl oluştu?
Hangi gereksinimin ürünleridir? Kimlere hizmet ettiler? Bu sorulara
doğru yanıt verilse, günümüzdeki demokrasi adı verilen
egemenlik düzeninin niteliği, ortaya çıkacaktır.
Batı
Parlamentolarının Ortaya Çıkışı
Batıda,
bir takım erdemli
insanlar
ortaya çıkıp, halk yönetimini kendi belirlesin, eşitlik ve
özgürlük gerçekleşsin diye demokratik bir düzen kurmamıştır.
Demokrasi
denilen işleyiş; çıkarlar, kanlı hesaplaşmalar ve çatışmalarla
dolu bir sürecin sonucudur. İktidar kavgalarının ürünüdür.
Siyasi sonuçları, bizim için düşüncelerde kalan ancak Batı
için yaşamın içinden çıkan ve ekonomik dayanakları olan bu
süreç, sınıflar ve inançlar çatışmasının ürünüdür…
Batı
toplumlarında yönetim işleyişinin, oy vermeye dayalı temsili
kurumlar aracılığıyla sürdürülmesi, ileri sürüldüğü gibi
eşitliği amaçlayan demokratik
kaygılarla gerçekleştirilen bir girişim değildir.
Parlamentolar,
üretim ilişkilerinin yön verdiği zorunlulukların sonucu olarak
ortaya çıkmıştır. Toplumsal gelişime yol açan ekonomik
ilişkiler, kendisini geliştirecek siyasi ve hukuki düzeni de
belirlemiş ve bu süreç, Batı Avrupa’nın toplumsal evrimini
oluşturmuştur.
Temsili
Kurumların Oluşum Nedeni
Derebeylik-beysoyluluk
(feodal aristokrasi) düzeninde senyörlerin,
krala
karşı olan yükümlülükleri arasında, ona danışmanlık yapmak
gibi bir görev de bulunuyordu. Feodal şefler, belirli dönemlerde
kralın
başkanlık ettiği toplantılarda bir araya geliyor ve danışmanlık
yükümlülüklerini
yerine getiriyordu.
Ancak,
toplantılara gidiş hem masraflı hem de kendi bölgelerinden
ayrılmaları nedeniyle sakıncalıydı. Kimi feodaller, toplantılara
katılmaya isteksizlik gösteriyor, katıldıklarında ise askerleri
ve silahlarıyla birlikte gidiyordu. Örneğin, İngiltere Kralı
III.Henry’nin
1258 yılında düzenlediği toplantıya katılan senyörlerin
tümü silahlıydı.
Senyörler
zamanla toplantılara gitmemeye ve yerlerine temsilciler göndermeye
başladılar. Siyasi güç peşindeki kentsoylular
(burjuvalar), senyörlerin
gideri çok ve sakıncalı bir angarya olarak gördüğü temsil
görevini, üstelik giderlerini de karşılayarak üstlendiler.
Varsıl
ve bilgili kentsoyluların
danışmanlığı,
kralın
da çıkarlarına uygun düşüyordu. Toplantıların önemi ve
katılımcıları artmaya başladı. Devlet bütçesinin
hazırlanması, vergi alınması, askeri giderler gibi önemli
konularda danışmanlık yapılan bu kurullar, zamanla bir tür
yasama meclisine dönüşmeye başladı.
İleride
parlamentolara dönüşecek olan bu kurullar, doğal olarak,
kentsoyluların
ekonomiden sonra siyasi etkisini de arttırdı ve bu sınıfı
Fransız devrimi dışında, çatışmaya bile gerek kalmadan
evrimsel bir süreç sonunda yönetici sınıf durumuna getirdi. Batı
toplumlarında temsili kurumların ortaya çıkışı böyle oluştu.
Bu oluşumun en belirgin örneği İngiltere’de yaşandı.
Türklerin
Meclisi
Birinci
Meclis,
ulusal bağımsızlıktan ödün vermeyen, tutsaklığın her türüne
karşı çıkan
Müdafaa-i
Hukuk anlayışının
doğal sonucuydu. Ulusun yazgısına yön vererek toplumun her
kesimini etkiliyor, güç aldığı halkı, tam anlamıyla temsil
ediyordu. Bağımsızlık savaşı yürütürken devlet kurmaya
girişilmişti ve meşruiyetini
ulusal
varlığın korunmasından alıyordu. Dünya siyasi tarihinde örneği
olmayan, gerçekten demokratik, savaşkan bir yönetim organı,
benzersiz bir temsil kurumuydu.
Yetkisini
ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan değil, ulusun
istencini yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri eskiye giden
özgürlük tutkusundan alıyordu. Türk toplumunun ulusal çekince
karşısında kendiliğinden devreye giren birlik ve dayanışma
anlayışı, gereksinim duyduğu direnme örgütünü yaratmıştı.
Özdeksel (maddi) varsıllığa ya da teknolojik gelişmeye değil,
inanca ve kararlılığa dayanıyordu.
Halk
Örgütü
Birinci
Meclis, bir Batı
parlamentarizmi
ya
da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan
göstermelik bir kurum değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini
ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik kuran sınıflar ya da
sınıflar bağlaşmasının (ittifakının) temsilcileri değil,
doğrudan ve gerçek anlamda halkın temsilcileri belirliyordu.
Milletvekilleri;
kılıkları, giysileri, yaşları, kültürleri, düşünsel
düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok değişik
çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli,
eli tesbihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal
sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler;
Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı
kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı Milliye
kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.
Alışkanlıklarından
eğlencelerine, özel toplantılardan resmi davetlere, tartışma
biçimlerinden inançlarına dek, ayrımlı değer yargılarına
sahiptiler. Birbirleriyle sert tartışmalara, yumruklaşmalara,
hatta silah çekmeye varan çatışmalara girebiliyorlardı. Buna
karşın, ulusal haklar, halkın geleceği ve ulusal savaşımın
yararları sözkonusu olduğunda derhal birleşiyor, “birbirlerinin
üzerine yürümüş olan bu insanlar”, bir
başarı haberinde, “çocuklar
gibi gözyaşlarıyla kucaklaşabiliyordu.”
Özveri
Girişimi
Meclis’e
katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak bir uğraş
değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulusal
varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Batı
parlamentoları gibi ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını
değil, doğrudan halkın ve ulusun haklarını savunuyordu. Bu
meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve varlıklarını
toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt
savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Batı
parlamentolarına
değil,
Göktürk toylarına
benziyordu.
Türklere özgüydü.
Günümüzdeki
Meclis
TBMM
bugün, Kurtuluş
Savaşı’nı
ve
devrimleri
yapan
meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği
ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli
iradeyi temsil
ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de
geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen
değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri
Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de
kurulmuş çok sayıda parti vardır. Parti kurma özgürlüğü
vardır ancak bu özgürlüğü, siyasetin paraya bağlandığı
günümüz ortamında, yalnızca akçalı gücü olanlar
kullanabilir.
Her
partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak,
bunlardan baraj
geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış
istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB
programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler
ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen
parti başkanı, tek
belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken,
kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir
kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden
milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı
olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle,
meclis, halkı ve milli
iradeyi değil,
partileri ve başkanlarını temsil eder.
Çıkış
Yolu
Türkiye’de
yaşanmakta olan ve giderek ağırlaşan yönetim bunalımı, var
olan partiler ve yöneticileriyle aşılamaz. Türk halkı, her çeşit
partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda bir önüne koyulan
sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime getirmiştir. Son
yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP;
hükümetlerde yer almış ve tümü Batıya bağımlı politikalar
uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da
ağırlaştırmıştır. Bu partilere, geçici de olsa şimdi
HADEP’de katılmıştır.
Türk
halkı, gelecekte daha kötü günler yaşamamak için, kendi gücüne
dayanarak örgütlenmeli, bir çıkış yolu bulmalıdır. Var olan
partilerle sorunların çözülemeyeceği bilinmelidir. Gelen gün
gideni aratacaktır.
AKP,
kötü yönetimini gizlemek için, dine dayalı bir yönetimin peşine
düşerek, başkanlık
dizgesine yönelmiştir.
CHP, Batıya bağlı kalacağını, Kürtlere özerklik vereceğini
söylemektedir. MHP, 1997’de yaptığı gibi, dışarda belirlenen
ekonomi politikaları savunmakta, kritik anlarda AKP’ye destek
olmaktadır. HDP, ayrılıkçı tavrını gizlememekte, PKK’yı
açıktan savunmaktadır.
Meclis,
bu partilerden oluşmaktadır ve bu oluşum, koşullar değişmediği
sürece, kaç seçim yapılırsa yapılsın değişmeyecektir.
Medyanın niteliği, hazine yardımları, barajlar ve türlü
engellemelerle; halkı temsil eden ve ulusal sorunlara çözüm
getirecek olan bir partinin, meclise girmesi, var olan koşullarda
olanaksızdır. Oysa, ülkenin ve halkın içinde bulunduğu
koşullar, ulusal ve demokratik bir değişimi zorlamaktadır.
Egemenler,
eskisi gibi yönetememekte, halk eskisi gibi yönetilmek
istememektedir.
Türkiye, köklü bir siyasi değişimin sancılarını yaşamaktadır
ve yaşanmakta olan bu süreç, Batıya öykünen parlamentarizmin
çöküş sürecidir.
Çıkış
yolu vardır ve bu çıkış zengin birikimiyle, kuvayı
milliye ve
müdafa-ı hukuk anlayışının
ve Birinci Meclis’in devrimci ruhunda bulunmaktadır. Ulusal birlik
sağlanıp halk yönetime ortak edilemezse, olumsuz gidiş
durdurulamayacak, sorunlar büyüyerek Türk ulusunun karşısına
varlık-yokluk sorunu durumuna gelerek dikilecektir.
Başta Birinci Meclis hakkındaki görüşler olmak üzere yukarıdaki saptamaları doğru buluyorum.
YanıtlaSilDünya ve ülke koşullarının farkında olan ve bunu kaygı edinen insanlar bir araya gelmeli ve önyargısız biçimde yapılması gerekenleri yapmaya girişmelidir.
1950den sonra çok partili hayat başladı sözde peki menderes neden asıldı? O gün milletin isteği doğrultusunda menderese verilen görev neden menderesin hayatıyla geri alındı? Alınan hayat sadece menderesinmiydi? Bugün 19 milyon insan'ın oyu var ve siz buna saygı duyacaksınız. Tıpkı menderesi asanlara ses çıkarmayıp saygı duydugunuz gibi..özal neden indirildi.rte neden indirilmek isteniyor küresel sermayeye ters düştükleri için mi buyrun bir de burdan bakalım.
YanıtlaSilAklın yolu bir Sevgili Tuna, katılıyorum.
YanıtlaSilSevgili Fatma, sorduğun soruların yanıtı yazıda var. Anlatılanlar yeterince anlaşılamıyorsa sana, bu sitede yayınlanmış olan; "Atatürk Sonrası", "Demokrat Parti" ve "12 Eylül'ün Gerçek Gücü" başlıklı yazıları okumanı öneririm.
YanıtlaSilÇok güzel kaleme alınmış parlamento oluşumunu anlatan bir yazı olmuş. Bütün gelişmeler gibi parlamentoda tarihi süreç içinde yerini almıştır. Japonya örneği bizim gibi eğitim seviyesi düşük ülkeler için uygun gibi görünse de esas mesele yazının sonunda ifade edildiği gibi milli menfaatleri esas alan ruh halinde birleşmiş parlamentodur. Millî Meclistir. Yazıda maalesef çıkış yolu açık ve net olarak ortaya konmamıştır. Ortak iradenin yönetime yansıtılmasındaki en büyük engel anti demokratik siyasi partiler yasasıdır. Delege sistemi çağdaş değildir. Dejenere olmuştur. Liderlik sultası oluşturan bir yapıya sahiptir ve yüksek seçim barajları ile parlamentoda her görüş yer almamaktadır. Çıkış yolu her partinin üyelerinin bu değişikliğin sağlanması için parti içi mücadelesinde önplana getirmeleridir. Toplum olarak aydınlar olarak göz ardı edilen hatta ettirilen bu konuyu gündemde tutmalıyız. Eğitim seviyesi elbette çok önemlidir. Bu sürekli bir meseledir ve sonuç alınması yıllar alacaktır. Millî birlik ve beraberlikte birleşmiş her Mustafa Kemal Atatürk'ün izcisi bu mücadelede olmalıdır. Sevgiler saygılar selamlar arkadaşlar
YanıtlaSil