2
Temmuz 1932’de Ankara’da, Atatürk’ün
de katıldığı Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı. Kurultay,
unutulmuş olan Türk tarihini ortaya çıkaran nitelikli çabanın
başlangıcı oldu. Yazıyı, bu büyük çabada emeği geçenlere
saygı için yayınlıyoruz.
“Türkiye’de
arkeolojik kazılar, birçok yerde birden başladı ve arttı.
1931’den beri Atatürk, kendisinden miras umulan ‘halalara
yapılan resmi ziyaretler’ gibi, bunların her birini ayrı ayrı
ziyaret etti. ‘Halalardan’ bazıları; ‘… Hititler; dev gibi
heykeller, sakallı tanrılar, üstü çivi yazısı ya da hiyeroglif
yazılarla dolu pişmiş topraktan küçük parçalar bıraktılar.
Bu yazıların hepsi henüz okunamamış olmasına karşın, bu sonuç
mutlu, göz kamaştırıcı ve zafer dolu bir sonuçtu. Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılışından sonra, ilk kez Lozan’da Batı
devletlerine karşı büyük bir yengi
kazanmış
olan yeni Türk, şimdi düşün alanında, birincisinden daha
parlak, belki de ondan da yararlı ve ulusal gururu daha çok okşayan
ikinci bir zafer kazanmıştı. Ve bu zafer, ne öç alıştı! Lloyd
George’un (İngiltere Başkanı y.n.) göçebe-barbar diye
nitelendirdiği Türk, Hitit’i ortaya koyarak, İngilizler’e,
Fransızlar’a, İtalyanlar’a ve bunların küçücük Yunanlı
dostlarına, gerçekte tümünün efendisi ve babası olduğunu
kanıtlıyordu.’ Bu gerçeği, bütün vicdanımızla kabul
etmeliyiz.
Gerçekler, artık geri dönülmez bir biçimde ortaya
konmuştur
ve klasik olan bu ‘Coup de Theatre’, (tiyatroda
beklenmeyen ani gelişme)
klasiklerin en olgunudur.” Marcel
Sauvage
Bilinmeyen
Türk Tarihi
Milli
Eğitim Bakanlığı’yla
Türk
Tarihi Tetkik Cemiyeti,
2-11 Temmuz 1932 günlerinde Ankara’da bir kurultay düzenledi.
Öğretim üyeleri, uzmanlar, araştırmacılar ve tarih
öğretmenlerinin katılacağı kurultayda; bilimsel tartışmalar
yapılacak, yeni bir tarih anlayışı oluşturmak için Türk
tarihinin genel esasları belirlenecek, sonuçlar milli eğitim
programlarına yansıtılacaktı.
Kurultay’da
birçok bildiri tartışıldı, konuşmalar yapıldı. Bunlar içinde,
yaşlı üyelerden İhsan
Şerif Bey’in
Kurultay’ın başında yaptığı duygulu konuşma, Türk tarihinin
o dönemdeki durumunu ve Kurultay’ın ne denli güç bir işe
giriştiğini gösteren bir konuşmaydı. Şerif
Bey
şunları söylemişti: “Kırk
beş yıldır tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her yılında, benim
için çok üzüntülü günlerim vardır. Bu günler, dersimin,
Türkler konusuna geldiği günlerdir. Anlatış biçimim cansızdır,
coşkusuzdur, yavandır. Nedeni, Orta Asya yaylasına, binlerce
yıllık o ata yurduna ilişkin benim de diğer meslektaşlarım
gibi, pek az şey bilmemdi. O günlerde çalışır, uğraşır,
biraz coşku duymak için yiyecekmiş gibi kitaplara sarılırdım.
Saatler geçer, sonunda yorgun, kötümser ve üzgün kalırdım...
Artık o sihirli hazinenin büyüsü bozuldu. Anahtarını sahibi
eline aldı; hazineyi açtı. Yüzyıllardan beri
özlemini
çektiğimiz
binlerce belgeyi, binlerce kanıtı demet demet, kucak kucak, evrenin
yararlanma alanına saçtı.”1
Kendini
Yadsıma (İnkar)
Osmanlı
Devleti’nin yüz elli yıllık ilk dönemi dışında, Türklere ve
Türklüğe karşı tutumu, tam olarak bir kendini
inkâr
durumuydu. Fatih
ve Yavuz’la
yoğunlaşan yabancılaşma, Anadolu Türklüğü üzerinde,
geleneksel bir baskıya dönüşmüş; Türk kimliğini, devlet
değil, büyük bir bedel ödeyerek ve devlete
rağmen
halk yaşatmıştı.
Devlet
kadrolarında Türk unsuruna kesin olarak yer verilmemiş,
ümmetçiliğin biçim verdiği siyasi düzen içinde Türk tarihi ve
kimliği ezilmişti.
Osmanlı
Devleti’nin resmi görüşüne göre, “tarihte
Türk soyu diye bir şey yoktu. Yalnızca, ya Müslümanlar ya
Araplar vardı. İslam tarihinin uluları Araplardı. Araplar,
Kürtler, Arnavutlar övgüye değer uyruklardı. Padişahların ve
Hanedanın bağını yıllarca önce kestiği Türkler ise, adı bile
anılmaya değmez, değersiz ve kıymetsiz bir topluluktu.”2
Macaristan’da
Türkolojinin kurucusu sayılan tarihçi Arminius
Vambert
(1831-1913) Türkiye’de çalıştığı dönemde, “Türklüğün
Türkiye’de bilinmediğini gördüğünü”
söyler ve “hayret
verici bir durum”
olarak nitelendirdiği bu gerçeği şu sözlerle dile getirir: “Türk
sözcüğü Türkiye’de, kabalık ve vahşet anlamında
kullanılıyor. Ben Edirne’den Çin
Denizi’ne
kadar yayılan Türk ırkının önemine dikkat çektikçe bana,
‘herhalde
bizi Kırgızlarla, Tataristan’ın kaba göçebeleriyle bir
tutmuyorsunuz’
diyorlardı. İstanbul’da, Türk tarihi ve Türk dili konusuyla
ilgilenen birkaç kişi dışında hiç kimse bulamadım.”3
Atatürk
ve Tarih
Atatürk’ün
tarihe duyduğu ilgi ve öğrenme isteği, okul sıralarında
başlamıştı. Elde edebildiği her kitabı okuyor, sorgulayıcı
irdelemeler ve yaşamla ilişkilendirdiği yorumlarla, tarih
konusunda kendisini yetiştiriyordu. “Savaş
cephelerinde bile”,
ara vermediği okumalarını, bilimsel araştırmaya dönüştürerek
ölümüne dek sürdürdü.
Kurtuluş
Savaşı’ndan hemen sonra, 1923 yılında, tarih eğitimi veren tek
yüksek eğitim kurumu olan İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne bir
yazı gönderdi. “Türk
kültürünün odağı”
saydığı Fakülte’den ve onun “Profesörler
Kurulu’ndan”,
“ulusal
bağımsızlığın bilim alanında tamamlanması için tarihin
incelenmesini”
istedi.4
Doyurucu yanıt alamadı ve konuyla kendisi ilgilenmeye karar verdi.
Dil
ve Tarihe Yöneliş
1924-1928
arasındaki yoğun siyasi çatışmalar ve gerçekleştirilen
devrimlerin ağır yükü, bu dönem içinde tarihe zaman ayırmasına
olanak vermedi. İç çatışmaların son bularak, ekonomi ve kültür
alanlarındaki atılımlar için uygun ortamın oluşmasıyla, Dil
Devrimi’yle
birlikte tarih araştırmalarını da gündeme getirdi. Birlikte
yürüttüğü bu iki çalışmaya, büyük zaman ayırdı ve yoğun
emek verdi.
Türk
tarihiyle ilgili, aydınlatılmasını gerekli gördüğü sorunları,
yıllar önce belirlemiş, ancak ele alamamıştı. 1928 yılında
girişeceği araştırmada, başlangıç olarak şu sorulara yanıt
arayacaktı: “Anadolu’nun
en eski yerli halkı kimlerdir?... Anadolu’da ilk uygarlık nasıl
oluşmuş, ya da kimler tarafından getirilmiştir?... Türklerin
dünya tarihi ve uygarlığı içindeki yeri nedir?... Selçuklu ve
Osmanlı İmparatorluklarının kuruluş ve yayılış nedenleri
nelerdir?...
İslam
tarihinin gerçek niteliği ve
Türklerin
İslam tarihindeki rolü nedir?...”5
Yoğun
Uğraş
Bilinmezlikler
ve ön yargılarla dolu tarihsel olguların, bilimsel değeri olan
bir çalışmayla ortaya çıkarılması, bu çalışmanın içte ve
dışta onay gören bir tarih
tezi
haline getirilmesi, güç bir işti. Bilgiyle donanmış nitelikli
araştırmacılara, iyi bir örgütlenmeye, düzenli ve dayançlı
(sabırlı) bir çalışmaya ve herşeyden önce zamana gereksinim
vardı. 1928’den sonra kendini yoğun olarak bu işe verdi. Okuyor,
okutuyor, tartışıyor ve yurt dışına araştırmacılar
göndererek bilgi ve belge toplatıyordu. “Bakanlara,
milletvekillerine, profesör ve öğretmenlere görevler veriyor”,
raporlar hazırlatıyordu.6
Türkiye
topraklarında yeni bir devlet kuran ve tarihi unutturulan bir
ulusun, kökenini ortaya çıkaracaktı. Önem verdiği bu işe
girişirken; “Güçlü
devletler kuran atalarımız, büyük ve kapsamlı uygarlıklara da
sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya
bildirmek, bizler için bir borçtur”7
“Türk
çocuğu geçmişini tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için
kendinde güç bulacaktır”8
“eğer
bir millet büyükse, kendini tanıdığında daha büyük olur”
diyordu.9
Anadolu
ve Orta Asya
Ona
göre Anadolu, kimi tarihçilerin söylediği gibi kavimlerin gelip
geçtiği bir uygarlıklar köprüsü değil, kendi çevresini de
etkileyen başlı başına özgün “birçok
uygarlığın beşiği ve geliştiği yerdi.”10
Tarihin
saptadığı yalın gerçek, Anadolu’nun
aldığı Türk göçünün, 1071’de başlayan yalnızca bin yıllık
son dönemi kapsamıyor olmasıydı. İkinci bin yılın başındaki
göç dalgası, Orta Asya’dan Anadolu’ya yönelen büyük
göçlerin sonuncusuydu.
Örneğin,
Osmanlı İmparatoluğu’nu kuran Kayı
Oymağı,
büyük Oğuz
boyunun,
ancak küçük bir ucuydu. Oğuzlar
daha önce İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya yayılan Büyük
Selçuklu Devletini
kurmuştu.11
Onlardan
önce, Orta Asya, Afganistan, Hindistan ve İran’da; Karahanlılar,
Samanoğulları,
Gazneliler
devletlerini kurmuş, parlak uygarlıklar yaratmışlardı.
Karahanlılar,
İslamiyeti
kabul eden ilk Türk devletiydi. İslamiyetten önceki büyük
Göktürk
devleti ve daha eski devletler, Türklerin tarihini İsa’dan
çok öncelere, Hititlere,
Sümerlere
dek götürüyordu.12
“Binlerce
yıl deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelen”13
Orta
Asya
göçlerini anlamak, “göç
zincirinin halkalarını tamamlamak”
ve “Türk
kavmi ile ilgisini bulmak”
için, “Anadolu’daki
tarihsel temellerimizi derinlerde aramak”
gerekiyordu.14
Türkiye’nin
geçmişini öğrenmek için, araştırmaların Orta Asya’yla
ilişkilendirilmesi gerektiğini gördü ve ilgisini bu alanda
yoğunlaştırdı. Bitmeyen
göçler,
“ele
geçirmeler (fetihler)”
ve “yok
oluşların”;
nedenlerini
çözme çabaları, bu çabaya girenleri ister istemez Orta
Asya’ya
götürüyordu.
Türk
tarihinin üzerindeki perdeyi kaldırmak ve gerçeği öğrenmek
için; göçlerin
kaynağına gitmek, giderken de Anadolu’daki tarihsel temele
ağırlık vermek gerekiyordu. Nitekim kendisi, çevresindeki
tarihçiler ve Türk Tarih Kurumu, bu anlayışla yoğun bir çalışma
içine girdi ve kısa bir sürede, Türk tarihi araştırmalarında
önemli bir ilerleme sağlandı.
Uygarlığın
Sahipleri
15
Nisan 1931’de Türk
Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni
kurdurdu. Cemiyet’ten
beklediği ana görev; “ülkenin
eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak”,
“bugünkü
Türkiye halkıyla Türk kavimlerinin birbirleriyle ilişkisini
çözmek”
ve “genel
Türk tarihinin, bilimsel tutarlılık içinde yazılmasını”
sağlamaktı.
Anadolu’da
uzun bir tarih içinde oluşan büyük bir uygarlık, hangi adla
tanımlanırsa tanımlansın, bu topraklarda yaşayanlarca kurulmuş
ve yaşatılmıştı. Somut bir gerçek olan bu uygarlığın
mayasında, aralıksız süren göçlerle
Asya’dan gelen ve bugünkü Türkiye halkını oluşturan insanlar
vardı.
En
Eski
uygarlıkların yaratıcısı olanlar, örneğin “Hititler
ya da Urartular, buradan başka bir yere göç etmemişti”;
Anadolu, “dışarıya
göç vermemiş ama çok göç almıştı.”
Bu nedenle “Anadolu
uygarlığının gerçek sahipleri, tarihin ilk evrelerinden beri
gelip bu uygarlığı yaratanlar ve onların bugün bu topraklarda
yaşayan torunları, yani Türk milletiydi”;
“Anadolu
uygarlığı, Türk milletinin atalarından kalan” “değerli bir
mirastı.”15
Sümerler
ve Hititler
Türk
tarihçiler; Alman, Amerikalı, İngiliz ve Rus Kazıbilimcilerin
(arkeolog), Mezopotamya deltasında, özellikle Ur,
Tello,
Karkamış
ve Lagaş’ta
yaptıkları kazılara dayanarak; “tarihin
ilk dönemlerinde, yüksek uygarlıklara ulaşmış büyük
halklardan en az ikisinin, dilleri ve kültürleriyle Türk kökenli
olduklarını”
ortaya çıkardılar. “Hititler
(M.Ö. 3000-1000) ve bundan iki bin yıl önce Sümerler
Türktüler.”16
İsviçreli
tarihçi Jakop
Burckhardt
(1818-1897), Fransız Alfred
Fabre-Luce
Hitit, İngiliz kazıbilimci Sir
Leonard Woolley
(1880-1960), Sümer
uygarlıklarını buldular. Bu alanda yoğunlaşan araştırmalar,
“tarihi
yeniden yazdıracak kadar önemli”
sonuçlar getiriyordu.
Gelişmeler,
Türk düşmanlığına dayanan geleneksel tarih anlayışına karşı,
Türk uygarlığına “tutkulu
bir hayranlık”
duyan tarihçilerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Avrupa
merkezci, tutucu tarihçiler şaşırmışlardı. Bunlardan biri olan
ünlü Fransız tarihçi ve din bilgini Ernest
Renan
(1823-1892); “tarihin
en güçlü ve en değerli uygarlığını, Türkler gibi şimdiye
dek yakıp yıkmaktan başka marifet göstermemiş bir ırk nasıl
yapmış olabilir. Gerçi gerçek, bazen gerçeğe benzemez. Eğer
bize Samilerden ve Arilerden önceki uygarlıkların en yükseğini
kuranların Türkler ya da Finuvalar olduğu kanıtlarla ispat
edilirse, inanırız. Ancak bu kanıtların, onu kabul etmenin
doğuracağı fecaat (yürekler acısı durum) kadar güçlü olması
gerekir”
diyordu.17
Fransız
tarihçi Benoit
Mechin’in
görüşleri farklıydı. Ona göre, “dünyanın
bilinen ilk büyük uygarlığını Mezopotamya’da kurmuş olan
Sümerler, Türklerin bir koluydu”
ve “Sümer
uygarlığını kuran Türk ırkı,
dünya
kültürünün doğuşuna önderlik etmişti.”18
Nubert
de Bischof’un
görüşü Mechin’in
görüşlerine benziyordu ve şöyleydi: “Yeni
buluşlar ışığında bütün Asya ve Doğu Avrupa tarihi yeni bir
görünüm alıyor. Turan halklarının yaratıcı dinamizmini ortaya
koyan bulgular, tarihi, eğer değiştiriyor demeyeceksek, etkiliyor.
Dün, tarihi olmayan ve Müslüman halklar karmaşasında boğulmuş
bulunan Türk ırkı, yalnızca bölgesinin gelişmesinde en kuvvetli
güç kaynaklarından biri değil, onunla birlikte tarih öncesi
karanlıklarda aklın ışığını fışkırtan ilk insanlığın da
soyu oluyordu.”19
Doğudan
gelerek Aşağı Mezapotamya’ya yerleşenler; akarsuları
düzenlemişler, bataklıkları kurutmuşlar, kanallar açarak tarım
alanlarını genişletmişlerdi. Başka göç kolları, Anadolu’ya
yerleşerek Hitit, Batıya giderek Truva,
Girit,
Lidya
ve İyonya
kültür merkezlerini oluşturan Ege uygarlığını
oluşturmuşlardı.20
İlk
Ürünler
Çalışmalar,
kısa bir süre içinde derleme, çeviri ve telif yoluyla, 606
sayfalık Türk
Tarihinin Ana Hatları
adlı yapıtın ortaya çıkmasını sağladı ve bu yapıt 100 adet
bastırılarak tartışmak-eleştirmek üzere uzman kişilere
dağıtıldı. Eleştiriler değerlendirilerek 1931 yılında, 87
sayfalık bir başka çalışma, Türk
Tarihinin Ana Çizgileri-Giriş Bölümü
hazırlandı ve 30 bin adet basılarak piyasaya sürüldü.
Yeni
bir Türk
Tarih Tezi’nin
oluşmakta olduğu açıktı. Varılan sonuçlar, en yeni kazıbilim
(arkeoloji) ve insanbilim
(antropoloji) araştırmalarının verilerine dayanıyordu. 1937’de
toplanan İkinci
Tarih Kongresi’nde,
Türk
Tarih Tezi,
yabancı bilim adamlarının incelemesine sunuldu. Yabancı bilim
adamları, komisyon ve genel kurullarda yaptıkları açıklamalarda,
Türk
Tarih Tezi’ni
“evrensel
bir tarih gerçeği”
olarak kabul ettiler.21
Zaman
ve yoğun emek vererek katıldığı tarih araştırmalarında, Türk
tarihinin derinliğini kavrayarak, çok az bilinen bu tarihin, Orta
Asya’nın
gizemli geçmişinde saklı olduğunu ortaya çıkardı. Çok
çalışıyordu. Kimi zaman 2-3 gün hiç uyumadan okuyor, Orta
Asya
uygarlığının oluşumu kadar, bu uygarlığın dünyaya yayılışı
ve etkisini de araştırıyordu.
Araştırmasını
o denli genişletti ki, Tahsin
Mayatepek’i,
o zamanlar yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da fazla
bilinmeyen Maya
Uygarlığı’nı
incelemek üzere Meksika’ya Büyükelçi olarak gönderdi.22
Orta
Asya
ve Maya
dillerinin, başlangıçta bir anlam verilemeyen benzerliği,
Mayatepek’in
gönderdiği belgelerle, ilginç bir boyut kazanıyordu.
Tahsin
Mayatepek,
kendi buldukları dışında, Amerikalı Arkeolog William
Niven’in,
ortaya çıkardığı binlerce yıl öncesine ait belgeleri, on dört
klasör halinde Ankara’ya yolladı. Atatürk,
bir yandan bu belgeleri incelerken, diğer yandan James
Churchward’ın
beş kitabını Türkiye’ye getirerek çok kısa bir sürede
Türkçe’ye çevirtti. Meksika’dan gelen belgelerin büyük
bölümü, Ön-Türk
kültürüyle Maya kültürü
arasındaki benzerliklerini kapsıyor ve Türkler’in kültür
kökenleriyle ilgili, şimdiye
dek
gün yüzüne
çıkmamış, bu nedenle hiç bilinmeyen bilgiler içeriyordu.
Araştırmalar,
kısa bir süre içinde, onun, Türk tarihi ile ilgili sezgilerinde
haklı olduğunu ortaya çıkardı. Sahipsizlik nedeniyle, yok
sayılan Türk tarihi, Avrupa kültürünün erişemeyeceği kadar
geniş ve onu çok aşan bir kıdeme sahipti. Anadolu’nun değişik
yörelerinde, özellikle Ankara, Sivas, Kayseri ve Adana’da yapılan
kazılar herkesi şaşırtan dikkat çekici sonuçlar ortaya
çıkarmıştı. Eski dönemlerin karanlıkları, somut bulgularla
aydınlatılmış, Türk tarihinin birçok uygarlığa kaynaklık
ettiğini kanıtlamıştı.
La
Turguie devoilee
adlı makalesiyle, o dönemdeki tarih araştırmalarını ele alan
Fransız araştırmacı Marcel
Sauvage,
Hititlerin “Türkistan
yaylalarından indiğini”
söylemiş, “Turani
kökenli Asyalılar”
olduğunu ileri sürmüş ve şunları yazmıştı: “Türkiye’de
arkeolojik kazılar, birçok yerde birden başladı ve arttı.
1931’den beri Atatürk, kendisinden miras umulan ‘halalara
yapılan resmi ziyaretler’ gibi, bunların her birini ayrı ayrı
ziyaret etti. ‘Halalardan’ bazıları; ‘… Hititler; dev gibi
heykeller, sakallı tanrılar, üstü çivi yazısı ya da hiyeroglif
yazılarla dolu pişmiş topraktan küçük parçalar bıraktılar.’
Bu yazıların hepsi henüz okunamamış olmasına karşın, bu sonuç
mutlu, göz kamaştırıcı ve zafer dolu bir sonuçtu. Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılışından sonra, ilk kez Lozan’da Batı
devletlerine karşı büyük bir yengi
kazanmış
olan yeni Türk, şimdi düşün alanında, birincisinden daha
parlak, belki de ondan da yararlı ve ulusal gururu daha çok okşayan
ikinci bir zafer kazanmıştı. Ve bu zafer, ne öç alıştı! Lloyd
George’un (İngiltere Başkanı y.n.) göçebe-barbar diye
nitelendirdiği Türk, Hitit’i ortaya koyarak, İngilizler’e,
Fransızlar’a, İtalyanlar’a ve bunların küçücük Yunanlı
dostlarına, gerçekte tümünün efendisi ve babası olduğunu
kanıtlıyordu.’ Bu gerçeği, bütün vicdanımızla kabul
etmeliyiz.
Gerçekler, artık geri dönülmez bir biçimde ortaya
konmuştur
ve klasik olan bu ‘Coup de Theatre’, klasiklerin en olgunudur.”23
“Türk
Tarihinin Ana Hatları”
Somut
ürünler vermiş olsa da, kısa bir zaman diliminde yapılan tarih
araştırmalarını yeterli bulmuyordu. Sürekli olarak yeni
araştırma programları başlatıyordu. “Türklerin
uygarlığa katkılarını”
ortaya koymayı amaçlayan, Türk
Tarihinin Ana Hatları,
bu programın ilk ürünüydü.
Bu
yapıtta, Türklerin siyasi ve toplumsal yapıları, ekonomik
yaşamları, feslefe, güzel sanatlar ve bilim alanındaki
ilerlemeleri, genel dünya tarihi içinde ele alınıyor ve kültürler
arası etkileşim konuları işleniyordu.
Daha
sonra, halka ulaştırılan ve kolay okunan 66 broşür hazırlandı.
Türkler’de
Sanayi, Türklerde Tiyatro, Boyacılıkta Türkler, Türklerde Beden
Eğitimi, Türklerde Maliye, Türklerin Pedagojiye (eğitim bilimi)
Hizmetleri, Deri Sanayiinde Türkler
gibi birçok konuyu ele alan bu broşürler, yaygın ve tutarlı bir
tartışma başlattı, özellikle genç aydınlar içinde, tarih
bilincinin yayılmasını sağladı.24
Tarihin
Derinleştirilmesi
Bu
çalışmaları da yeterli görmedi ve bir başka araştırma
programı daha hazırlattı. Bu programda; “Genel
ve canlı bir tarih seferberliğinin başlatılması”,
“Ülkede
bilinçli, canlı ve sürekli bir tarih kurma döneminin açılması”,
“Türk
ulusunun kendi kültür ve tarihini kendisinin araştırması”
gibi hedefler yer aldı. Uzmanlar, öğretmenler, aydınlar, geniş
halk kitleleri ve tüm devlet kuruluşlarını “tarihin
inşasıyla”
yükümlü tuttu. Arkeolojik kazılara, arşiv ve müze çalışmalarına
büyük önem verdi.
Tarihle
ilgili savların, kesin olarak belge ve bulguya dayandırılmasını
istiyor, “tarihini
belgeye dayandıran milletler, kendi gerçeğini bulur ve tanır.
Türk tarihi, bilimin belgelerine dayandırılmalı, bugünün aydın
gençliği, bu belgeleri aracısız tanımalı ve tanıtmalıdır”25
diyor, “tarih
yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan, yapana sadık kalmazsa,
gerçekler değişmeyeceği için, insanlık yanıltılmış olur”
diye ekliyordu.26
Anadolu’daki
“tarihi
değerlerin, onların gerçek sahibi Türk halkı eliyle bulunup
korunmasını”
istek düzeyinde bırakmadı ve 1935’de, bu amaca hizmet edecek
öğretmen ve bilim adamlarını yetiştirmek üzere, Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni
kurdurdu.
1937
yılında, İkinci
Türk Tarih Kongresini
topladı. Ölümüne yakın; “Türk
tezi olgunlaştı, onun üzerinde yürümek, durmadan çalışmak
gerekir. Bazı inançsızlıklar olabilir. Bunlar yol kesenlere
benzer, onlara aldırmayınız”
diyerek vasiyet niteliğinde önermelerde bulundu.27
Yarım
Kalan Atılım
Erken
gelen hastalık ona fazla zaman tanımadı, araştırma ve
incelemelerinden ne sonuç çıkardığı, belgeleri nasıl
değerlendirdiği konusunda bir açıklama yapamadı. Bu konu
hakkında, yakın çevresinden de bir bilgi bugüne ulaşamadı.
Önermeleri
yerine getirilmediği gibi, ölümüyle birlikte yaptırmakta olduğu
araştırmalar önce yavaşlatıldı, sonra durduruldu. İsmet
İnönü’nün
Cumhurbaşkanı olduğu 1939’da, yani ölümünden bir yıl sonra,
liselerde okutulan ve onun hazırlanmasıyla bizzat ilgilendiği
Tarih
Kitabı,
eğitim programlarından çıkarıldı. Yerine, bir yıl içinde
hazırlanan bir başka tarih kitabı geçirildi ve 1941-1942 ders
yılında liselerde okutulmaya başlandı.
Çıkarcılar
Tarih
sorununu, göze
girmenin
aracı olarak gören çıkarcılar, onun dil ve tarihe verdiği önemi
sömürmeğe çalıştılar. Uydurma “köken
bilimi (etimoloji) makaleleri”,
“akıncılık
piyesleri”
gazete sütunlarına dek taşan “abartılı
savlar”
ve aslıyla ilgisi olmayan kavramlarla, tarih araştırmalarına
zarar verdiler.
Kemalist
tarih anlayışının, ırkçılık ya da Batıcılıkla ilgisinin
olmadığını görmediler; bilimi temel alan bu girişime, büyük
darbe vurdular. Atatürk’ün
sağlığında denetlenebilen bu tür eğilimler, 1938’den sonra, o
günü bekliyormuş gibi olağanüstü arttı. Bir yandan Batıcılar,
öte yandan Arapçılar
ve ırkçılar,
tümü birden Türk tarihini bir öykü edebiyatı haline getirdiler
ve daha sonra tam bir “tarih
rezaleti”
yarattılar.
Evrensel
Tarih
Atatürk’ün,
tarih anlayışı, yalnızca Türk tarihine ve Türk ulusçuluğuna yeni ve bilimsel bir anlam kazandırma değil; aynı zamanda, tüm
insanlık ve uygarlık tarihine ışık tutmayı amaçlayan, evrensel
bakışa sahip, bilimsel bir anlayış ve araştırma üzerine
kurulmuştu.28
Tarih
araştırmalarına, “biz
her zaman gerçeği arayan, bulan, bulduklarımızın gerçekliğinden
emin oldukça açıklayan adamlarız. Her şeyden önce dikkat ve
özenle seçeceğiniz belgelere dayanmalısınız”
diyordu.29
“Tarih
hayal ürünü olamaz. Tarihi yazarken gerçek olayları bulmaya
çalışmalıyız. Gerçeği bulup kanıtlamazsak, bilinmezliği ve
bilgisizliğimizi kabul etmekten çekinmeyelim”30,
biçimindeki sözleri, bakışının ve tarih anlayışının somut
ifadeleriydi.
Tarihten
Güç Almak
Türk
tarihini öğrenmenin, günümüz kuşaklarına özgüven
kazandıracağına ve geleceğe dönük atılımlarda onlara göç
kazandıracağına inanıyordu. Bilimsel verilere dayanan yoğun
araştırmalarla edindiği bu inancı, her zaman dile getirdi ve
gençlerin tarihi öğrenmelerini istedi.
1935
yılında şunları söylüyordu: “Türk
yetenek ve gücünün tarihteki başarıları ortaya çıktıkça,
bütün Türk çocukları kendileri için gereken atılım kaynağını
bu tarihte bulacaktır. Bağımsızlık düşüncesini bu tarihten
kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar
yaratan adamları öğrenerek, kendilerinin aynı soydan olduklarını
düşünecekler ve kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”31
DİPNOTLAR
1 “Kemalizm”
Tekin Alp, Top.Dön.Yay.,
2.Bas., İstanbul-1998, sf.153
2 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
III.C., Remzi Kit. 8.Bas. İst.-1983, sf.426
3 “Kemalizm”
Tekin Alp, Top.Dön.Yay.,
2.Bas., İstanbul-1998, sf.141
4 “Türklerin
Tarihi” D.Avcıoğlu,
1.Cilt, Tekin Yay., İst.-1995, sf.20
5 “Atatürk
ve Devrim”
Prof.E.Z.Karal,
Zir.Bank.Yay., Ank.-1980, sf.98
6 “Mustafa
Kemal’den Yazdıklarım”
Prof.A.A.İnan,
Kül.Bak., 1981, sf.110
7 “Atatürk
Hakkında Hatıralar Belgeler”
Prof.A.A.İnan,
TTK, Ank-1959, sf.297
8 “Belleten”
Türk Dili, No:33, 1938, Ok Yay., sf.16
9 “Türkiye
Cumhuriyeti ve Türk Devrimi”
A.A.İnan,
TTK, 1977, sf.193
10 a.g.e.
sf.193
11 a.g.e.
sf.193
12 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
III.C., Remzi Kit. 8.Bas. İst.-1983, sf.427
13 “Belleten”
42, sf.179; ak. D.Avcıoğlu
“Türklerin Tarihi”
Tekin Yay., 1.Cilt, 1995, sf.30
14 “Türklerin
Tarihi” D.Avcıoğlu,
1.Cilt, Tekin Yay., İst.-1995, sf.20
15 “Belleten”
42, sf. 526 ve “Belleten”
128, sf.565; ak. a.g.e. sf.30-31
16 “Mustafa
Kemal” Benoit Méchin,
Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.306
17 “Histoire
de People d’Israel” Ernest Renan;
ak. “Türk Tarihinin Ana
Hatları” Kaynak Yay.,
2.Basım, 1996, sf.69
18 “Mustafa
Kemal” Benoit Méchin,
Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.306
19 a.g.e.
sf.307
20 “Kemalizm”
Tekin Alp, Top.Dön.Yay.,
2.Bas. İstanbul-1998, sf.151
21 “Atatürk
ve Devrim”
Prof.E.Z.Karal,
Zir.Bank.Yay., Ank.-1980, sf.101-102
22 “Türklerin
Kültür Kökenleri” Ergun Candan,
Sınır Ötesi Yay., Temmuz 2002, sf.488-489
23 “Kemalizm”
Tekin Alp, Top.Dön.Yay.,
2.Bas., İstanbul-1998, sf.163
24 “Türklerin
Tarihi” D.Avcıoğlu,
1.Cilt, Tekin Yay., İst.-1995, sf.25
25 “Atatürk
Hakkında Hatıralar ve Belgeler”
Prof. A.A.İnan,
İş B.Yay., 1968, sf.242; ak. Arı
İnan, “Düşünceleriyle Atatürk”
TTK, Ank.-1991, sf.143
- Türk tarih Kurumu Atatürk’ün Mektupları”; ak. a.g.e. sf.143
- Belleten” 140, sf.540; ak. Doğan Avcıoğlu “Türklerin Tarihi” Tekin Yay., 1995, I.Cilt, sf.26
- Türk Düşününde Batı Sorunu” Prof.N.Berkes, Bilgi Yay., 1975, sf. 277
- Atatürk ve Devrim” Ord.Prof.E.Z.Karal, Zir.Bank.Kül.Yay., 1980, sf.100
- a.g.e. sf.101
- a.g.e. sf.100
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder