İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1
Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim ettiler. 2 Ekim’de,
son birliklerini gemilere bindirdiler ve Türk askerini selamlıyarak ülkeyi terk
ettiler. Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. Birkaç yıl
öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu
başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul
için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul,
çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini
taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan
sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan
Ankara’yla bütünleşecek miydi?
İşgal
İstanbul’u
Mustafa
Kemal 13 Kasım 1918’de
İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4
yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu. Haydarpaşa’dan
çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken
aynı anda; 22 İngiliz,12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6
denizaltıdan oluşan 61 parçalık Bağlaşık Donanması Boğaz’a
giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Kendisini
karşılamaya gelen Dr.Rasim
Ferit (Talay) ve Yaveri
Cevat Abbas
(Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini
üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla
geçemeyenler, sinir
bozucu rastlantı ya da
acı veren
bir yazgı
gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu
büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra,
dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda
kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata
ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya
dönmenin çaresine bakmalı”
sözleriyle dile getirecektir.1
İstanbul,
bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici”
kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara
ayrılmış, “İstanbul
artık bir değil birkaç İstanbul”2
olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve levantenler Avrupa yakasının sahil
şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar
sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3
Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan
işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını
yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder,
hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz
kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla
Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş
gibi, “bir ölüm
sessizliği” içindedir.
Küçük
buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından
karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve
görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden,
inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri
gibi giderler”.4
Çürümüşlük
ve İhanet
İşgal
İstanbul’u; ihanetle
direnişin, erdemle
onursuzluğun, sefaletle
sefahatın iç içe
yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla
birlikte çökmekte olduğu bir başkenttir. İşgalcilerle birlik
olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi
zenginler, modern hayat
yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve
kumar, İstanbul’un ‘Avrupalı
yüzü’dür.
Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri,
Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5,
işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.
Fener
Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı
Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan
parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve
düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır.
İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent
içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta,
dilediğini buralara yerleştirmektedir.6
İşgal İstanbulu,
İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong’un
tanımıyla, “İstanbul
kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası,
kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası
entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler
ve namussuz kadınlar kenti”
dir.7
Satılmışlar
İşgalciler,
her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat
Ferit
ve kimi hükümet üyeleri, “satın
alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında”
bulunmaktadır. “Bilgisiz
Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8
İngiliz Severler
Derneği’nin
kurucularından İmam-Hatip Sait
Molla, İngiliz Yüksek
Komiserliği’nden emir almaktadır.9
Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere
saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10
Damat
Ferit aracılığıyla,
İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para
almaktadır.11
Bunlar, Mondros
Mütareke’sini,
Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla
sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu.
Ünlü, Mütareke Basını
tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti.
İşbirlikçilerin dilinde, “Türkler’de
milli duygu yaratma”
çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti.
Maarif Nazırlığı,
okul kitaplarından Türk
sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden
atılmıştı.12
Müslüman
Türk İstanbul
1918’de,
bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki
Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e,
Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş,
“kan ağlamaktadır”.
1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip
bitirmiştir...
Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda;
654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167
bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma
gelmiştir.13
Ülkede sanki “yalnızca
kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar
kalmıştı”.14
Bu
büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk
mahalleleri de payına
düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık
ve yoksulluk
içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya
alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını
giyip, kendilerine
yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk
kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı
bir çözülme sürecine girmişti. “Analar
çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler
ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma
gelmişti”.15
‘Şişli’,
düzenli ve giderek artan biçimde, “genç
kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden
herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16
Milliciler
Asılıyor
Atina
Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk
mülkü satın alacaklara,
faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler
politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı
altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır.
Tutuklanmış olan Ziya
Gökalp’in
asılacağından söz edilmektedir.
Boğazlayan
(Yozgat) Kaymakamı Kemal
Bey, işgalcileri memnun
etmek için, “Ermeni
tehciri sırasında hatalı olduğu”
gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam
cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da
uygulandı. Talat Paşa’nın
“vatanı için onun
kadar yararlı (nafî)
bir kimse daha yoktur”
dediği Kemal Bey,
idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım,
yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur,
ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni
asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet.
Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var
servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum.
Yaşasın millet...”17
Reşit
Bey
‘Mahkeme’,
aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik
Bey‘i 15 yıla mahkum
etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit
Bey, hakkında tutuklama
kararı çıkardı. Reşit
Bey, sıkıştırıldığı
“Beşiktaş Bayırı’nda”
yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı
mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan
bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız
Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni
arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve
hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar...
Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı,
düşmanlarımın
eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı
yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence
artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın
kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki
her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi
düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor
ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da,
kaderin acı bir cilvesi...”18
“Türk
Olmayan” İstanbul
İşgal
sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman,
385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak
üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19
16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu
büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan
Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı
işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.
“Genişleyen
İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20
yararlanan tüm gayri-müslim
ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır.
İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le
diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı.
Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde;
Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması
ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler;
vatansever, vatan hainleri
olarak bölünmüştü.21
Devşirme
Kalıntısı İşbirlikçiler
1919
İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O
günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din
adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan
bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı
yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme
kalıntıları, vatan
hainleri cephesinin
unsurlarıydılar. Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında,
saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları
gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok
geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin
tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az,
ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’
az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
Yaşamsal
gereksinimlerini karşılayamayan ve sayıları giderek artan pek çok
insan, kişisel kurtuluşlarını işgalcilerle uzlaşmada arıyordu.
Bağlaşık güçlerin yanında ya da iş yaşamını elinde tutan
azınlıklara ait işyerlerinde iş bulabilmek için, “feslerini
çıkarıp Türk olmadığını ileri süren”22
insanlar ortaya
çıkıyordu. Onursuzluk, özellikle üst düzey yöneticilerde o
düzeye varmıştı ki, örneğin Harbiye Nazırı Ferit
Paşa, bir Fransız
temsilcisine, zaten çok azı dağıtılmamış olan Türk Ordusu’nu
kastederek, “şu ordudan
da bir kurtulsak”
diyebilmişti.23
Yozlaşma
Yabancılaşmanın Merkezi: “İstanbul”
Yozlaşma
ve yabancılaşma’nın
merkezi, dün olduğu gibi bugün de “İstanbul”dur.
Dün Saray’ın
sürdürdüğü politikalar bugün, üstelik Atatürk’ün
kurduğu Ankara’yı da yedeğine alarak, yabancılarla bütünleşen
para ve güç sahipleri tarafından yürütülmektedir. İstanbul
yine; Anadolu’nun varsıllığını sömüren, bunu hor gördüğü
halkı kullanarak yapan ve elde ettiği sınırsız serveti
yabancılarla paylaşıp dışarı taşıyan bir dükalıktır.
Ekonomiyi,
siyaseti, eğitimi o belirler; elinde, bunu yapabilecek olanaklar her
zaman vardır; doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermede çok
ustadır. “İstanbul’un
surları kafalarda hala çok güçlüdür”
ve “kapıları Türk
kimliğine kapalıdır”.24
Dili, dini, kültürü,
ahlak anlayışı ve beğenileri tümüyle dış etkiye açıktır.
Çıkar söz konusu olduğunda, her yöne dönebilir. Duruma
uyma, kendini
gizleme yeteneği son
derece gelişkindir. İlişkiler düzeyi, belki de dünyanın hiçbir
yerinde görülmeyecek denli yoz ve ilkeldir.
Atatürk
ve “İstanbul”
Atatürk
İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu
yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın,
Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil,
kendi deyimiyle “İstanbul’u
bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona
hakim bir noktada durmaktı.”
1927
yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı
başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı
çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans”
olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler
ağından “pislik”
diye söz eder ve Yakup
Kadri’ye
(Karaosmanoğlu) şunları yazar: “İstanbul,
karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman
korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun
için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde
yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik
onun içindedir ve bu doğaldır... İstanbul’u bir ibret dersi
manzarası olarak karşısına alıp, uzakta, ona hakim bir noktada
duranlar ve onu incelemeyi sürdürenler için ümitsizlik var
olamaz... Bir takım hizipler, ufukları aydınlık, (bugün
için y.n.) karanlıklar
içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır.
Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler
saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur.
Güzel
kalpli kardeşim Yakup Kadri Bey! İçinde bulunduğun ‘Bizans’
havasını zorlukla soluduğunu söylüyorsun. Bu çok doğaldır. O
havanın, üzerinde bulunduğu yerin coğrafya ve topografyası
nedeniyle en temiz, en saf, en ferah olması gerekirdi; ancak bunun
tam tersi, senin solumada zahmet çektiğin bir yapıdadır. O hava,
gerçek maddesi oksijen ve hidrojen ile kalmış olsaydı,
soluyanlara acı değil, güç verirdi. Yazık ki, o havaya asırların
her türlü pisliği karışmıştır.
Henüz
yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin
yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç
bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu
yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün
müdür? y.n.).
Bizans’ın
niteliğini değiştirmek için yapmaya mecbur olduğumuz işin
önemi, büyüklük ve güçlüğünü düşünmek; herhangi bir
sorun için herhangi bir karar vermeye harcadığımız emek, zaman
ve çaba kadar değerli (değil
y.n.) midir?
Aziz
Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği,
yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle
doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren
Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz
haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem,
pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak
ve sularının temizlemesi için Karadeniz’i bütün dalgalarıyla
birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.25
“İstanbul”
Anadolu’ya Nasıl Baktı
Osmanlı
belgeliklerinde
(arşivlerinde)
İstanbul’un Anadolu’ya nasıl baktığını, bu bakışa uygun
ne tür uygulamalar yapıldığını gösteren, bir bölümü
yayımlanmış, pek çok belge vardır. Osman
Nuri’nin Mecelle-i
Umur-ı Belediye adlı
kitabında yer alan bir padişah fermanı, çok ilginçtir ve
“İstanbul-Anadolu”
ilişkisini açık biçimde ortaya koymaktadır.
Anadolu’yu
adeta tehdid eden ve valilere gönderilen vergi fermanında şunlar
söylenmektedir: “İslamiyetin
başkenti olarak korunan İstanbul’da
(makarr-ı hilafet-i
İslamiye olan mahmiye-i İstanbul)
yaşayanların, sıkıntı
çekmemesi, rahat ve bolluk içinde yaşaması
(taayyüşleriyle rahat ve
refahiyetleri mezahime-i nastan himayet)
gerekir. Taşra
vilayetlerinin bayındır ve şenlikli
(mamur ve abadan)
olması dahi buna
bağlıdır. Gönderilen evrakta yer alan buyruklarımızın yerine
getirilmesi (evamir-i
aliyyemle varide olan teklifatın edası),
herkes için barış ve
bolluk (herkeste
suhulet ve vüs’at)
fırsatı olacaktır”.26
Muhittin Birgen,
“Anadolu’nun
sömürülmesini”
hiçbir şeyin bu ferman kadar ortaya koyamayacağını belirterek
şunları söyler: “Anadolu’nun
görevi çalışıp çabalayarak vergi vermek, İstanbullu’nun
görevi de bunları afiyetle yemektir; genelge bunun çok açık bir
belgesidir”.27
Günümüz
“İstanbul”u ve Devşirmeler
Kapıkulu-Devşirme
anlayışı, Atatürk
döneminde, duruma ayak
uyduran bir biçime
girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak
hemen Atatürkçü ve
Cumhuriyetçi oldu! İşgal
döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni
yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla
bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk
ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey
yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da
çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez
bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.
Atatürk’ten,
özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de
artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı
yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık
örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler
edinerek, savaş zengini
oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar.
Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve altmış yıllık süreç
sonunda, Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan
kaldırdılar, yeniden ülkenin “egemenleri”
oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük çekince
durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u
kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.
DİPNOTLAR
1 “Atatürk
Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk
Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3 a.g.e.
sf.341
4 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk,
T.İş Ban.Yay, sf.74
5 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7 a.g.e.
f.132
8 “Kurtuluş
Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet
Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9 a.g.e.
sf.49
10 a.g.e.
sf.49
11 a.g.e.
sf.49
12 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13 “Atatürk
ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak,
Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14 “La
Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher,
sf. 270; ak. A.
M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi
1918-1923”
Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16 a.g.e.
sf.352
17 Hürriyet,
11.04.2005
18 “Ben
de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt,
Sabah
Kitapları, İst.-1997, sf.71
19 “İşgal
Altında İstanbul” Bilge Criss,
İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20 a.g.e.
sf.39
21 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay,
Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22 “Atatürk”
Lord Kinros,
Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24 “Düzenin
Yabancılaşması” Prof.
İdris Küçükömer,
Ant Yay., 1969, sf.179
25 “Zaman
İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan,
TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293
26 “Mecelle-i
Umar-ı Belediye” Osman Nuri,
1922, 1.Cilt, sf. 355; ak. Prof.
Z.Arıkan “Tarihimiz ve Cumhuriyet”
Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.181
27 “Kapıkulu,
İstanbul, Anadolu” Muhittin Birgen;
ak. Prof.
Zeki Arıkan “Tarihimiz ve Cumhuriyet”
Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.181
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder