Osmanlı Devleti’nin
ortaya çıkışını, yaygınca kabul gördüğü gibi “yeni bir devletin kuruluşu” olarak değil, belki de ondan daha çok;
tarihsel köken, toplumsal yapı ve kültürel birikim olarak aynı geçmişe sahip
bir milletin, kendi içinde yaşadığı
iç süreçler olarak görmek gerekir. Bu görüşü, Osmanlıların kendileri de ileri
sürmüş ve İmparatorluğa adını veren I.Osman’ı,
Selçuklu Hakanı III.Alâaddin’in
ardılı olarak kabul etmişlerdi.
Selçuklular gibi Oğuz boylarından gelen Osmanlılar, ardılı oldukları
Selçuklulardan aldıkları toplumsal birikimi, o birikimin taşıyıcı unsuru olarak
daha da geliştirdiler ve altıyüz yıllık büyük bir imparatorluk kurdular.
Türel
(Adil) Düzen
Osmanlılar ele
geçirdikleri Bizans topraklarında, derebeylerin (feodallerin) büyük
çiftliklerini devlet adına kamulaştırıyor ancak Hıristiyan köylülerin
topraklarını kendilerine bırakıyordu. Toprak işlerinde, halkı gözeten
uygulamalar yapıldığı için, Osmanlı uyruğundaki Rum köylüler, Bizans yönetimine
göre daha iyi bir yaşam sürüyordu. Feodal baskı altındaki köylüler, “Türk
yönetiminin sağladığı türenin (adaletin),
yoksulları soyluların (aristokratların) baskı ve zulmünden kurtardığını”
söylüyor1 ve kendi istekleriyle Osmanlı uyruğuna geçiyordu.
Almanya’da bile “Türk
yönetiminin adaleti” konuşuluyor ve Almanlar, “Türkler’in Almanya’ya
gelip ülkelerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacağı”
yönünde umut taşıyordu.2 Fatih, Bizans Ortodoks Kilisesi’ne o
denli geniş haklar tanımıştı ki, “İstanbul üzerinde Latin tiyarı
(Papa’nın başlığı) egemen olacağına Türk sancağı egemen olsun” diyen
ortodokslar, fetihten sonra Fatih’i, Doğu Roma’nın yalnızca yönetimsel
değil, tüzel (hukuksal) hükümdarı ve İmparatoru saymışlardı.3
Ünlü Fransız tarihçi Claude
Cohen, Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler adlı yapıtında,
Türkler’in “tüm yaşamları boyunca ve gittikleri her yerde” egemenliği
altına aldığı “hiçbir topluluğun tarihini sona erdirmediğini” ve “onlarla
kaynaştığını” söylemiştir.4 Türkler, hayranlık verici uyum
yetenekleriyle, Cohen’e göre, “yaratıcı olamadıkları zamanlarda bile,
kendilerinin henüz yaratamadıklarını başkalarının yaratmasına her zaman olanak
vermiştir”.5
Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi
adlı ünlü yapıtıyla Osmanlı ekonomisini inceleyen Prof.Mustafa Akdağ,
Türk yönetiminin Anadolu halkına etkisini genişçe incelemiş ve vardığı
sonuçları kanıtlarıyla ortaya koymuştur. Akdağ, söz konusu kitapta
konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Türk egemenliğinin, Bizansın
siyasi yaşamına son vermesinin, Batılıların ileri sürdüğü gibi, Yakındoğu ve
Balkan Hıristiyanlarının zararına değil, yararına olduğu açıkça görülür. Çünkü
yeni Türk rejiminin Müslüman ve Hıristiyan herkes hakkında uyguladığı,
imtiyazsız hukuk sistemi, özellikle ekonomik-sosyal alanda sağladığı
serbestlik; daha önce Batılı tüccarlar tarafından sömürülen Bizans’ın
Hıristiyan halkını, bu sömürüden kurtararak daha gönençli ve güvenilir bir iş
yaşamına sokuyordu. Rum çiftçiyi ikide bir köleliğe zorlayan Bizans toprak
aristokrasisi ortadan kalktığı gibi, İtalyan ticaret kolonileri tezgâhlarını
söküp gidiyordu ve yerlerini Türk-Osmanlı reayası olan yerli tüccarlara
bırakıyorlardı”.6
Batının
Yunanistan Koruyuculuğu (Hamiliği)
Avrupalıların, “demokrasi
ve uygarlığın beşiği” söylemiyle sürdürdüğü Yunan yandaşlığı, gösterildiği
gibi kültürel sahiplenme değil, doğrudan ekonomik çıkarla ilgili bir sorundur.
Bizans’ın düşmesiyle uluslararası tecim yollarının Türklerin denetimine
geçmesi, gelişmekte olan Avrupa tecimini iki yeni uygulamaya yöneltti. Bir
yandan okyanus aşırı deniz tecim yolları aranırken, öte yandan Türkler’den tecimsel
ayrıcalık (imtiyaz) elde edilmeye çalışıldı.
Osmanlı uyruğundaki
Müslüman olmayan halk, bu halk içinde de Mora, Ege adaları, Kıbrıs ve Girit’de
yoğun olarak yaşayan Grekler, işbirlikçi gereksinimini karşılama
açısından önemliydi. Rumlar başta olmak üzere, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm
Hıristiyanlara bu nedenle ‘sahip’
çıkıldı ve Osmanlı Devleti güç yitirdikçe bu ‘sahiplenme’, ayrılıkçı desteğe dönüştürüldü. Bugün Kürt kültüründen
söz edip petrol çıkarı için Kürtler’e yönelen Batı politikası, o dönemde tecimsel
çıkar için Rumlar’a yönelmişti.
19.Yüzyıl başlarında Türkiye üzerine araştırmalar yapan
ve önerileri İngiliz hükümetlerince hemen hiç değiştirilmeden uygulanan D.Urqhard,
İngiltere’nin yürütmesi gereken Yunan politikasını ve bu politikanın
amaçlarını, ekonomik dayanaklarını ortaya koyarak şöyle açıklar: “Osmanlı
Devleti’ne yönelik politikamızın bugünkü amacı, tüccarlarımızın tek tek çıkarı
değil, ticaretimizin genel gelişimidir. Bu işin aracıları; ülkeyi tanıyan, dil
bilen, ticari bağlantıları ve görgüsü olan, büyük pazarları bir bir gezip
görmüş, elveriyorsa ilişkilerini doğrudan İngiltere’yle sürdüren insanlar
olmalıdır. İngiliz tüccarlar için küçük limanlarda gemilerine yüklenecek mal
aramaya gitmek ya da bu limanları tek tek dolaşıp yük indirmek kârlı
olmayabilir. Bu nedenle, kıyı ya da kervan ticareti denen şey, tümüyle Rumların
işi olmalıdır. Küçük boydaki Rum gemileri bizim ürettiğimiz malları ya da
sömürge ürünlerimizi, ülkedeki çeşitli ürünlerle değiştirebilirler; mallarımızı
ambarlarında depo edebilirler. Rumlar, beceriklilikleri, çalışkanlıkları ve
kendi aralarında girişecekleri rekabet nedeniyle bize ucuza gelir, ticaretimiz
destek görüp rahatlık kazanır. Türkiye’yle ticaretimizin bütün geleceği fiilen
şu iki nokta üzerine dayanacaktır. Bunların birincisi, ticari rekabetin İngiliz
şirketleri önüne çıkaracağı engellerden, ikincisi ise Yunanistan’ın Türk
egemenliğinden kurtarılmasıdır”.7
Ekonomik Etkinlik
Osmanlı
Devleti kurulduğunda Anadolu’da, yoğun bir ticaret ve çeşitlenerek hızla artan
bir üretim etkinliği vardı. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının varsıllığı bir
yana, o dönemin dünya ticaretinde yaşamsal öneme sahip iki ana yol, Anadolu topraklarından
geçiyordu.
Başlı
başına bir varsıllık oluşturan bu durum, Anadolu’yu her zaman önemi olan bir
yer durumuna getiriyordu. Uzakdoğu’dan gelerek Hazar’ın Kuzeyinden Karadeniz’e varan karayolu, buradan deniz
yoluyla İstanbul’a
geliyor, boğazları geçerek Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşıyordu. Aynı yol, Rusya’yı, Kırım-Trabzon-Sivas
ya da Kırım-Sinop-Konya yoluyla Mezopotamya ve Mısır’a bağlıyordu.
İkinci ana ticaret yolu
ise, Uzakdoğu’dan gelerek İran’dan geçiyor, Hazar’ın Güneyinden Sivas ve Ankara
üzerinden İstanbul’a, buradan yine deniz yoluyla Akdeniz’e ve Batıya
uzanıyordu. Büyük göçlerin binlerce yıl izlediği ve Anadolu’yu bir “kavimler
kapısı” durumuna getiren göç yolları, birinci bin yıldan sonra dünya ticaretinin
büyük bölümünün yapıldığı yol olmuştu.
Doğu-Batı ve
Kuzey-Güney ulaşımının kavşak noktasında bulunması, Anadolu’yu tarihin her
döneminde değerli kılmış ve dünyaya açılma yeteneğine kavuşan büyük güçlerin
tümünün ilgisini çekmiştir.
Geçmişte öncelik,
uluslararası tecim kaygılarıyken; bugünün önceliği, hemen aynı yolları izleyen
enerji aktarımıdır ve Anadolu bu aktarımın kavşak noktasındadır. Eskiden
Batının “dünya ulaşım yollarını denetleme” ya da Rusya’nın “sıcak
denizlere inme” olarak belirlediği tarihsel politika ile günümüzdeki
Amerika Birleşik Devletleri’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla
Avrasya’ya yönelen politikası arasında; amaç, anlayış ve Anadolu’yu
ilgilendiren girişimler bakımından önemli bir ayrım bulunmamaktadır. Anadolu
her zaman, onu elinde bulunduranların başına dert açacak denli değerli bir
yer olmuştur.
Türkler, ticaret yolları üzerindeki
toprakları elde tutmaları nedeniyle, dünya ticareti üzerinde uzun süre etkili
oldu. Bu yolları, önce denetlediler daha sonra buradan yapılan ticarete
katıldılar. Hunlardan Osmanlılara dek uzanan iki bin yıl boyunca, Doğuyla
Batıyı birbirine bağlayan karayolu tecimi, büyük oranda Türkler’in egemen
olduğu bölgeler üzerinden yapılmıştı. Türkler, başlangıçta tecim yollarını
elinde bulundurma ve buralarda güvenliği sağlama nedeniyle vergi almayla
yetinirken daha sonra ve giderek artan oranda bu ticarete katıldılar ve
bölgenin tek egemeni oldular.
Kent
Yaşamı
Tecimsel (ticari)
etkinlik, İslamiyet kabul edildikten sonra yoğunlaştı ve Selçuklularla onların
ardılı Osmanlılar döneminde üst düzeye çıktı. Ticaret yollarının
kavşak noktasındaki Anadolu’da kendine özgü canlı bir ekonomik yaşam oluştu.
Mustafa Akdağ, bu yaşamı şöyle
anlatmaktadır: “Türkiye’de, kent yaşamı çok gelişmiş olduğu için, doğaldır
ki; sanayi yanında, geniş bir ticari etkinlik de olacaktı. Selçukî Türkiyesi
ticarî alış verişi; ülke içi ticaret, dış ticaret ve kervancılık olarak üç
biçimde yapılıyordu. Ülke içi ticaret önemli ölçüde, büyük kent meydan
pazarlarında, ticaret hanlarında ve dükkanlarda toplanmıştı. Sonradan, Osmanlılar
döneminde çok gelişmiş olarak görülen, kentlere özgü kapalı çarşılar, yani han
içi ticaret, Selçukî devrinde de vardı. Pirinççiler hanı, pamuk hanı, meyva
hanı gibi her tür hammadde ya da gıda maddesi için ayrı bir han inşa edilmişti...”8
Anadolu’da
Yapılanlar
11.Yüzyıl göçleriyle
Anadolu’ya son gelen Türkler; Erzurum’dan Ege sahillerine, Marmara’dan
Suriye’ye dek ekonomik olarak perişan bir ülke bulmuştu.9
Bizans feodalizminin
aşırı baskısından kaynaklanan yoksullaşma, kısa süre içinde aşıldı ve tüzel
bütünlüğü olan, iyi işleyen, güçlü bir merkezi yönetim kuruldu; geniş ve canlı
bir pazar yaratıldı. Yeni devlet, toplum
yaşamını düzene soktu ve sağladığı dengeyle (istikrar), ekonomiyi canlandırıp
güçlendirdi.
Yaylalara yerleşen
Türkmenler, Anadolu yaşamına yeni bir ekonomik unsur olarak girdiler. Orta
Asya’dan getirilen gelişkinlik
canlanmayı hızlandırdı; göçebeler kasaba ve kentlerde yaşamaya çabuk alıştılar.
Haçlı yıkımı, bu toparlanmaya önemli zararlar verdi ancak ekonomik gelişme kısa
bir aradan sonra yeniden canlandı. Nüfus hızla arttı. Uygarlıkların kavşak
noktası olan Anadolu üzerinde, yepyeni bir toplum ve yaşam kuruldu. Bu gelişme,
Anadolu için gerçek bir ekonomik-sosyal devrimdi.10
Selçuklular gibi Oğuz
boylarından gelen Osmanlılar, ardılı oldukları Selçuklulardan aldıkları
toplumsal birikimi, o birikimin taşıyıcı unsuru olarak daha da geliştirdiler ve
altıyüz yıllık büyük bir imparatorluk kurdular.
Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışını, yaygınca kabul
gördüğü gibi “yeni bir devletin kuruluşu” olarak değil, belki de ondan
daha çok; tarihsel köken, toplumsal yapı ve kültürel birikim olarak aynı
geçmişe sahip bir milletin, kendi içinde yaşadığı iç süreçler olarak
görmek gerekir. Bu görüşü, Osmanlıların kendileri de ileri sürmüş ve İmparatorluğa
adını veren I.Osman’ı, Selçuklu Hakanı III.Alâaddin’in ardılı olarak
kabul etmişlerdi.11
Geliştirilen
Birikim
Osmanlılar,
Selçuklulardan devraldıkları toplumsal düzeni; yönetim biçiminden kentleşmeye,
askeri yapılanmadan toprak ve vergi işleyişine dek tüm alanlarda daha da
geliştirdiler.
Güçlenmeye temel oluşturan toplumsal düzen, Selçukluların
devlet biçimine çok benzeyen bir yapı üzerine oturtulmuştu. Dönemler arası ayrımlılıkların
gerekli kıldığı yenileşmeler yapılmıştı ancak devleti oluşturan kurumların
temel niteliği değişmemişti. Selçuklular’ın geliştirdiği Türk tımar düzeni
sürdürülmüş, ırsi askeri tımar işleyişi devam etmiş, denizcilik
ve donanma hizmeti, askeri yapılanma ve ordu işleyişi korunmuş; yönetim anlayışı,
hukuk, eğitim ve vergi düzenleri geliştirilerek
sürdürülmüştür.12
DİPNOTLAR
1
“Tarih
III-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.40
2
“Türkler
Hakkında” Nürenbergli Hans Rosenblut, ak; “Tarih III-Kemalist Eğitimin Ders Notları” sf.40
3
“Tarih
III-kemalist Eğitimin Ders Notları” Kaynak Yay., 3. Bas.-2001, sf.39
4
“Osmanlıdan
Önce Anadolu’da Türkler”, Prof. Claude
Cohen, e Yay., 2.Basım-1984, sf.13
5
a.g.e. sf.67
6
“Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof.
Mustafa Akdağ, Cem Yay., 1995, İstanbul, 1.Cilt, sf.370
7
“La Turque , ses Ressources, son
Organisation Municipale son Commerce”, Paris 1836, ak; S.Yerasimos “Geri Kalmışlık Sürecinde Türkiye”
1.Cilt, Belge Yay., 7.Bsım İstanbul 2000, sf.544
8
“Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi” Cem Yay., İst.
1995, 1.Cilt, sf.27
9
Cambridge
Economic History of Europe, Vol II, P.86, ak; Mustafa Akdağ “Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi” 1.Cilt, Cem Yay. İst. 1995, sf.343
10
“Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof.
Mustafa Akdağ, 1.Cilt, Cem Yay., İstanbul-1995, sf.343
11
a.g.e. sf.201
12
“Bizans
Müesselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 3.Basım-2002, sf.99-112
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder