Atatürk, 10 Kasım’da son nefesini verdiğinde arkasında; 57 yıllık bir yaşam, bu
kısa yaşama sığdırılan görkemli bir savaşım ve tarihin gördüğü en büyük
yenileşme eylemini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk ulusu için
anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlıkla yokluğun ya da gönençle yoksunluğun en
yalın ve en belirgin ayrımıdır. Yaşam direncini yitirmiş kabul edilerek, yok
edilmek istenen büyük bir ulusu ayağa kaldırmış, onu eskiden gelen ve değişime
açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Sağlığı, 1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu
kez görülen, eski hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız
etmesi değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü. Kendini güçsüz
hissediyor, çabuk yoruluyor ve eski verimiyle çalışamıyordu. Ten rengi hızla
solmuş, yüz hatlarında derin kırışıklıklar oluşmuştu.1 Falih
Rıfkı Atay, bu durumun ortaya çıkışını 1933’e dek götürür, Cumhuriyet’in
onuncu yılında, onda pek görülmeyen bir yorgunluk ve bu yorgunluğa bağlı bir
bezginlik fark ettiğini söyler.2
1935 Şubat’ında, Çankaya’da bir akşam,
herhangi bir öneri olmadan, Dr.Asım Arar’dan kendisini muayene etmesini
ister. Bu istek, yakın çevresini şaşırtır. Hekim denetiminden pek hoşlanmadığı
ve zorunlu kalmadıkça hekime başvurmadığı bilinmektedir.3 1935
Temmuz başında, aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket ziyaretine gelen Dr.Neşet
Ömer İrdelp’den, kendisini muayene etmesini ister.4
Dört ay arayla gelen muayene istekleri, “kendisini
iyi hissetmediğini” ve “doktora başvurmasını gerektirecek kadar bir
sıkıntısının olduğunu”5 gösteriyordu. “Sabahları, dinlenmemiş
olarak kalktığından, soğuğa karşı direncinin azaldığından ve renginin giderek
solduğundan”6 yakınmaktadır. Hekimler,
birbirine benzer yargılarda bulunur. Dr.İrdelp; kalbinde, karaciğerinde
ve böbreklerinde, “olağanın dışında bir şey olmadığını” söyler,
halsizliği için “ağrı kesici (analjezik Sedal) tabletler” verir.7
Yakınmalar Sürüyor
Yakınmaları, 1936 ve 1937’de artarak sürer.
İştahı azalmakta ve kilo yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk
yorulduğu için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş etlerinde
kanamalar başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Şefi Prof.Alfred
Marchionini’nin, kaşıntı için verdiği “merhem ve solüsyonlar” yararlı
olmaz.8
Kaşıntılardan ve kaşınmak zorunda kalmaktan
çok rahatsızdır. Soruna, “Çankaya’yı basan karıncaların” neden olduğu
düşünülür ve Milli Savunma Bakanlığı Zehirli Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri
Refet Korur’a danışılır. Yurt gezisine çıktığı bir dönemde, Köşk, “gemilerde
fare öldürmek için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik asit gazıyla” ilaçlanır.
İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip yapar.9
1937 Nisan sonu ve Mayıs başındaki yalnızca
üç hafta içinde, altı kez, Ankara Numune hastanesine gitti. Ancak,
rahatsızlıkların nedeni saptanamadığı için, ne burun kanamalarına, ne de
kaşıntıya çare bulundu.
Belirtilere karşın, rahatsızlıkların ana
nedeni karaciğer sayrılığı (hastalığı) bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması
nedeniyle kimi toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve
sözüne sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri diplomatlarına,
Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına karşın, kanama durdurulamadığı
için oldukça geç gelebilmiş ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek
için gittiği Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti.
Tanı Konuyor; Siroz
Termal koşulların yararlı olacağını
düşünerek, 21 Ocak 1938’de Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu
oldu. Kaplıca Doktoru Nihat Reşat Belger’i çağırarak, kaşıntılarına bir
çare bulmasını istedi. Kapsamlı bir muayeneden sonra Dr.Belger karaciğerdeki
sorunu saptadı ve sayrılığa (hastalığa) gerçek tanıyı koyan ilk hekim oldu; “Karaciğer
büyümüş ve sertleşmiştir. Kaşıntının ve kanamaların nedeni, süreğen (kronik)
karaciğer sayrılığına bağlı sirozdur” dedi.10
Tanı, o güne dek böyle bir durumun
olasılığından bile söz edilmediği için, beklenmeyen bir durumdur ve onun için
şaşırtıcıdır. Her zamanki gerçekçiliğiyle, “şimdi ne yapacağız” der.11
Özel hekimi Dr.Neşet Ömer İrdelp Yalova’ya çağrılır. Onun da
tanısı aynıdır. Oysa, her iki hekim de daha önce yaptıkları muayenelerde, böyle
bir tanı koymamıştı. Dr.Belger, “sekiz ay önce yaptığım muayenede,
siroza ait hiçbir belirti görmemiştim” diyecektir.12
Geç Gelen Tanı
Siroz’un niteliği ve
somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı koymada geç kalındığı açıktı. Atatürk’ün
hekimleri arasında yer alan Dr.Asım Arar, 1953’de Dünya Gazetesi’nde
yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün ölümcül hastalığını, 1936 sonlarına dek
götürmek yanlış olmaz” der ve şu açıklamayı yapar: “27 Şubat 1938’de (Reşat
Belger’in tanısından bir ay sonra y.n.) işin kötüye gittiğini, büyük bir
ihtimalle karaciğer sirozu başlangıcı, hatta daha ileri bir aşamasıyla karşı
karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce, kaşıntıların karınca
istilalarına bağlandığı, kanamaların sıklaştığı dönemlerde de bu kuşkuya
kapıldım, düşüncelerimi gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün yakınında bulunan
yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını söylediklerinden, daha
ileri gidememek zorunda kalmıştım... Atatürk’ü tedavi eden doktorların hiçbiri,
onu tıbbın gerektirdiği gibi inceden inceye muayene etme cesaretini
gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta için yaptıkları
özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün karşısında ezile büzülüp, hiçbir
şey söylemiyorlardı”.13
Atatürk, tanı
gecikmesini ve yanlış sağaltımı (tedaviyi) kendisi de görmüştür. 14 Haziran
1938’de, o günlerde İsviçre’de okuyan Afet İnan’a gönderdiği bir
mektupta, önerilen yöntemlerin durumuna iyilik getirmediğini, aksine “yapılan
istirahatleri hiçe indirerek” zararlı olduğunu söyler. Mektup’ta şunlar
yazılıdır: “Bence, doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık
durmamış, ilerlemiştir. Zamansız ayağa kalkmak, yürümek, özellikle burunda
yapılan otuşman (tampon y.n.) üzerine gelen kusma, yapılan istirahatleri hiçe
indirmiştir”.14
İsmet İnönü, özel
hekimi
Zafer Paykoç’a, Atatürk’ün hastalığının ilerlediği
dönemlerde kendisine yakındığını ve “İsmet, hastalığım çok daha önce bana
bütün ağırlığıyla anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında önlemini
alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler
gizlendi” dediğini söyler.15
Falih Rıfkı Atay, geç tanı konusunda yıllar sonra; “yirminci yüzyılın en büyük milli
kahramanı, milletin elinden, bir büyük deha, insanlığın elinden gidiyordu.. Her
zaman yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat
etmediklerini ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini,
doğrusu hala anlayamıyorum” der.16
Aynı kanıda olan Ruşen Eşref Ünaydın ise,
bu konuda; “sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç
kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük
talihsizlik olmuştur” diyecektir.17
Bedensel Sağlık
Sağlık sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım
1938’deki son komaya dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle
dolu, çok güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı, hiçbir zaman iyi
olmamıştı. Yıpratıcı etkisini uzun yıllar taşıdığı Sıtma’ya, henüz 16
yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.18 Trablusgarp’te gözlerinden,
Dünya Savaşı’nda böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1918’de Karlsbad’da
(Avusturya) hastaneye yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik (Saydam), dalak
büyümesi tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti.19
Siroz’u inceledi,
niteliğini ve ölümcül etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm onun için yabancısı
olmadığı, yaşamı boyunca yanında taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek güçlü bir
olasılıktı. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü istemek cesaret
değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır”20 diyor; ölümü,
üzerindeki bir borç gibi gördüğü “vatan mücadelesi” için,
kolayca göze aldığı sıradan bir olay gibi görüyordu.
Çalışmayı Bırakmıyor
Öleceğini anlamış olmasına karşın, azalmış
gücünün sınırlarını zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. “Görevinin üzerine
titriyordu”.21 1938 yazında Savarona’da; Hatay sorunu ve
yaklaşan savaş gibi, ülkenin ivedi sorunlarının görüşüldüğü, her biri dört beş
saat süren Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık etti.22
Sürekli bir güç yetmezliği içinde olmasına
karşın, gerçekleştirmek için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı.
Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a
dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi-ziyaret, yerli yabancı 55 kabul,
6 toplantı yaptı; yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı
ileti gönderdi.23
“Güzel Gece”
Tanı koyulduktan iki hafta sonra, önem
verdiği iki fabrika açılışı için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat
1938) Gemlik Yapay İpek Fabrikası’nı;
Bursa’da, “milli sevinci arttıracak çok değerli bir eser” dediği, Bursa
Merinos Fabrikası’nı açtı
(2 Şubat 1938).24
Bursa Merinos’u açtığı gün kendini
biraz iyi hissediyordu. Akşam, Fabrika’da düzenlenen baloya katıldı ve burada
zeybek oynadı. Eski devingenliği yoktu, ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış
ve balo olacaktı.
Fabrika’nın teknolojik niteliği ve iyi
düzenlenmiş çevresinden mutluluk duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü
yeterli değildi. “Arabayı getirin üşür gibi oluyorum” diyerek arabaya
bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne güzel geceydi” dedi.25
Akciğer Yangısı
Dolmabahçe’ye döndüğünde bitkindir. Yeni bir
hastalık ortaya çıkar. Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer
yangısı (iltihabı) olan zatürre olmuştur. Zatürre atlatılarak akciğer
kurtarılır ancak karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez.
25 Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan
Paktı toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle görüştü.
Yunanistan Başbakanı Metaksas, Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ve
Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i ayrı ayrı
Çankaya’da kabul etti. 27 Şubat’ta Pakt üyesi diplomatlara bir “çay
ziyafeti” verdi; bir gün sonra yabancı
gazetecilere açıklamalar yaptı.26
Yabancı Hekimler
Genel durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları
sürekli artıyordu. 15 Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde;
“ne yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım” dedi.27 Oysa,
aynı öneriyi üç hafta önce “ortada Hatay sorunu var, hastalığım dışarda
duyulursa iyi olmaz” diyerek reddetmişti.28
Hükümet, Paris Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Frank
Fiessinger’in çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen Fiessinger’in
tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle
karşılaşır. “Atatürk’e o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmamıştır”.29
Elde, yalnızca birkaç idrar raporu vardır. Nedenini sorduğunda, “Atatürk’ten
kan almaya çekindik” yanıtını alır.30
Vasiyetini Yazdırıyor
15 Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal
mirasçısı, aslında kız kardeşi Makbule Atadan’dı. Ancak, 19 Mayıs
1932’de kendi isteği üzerine, 2307 sayılı özel bir yasa çıkarılmıştı. Bu
girişimle, Medeni Yasa’da yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı
olmaksızın koruyan “mahfuz hisse”, Atatürk için kaldırılmış,
böylece aile üyeleri ve akrabaları, kişisel mirasından yararlanamaz duruma
getirilmişlerdi.
2307 sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği
gibi dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, çiftliklerini
ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu davranışı nedeniyle, “Millet ve
Meclis adına” kendisine
teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’ye; “söz konusu
armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında
hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak
üzere Türk milletine canımı vereceğim” yanıtını vermişti.31
Ulus Matbaası’nı, tüm demirbaş eşyası ve
çevresindeki arsasıyla birlikte Cumhuriyet Halk Partisi’ne; bugünkü Hipodrom ve
19 Mayıs Stadyumu çevresindeki arsaları, çarşı içindeki oteli, altındaki
dükkanlarla birlikte Ankara Belediyesi’ne bağışladı. Para ve hisse senetlerini
İş Bankası faizlendirecek ve her seneki faizden yaşadıkları sürece; kız kardeşi
Makbule Atadan’a 1000, Afet İnan’a 800, Sabiha
Gökçen’e 600, Manevi kızları Ülkü’ye 200, Rukiye ve Nebile’ye
100 lira verilecekti. Sabiha Gökçen’e bir ev alınacak, Makbule Atadan,
yaşadığı sürece Çankaya’da oturduğu evi kullanabilecekti. İsmet İnönü’nün
çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için, gereken maddi yardım
yapılacak; faizden kalan para, her yıl, yarı yarıya Türk Dil ve Tarih Kurumu’na
ayrılacaktı.32
Duygulu Anlar
On beş yıl boyunca her yıl, özenle
hazırlandığı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken
kutlanacaktı. Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle üzüntülüydü. Yardım
alarak ve güçlükle yapabilmesine karşın, “giyinmiş, traş olmuş, bakımlı ve
saygılı” bir durumda odasından
dışarı bakmaktadır.
Ayaklarındaki şişlik nedeniyle, ayakkabı
giyememiştir. “Odası dışına hiçbir zaman ayakkabısız çıkmamış bir kişi
olarak” terlikle durmaktan
rahatsızdır. Sabiha Gökçen'e; “dışarda
hava nasıl? 30 Ağustos’u iyi bir havada kutlayabilecekler mi? Gazeteler, 30
Ağustos’un önemini iyi belirtmişler, iyi değerlendirmişler mi? Ulusal heyecan
1922’lerdeki gibi ayakta tutulabiliyor mu?” diye sorular sormaktadır.33
Elinde, Türk Ordusu’nun değişik törenlerde
çekilmiş fotoğrafları vardır. Bunlara uzun uzun bakar ve “silahlarımızı
kendimiz yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini. Aksi halde bir
savaş sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii
kurmalı ve bu alanda da bağımsız olmalıyız” der.
Daha sonra derin bir nefes alarak burukluk
içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu kez bensiz kutlayacaklar. Oysa,
törenlere katılmayı o kadar isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç
gereçle donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da özledim.
Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle bütünleşmesini çok özledim...34
Ağaca ve Yeşile Özlem
O günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç
ve yeşillik özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın güzelliklerinden söz
ediyor, “bir dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir
hayat” istediğini söylüyordu.
Odasında, kendisine daha önce armağan edilen,
orman ve akarsuları gösteren bir tablo vardır. Gözleri sık sık bu tabloya takılıyor,
“güçlükle, ama içten gelen bir hasretle” ormana duyduğu özlemi
anlatıyordu.35
Afet İnan’a, “bana
ülkemizin ormanlık güzel yerlerini anlat, oralara gidelim; ağaçlar altında
dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşayım. Tek isteğim, yeşillik ve ağaçlıklar
içinde olmak, yaz kış yeşil kalan ağaçlar arasında yaşamaktır” derken36;
Sabiha Gökçen’e, “kimsenin yardımını istemeden, bir kere daha
ormanlara gidebilseydim; ağaç denizinin yeşilliklerinde dilediğim gibi
dolaşabilseydim... Sevdiğim vatanımın bir köşesinde, ağaçlardan gökyüzünün bile
görünmediği bir köşesinde, planını kendimin çizdiği küçük, yalın bir ev olsun
istiyorum. Burada çiçeklerle, kuşlarla, ağaçlarla iç içe olayım. Gençliğimden
beri düşlediğim bir şeydi bu” diyordu.37
Askeri Öğrenciler
Cumhuriyet’in 15.yılı 29 Ekim’de coşkulu
törenlerle kutlanmaktadır. Ancak, sağlık durumu “ciddi bir hal” almış,
yardım da alsa çok güç hareket edebilir duruma gelmişti. Kuleli Askeri Lisesi
öğrencileri, törenlerden dönerken, boğaz vapurunu Dolmabahçe önüne getirmişler,
“İstiklâl Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek”, onu selamlamaktadırlar.
Dışarda, coşkulu ve içten büyük bir sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan
bir hüzünle, yanındakilere şöyle der: “Bugünü halkımla, halkımın içinde
kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu
hastalığa lânet ediyorum. Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek
aydan da söz etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı çıkarabileceğimi
hiç sanmıyorum.”38
Yüzü her zamankinden daha solgun, elleri
balmumu rengini almıştır. Gözlerinin çevresi “mor halkalarla çevrili birer
kuyu” gibidir.39 Gençlerin coşkusu giderek artmış,
gösterileriyle “yer ve göğü inleterek” onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet
Ömer ve Zeki Bozok’a, “duyuyor musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz.
Cumhuriyet’i emanet ettiğimiz gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil yetişiyor
ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en
mutlu ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır. Gençliği köreltmek isteyenler
çıkacaktır. Tarihe bakınız, (gençleri körelterek y.n.) ulusların mutluluğuna,
esenliğine gölge düşürecek bedbahların çıktığını görürsünüz” der ve
gençleri görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını ister.40
Hekim, “fakat paşam” dediğinde sözünü
keser, “nedir fakat?” diyerek sert tepki gösterir. Gerisini, odada
bulunan Sabiha Gökçen şöyle anlatır: “Binbir güçlükle elbisesini
giydirdiler... Pencerenin önüne bir koltuk getirildi ve Atatürk koltuğa
oturtuldu. İşte o zaman, dışarda esas kıyamet koptu. Onu gören gençler,
çılgınca alkışlıyor, ellerindeki bayrakları sallıyordu. Görülecek bir
manzaraydı. Gençleri, buradan eliyle selamladı. Gözleri yaşarmıştı. ‘Bu
bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle’ dedi ve yatağına geri
götürülmesini istedi”.41
Ölümsüzlük
10 Kasım’da son nefesini verdiğinde,
arkasında 57 yıllık bir yaşam ve bu kısa yaşama sığdırılan görkemli bir eylem,
tarihin gördüğü en büyük yenileşme eylemini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün,
Türk ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını korumayla yok olmanın
ya da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en belirgin ayrımıydı. Yaşam direncini
yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek istenen büyük bir ulusu ayağa kaldırmış,
onu eskiden gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Elli yedi yıllık yaşamın 26 yılını asker
ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na
bağlılığı ve ona duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya
duyduğu saygı ve güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek verdiği ulusal
ordunun savaş gücüne ve yenilikçi niteliğine büyük önem veriyordu.
Bu nedenle olacak, yaşamındaki son bildirimi
Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış
tehlikelere karşı korumasını” istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya seslenen
iletisinde şunları söyledi: “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle
başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk
Ordusu! Ülkesini, en bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve
sıkıntılardan ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan,
Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern
silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla
yapacağından hiç kuşkum yoktur... Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve
şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan
görevini, her an yerine getirmeye hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük
ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır... Bu kanıyla; kara, deniz, hava
ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar,
takdirlerimi bütün ulus önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci
yıl dönümünüz kutlu olsun”.42
DİPNOTLAR
1 “Atatürk’ün
İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” Sabiha Gökçen, İst.-1982, sf.356; ak. Dr.Eren
Akçiçek, “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Güven Kit.,
İzmir-2005, sf.178
2 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.483
3 “Son Günlerinde
Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.Eren Akçiçek,
“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177
4 “Son Günleri”
Kılıç Ali, İst.-1955, sf.10; ak. a.g.e. sf.178
5 a.g.e. sf.10
6 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit.,
İzmir-2005, sf.178
7 a.g.e. sf.178
8 “Atatürk’ten
Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720
9 “Son Günlerinde
Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28
10 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.182
11 Cumhuriyet, 26 Kasım
1938; ak. a.g.e. sf.183
12 a.g.e. sf.183
13 “Hastalığı ve
Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr.Eren Akçiçek,
a.g.e. sf.239
14 “Atatürk Hakkında
Hatıralar ve Belgeler” A.İnan, 3.Bas., 1981, sf.21
15 “İşin Aslı
Astarı” Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992; ak. Dr.Eren Akdemir,
a.g.e. sf.242
16 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543
17 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R.E.Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.183
18 “Makbule Atadan
Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62; ak. Dr.Eren
Akçiçek, a.g.e. sf.143
19 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit.,
İzm.-2005, sf.155 ve 159
20 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.490
21 a.g.e. sf.490
22 a.g.e. sf.491 ve “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.Utkan Kocatürk, İş Bank. Yay., sf.387 ve 388
23 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398
24 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381
25 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547
26 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393
27 a.g.e. sf.384
28 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.189
29 “Ord.Prof.Dr.E.Frank’ın
Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi
Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989,
sf.609; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188
30 a.g.e. sf.188
31 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.Utkan Kocatürk, İş B.Kül.Yay,.
sf.373
32 “Atatürk’ün
Vasiyeti” Mazhar Leventoğlu, İst.1968, sf. 9, ve “Atatürk’ten
Hatıralar-II”, Hasan Rıza Soyak, 1973, sf.752; ak. Prof.Dr. Utkan
Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş B.Yay., sf.385 ve 392
33 “Atatürk’le Bir
Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.296
34 a.g.e. sf.292
35 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553
36 “M.Kemal
Atatürk’le Yaşadıklarım” Prof.Dr. A.Afet İnan, Kültür Bak. Yay.,
Ank.-1981, sf.37
37 “Atatürk’le Bir
Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf.293
38 a.g.e.sf.302-303
39 a.g.e. sf.302
40 a.g.e. sf.304
41 a.g.e. sf.303-304 ve
“Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İst.-1980, sf.491
42 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı,
Ank.-1997, sf.331
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder