Tarihçinin birincil
görevi, yaşadığı toplumdaki önyargılardan kurtulmaktır. Dünyanın başka
bölgelerinde geçmişte neler olduğu araştırılırken, olaylar ve etkileri olduğu
gibi ortaya koyulmalı, toplumlar arasında ayırım yapılmamalıdır. Binlerce yıl
süren, milyonlarca insanı ilgilendiren ve yalnızca bu nedenle bile heyecan verici olan tarih, insanlığın
ortak eylemidir. Günümüzdeki ekonomik ya da siyasi amaçlar için kullanılmamalı,
bu tür kullanımlar tarihe ve insanlığa karşı işlenmiş düşünsel bir suç
sayılmalıdır. Ancak, ne yazık ki, değişik ülkelerde ve zamanlarda olasıdır ki
en çok bu “suç” işlenmiştir;
işlenmesi de sürdürülmektedir.
Nesnellik
Tarihi, güncel siyasi yarar peşinde koşmadan tam bir nesnellik içinde ve bir bütün olarak ele almak, varılan her sonucu -özellikle eski çağlar için- kanıtlamak güç bir iştir, bilinç, dayanç (sabır) ve emek ister.
Uygarlıklar, geçmişleriyle birlikte ele alındığında, tarihin karanlıklarında saklı pek çok bilinmezlikle karşılaşılacak ve birbirini etkileyerek iç içe geçen karmaşık süreçlerin çözümüyle uğraşılacaktır. Karşılaşılacak güçlükleri aşmada, başarılı olup olmamak araştırma yapanın kişisel yetenekleriyle ilgili bir sorundur, yalnızca onu ilgilendirir. Ancak, tarihi araştıranların, kişiselliği aşan önemli bir sorumluluğu vardır. Tarihçiler uygarlıkları ve birbirlerine yaptıkları etkiyi incelerken, önyargılardan uzak ve yansız bir tutum içinde olmalıdır. Bu tutum, yalnızca bilime değil, aynı zamanda insanlığa karşı da yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.
İnsanbilime
(antropoloji), kazıbilime (arkeoloji) ya da tarihin
somut verilerine dayanmak, bu borcu ödemenin bilimsel yöntemidir. Bu yöntem teknolojik gelişkinliği gerekli kılar.
Teknolojiye sahip olmak ise bir gelişkinlik sorunudur; sahip olana, gerçeğe
ulaşmada büyük bir ayrıcalık sağlar. Sorun, bu “ayrıcalığın” hangi amaçla
kullanılacağıdır.
Bilimsel-teknik donanımı ve düzeyi ne olursa olsun, tarihle ilgilenen
herkesin kuşkusuz ulusal ya da siyasi duyarlılıkları, duygusallıkları
vardır ve olacaktır. Önemli olan, kişisel duyarlılıkların olması değil, bunların bilim ve gerçek adına aşılabilmesidir.
Yorum ve Sezgi
Tarihi irdelerken, bilimsellikle bilim dışılık,
nesnellikle öznellik eğer özen gösterilmezse, birbiriyle kolayca yer
değiştirebilir, yanılgılara düşülebilir. Araştırmacıyı her an içine çekebilecek
ana çekince, belge ve bulguya dayansa bile, yorum ve sezgi kullanmak zorunda olmasıdır. İşin içine yorum ve sezgi girdiğinde, nesnelliği yitirme çekincesi sürekli
gündemde olacaktır.
Tarih, matematik değildir, bulguya olduğu kadar yoruma da dayalıdır.
Duygusal yanılgılara, aşırı savlara her zaman açıktır. Tarihçi, öznelliğe
düşmemek, yani bilime
ve insanlığa olan sorumluluğunu yerine getirebilmek için duyarlı olmak, uygarlıkların tümünün insanlığın ortak kalıtı olduğunu unutmamak zorundadır.
Batı Merkezci Tarih
Batı
merkezci tarih anlayışına göre uygarlık; şimdi, geçmişte ve her zaman,
Avrupa’ya ait bir olgudur. Uygarlık Yunanistan’da doğmuş, Roma’da gelişmiş ve
Avrupa’ya yerleşerek burada kök salmıştır. Avrupalı olmayanlar, insanlığın geri
unsurlarıdır; kimi zaman parlayan birtakım uygarlıklar, bir biçimde Avrupa’yla
ilişkilidir. Asya, Afrika ya da Amerika’nın “alt
kültürlerini” uygarlık saymak olanak dışıdır; “uygarlık içine sızmış olan Türkler” 1
tarihsiz, vahşi ve barbar
topluluklardır.
Avrupa merkezci tarih
anlayışının kaba biçimi budur. Batı kültürünün yerleşik öğesi olan bu anlayış,
nasıl bir “bilimsel” örtüyle örtülürse örtülsün kalıcıdır ve bilinçli
biçimde siyasi amaçlara yönelmiştir. Tarih olarak ileri sürülen bu savları,
bilimin bir parçası olarak görmek olanaklı değildir. Bu nedenle, Doğu
uygarlıklarını ele almak, Türkler’in bu uygarlıklar üzerinde yaptığı etkiyi
incelemek ve bu incelemeden günümüze yönelik sonuç çıkarmak yalnızca bir görev
değil, aynı zamanda zorunluluktur.
Tarım ve Hayvancılık
İnsanı
diğer canlılardan ayıran en önemli tarih kavşağı, yaşamak için gereken
yiyeceğin doğadan toplanması yerine, bilinçli olarak üretilmesi, yani tarımın
bulunmasıdır. Tahıl üretimi ve hayvancılıkla başlayan tarımsal eylem, avcılıkla
toplayıcılığı aşarken, bilince bağlı olmayan, kendiliğinden gelişen önemli
sonuçlar ortaya çıkardı. Üretim bilinci, bilinç üretimi geliştirdi ve bu
gelişim dilin ortaya çıkmasına neden oldu.
İnsanlar,
sayıları hızla artarak, tarım yaptıkları topraklar üzerinde yaşamaya ve
ürünlerini korumak için önlemler almaya başladılar. Bu süreç aynı zamanda; ortak
yaşamın, paylaşımın ve yerleşikliğin ortaya çıkış dönemiydi;
uygarlığın şafağıydı.
Çiftçilik
ve çobanlığın, avcılık ve toplayıcılığın yerini alarak
uygarlığın ortaya çıkışı Asya’da oldu. Yontma
Taş Devri, burada Milattan 12 bin yıl önce geçilmişti. Avrupalılar, bu
devri 5 bin yıl daha yaşadılar. Tunç
Devri, Sümer’de Milattan 4-5 bin yıl önce, Mısır’da biraz daha sonra
başladı. Tarihi başlatan yazı, Demir Devri başlarında Orta Asya’da
bulundu. Avrupa’nın yazıyı öğrenebilmesi için dört ana devrin geçmesi gerekti.2
Göçler
Yazı,
tahıl tarımı ve üretim teknikleriyle birlikte göçler yoluyla
buradan dünyaya yayıldı. Göçler’in neden ve sonuçları, kapsamı, dünyaya
yaptığı etki henüz tüm ayrıntılarıyla ortaya konamamıştır ve aynı dönemde başka
yerlerde de yerleşikliğin varlığı
üzerine değişik savlar ileri sürülmektedir.
Ancak,
Orta Asya’nın uygarlığın başlangıç yeri olduğu ya da en kuşkulu
yaklaşımla, olasılığı en yüksek yer olduğu, buradan çıkan göçler’in; Çin, Hindistan, Orta Doğu, Avrupa ve Kuzey
Afrika’ya uzandığı, artık kanıtlanmış ve geniş bir çevrede kabul gören, tarihi
bir gerçektir.
Göçler’in
insanlık tarihine yaptığı en önemli etki; göç edenlerin gittikleri yerlerde,
daha gelişkin oldukları için egemen olmaları, geri kaldıklarında yabancı topluluklar içinde
erimeleri ancak her iki biçimde de yerel unsurlarla kaynaşmalarıydı.
Göç edenler, ayrıca tümüyle boş alanlara da yerleşiyor orada yerel halk
durumuna geliyordu.
Tecimin Ortaya Çıkışı
Göç
eylemi, insanlık tarihinde devrimci bir dönüşüm yaratmıştı. Birlikte getirilen evcilleştirilmiş
hayvanlar, üretim teknikleri, tarih öncesi aletler (mikrolitik) ve
özellikle saban; tarıma ve yerleşime
uygun doğa koşullarının bulunduğu topraklarla birleşince büyük bir üretim
patlaması yaşanmış, bu da tüketilenlerden fazla mal üretildiği için tecimin
(ticaretin) ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Tecimin
gelişmesi, ulaşım ve iletişimi önemli ve gelir sağlayan bir iş durumuna
getirdi. Uzun dönemler boyunca kullanılan ve üzerinde yerleşim yerleri
gerçekleşen göç yolları, zamanla
tecim yolları durumuna geldi.
Yelken’in bulunması, denizlerin de göç
ya da tecim yolu olarak kullanılmasını sağladı. Ana karaların değişik
yörelerindeki tarım havzalarında, kıyı şeritlerinde, tecimsel kavşaklarda büyük
yerleşim birimleri oluştu, kent yaşamı gelişti.
Orta Asya’da
bulunup geliştirilen demir ve tekerleğin, ulaşım ve savaş arabaları
ile silah yapımında kullanılması, atın
askeri teknolojinin etkili bir aracı durumuna getirilmesi göçler aracılığıyla yayıldı ve uygarlık gelişimi sıradışı bir
devingenlik, güçlü bir ivme kazandı.
Uygarlık Merkezleri
Doğuda
uygarlık merkezlerinin oluşumu; M.Ö. 9 binlerde başlayan 3 binden sonra
yoğunlaşan, uzun bir süreci kapsar. Orta-Asya başta olmak üzere Çin,
Hindistan, Ortadoğu ve Mısır, bu oluşumların en parlak
bölgeleridir.
Başlangıçta
en ileri, belki de tek uygarlık merkezi olan Orta Asya, değişen doğa ve iklim
koşulları nedeniyle, önce çevresine daha sonra uzak bölgelere göç vermeye
başladı. Değişik aralık ve yoğunluklarla M.S. 14.yüzyıla dek süren büyük
göçler, M.Ö. 2000’lerde, özellikle 1700’den sonra yeni bir döneme girdi. Savaş arabaları, silahlar ve savaş
tekniklerinde yüksek düzeye ulaşan bozkırın çoban ve savaşçıları,
olağanüstü bir etkinlikle bir kez daha ortaya çıktılar ve dünyanın büyük bir
bölümüne yayıldılar.
Bunlar,
demiri yumuşak çeliğe
dönüştürme yöntemlerini geliştirmişler, maden alaşımlarını bulmuşlar, bu
buluşları tarım ve iş araçları ile silah teknolojisinde ustaca kullanmışlardı.
Üretim
teknolojisinde eriştikleri düzey nedeniyle gittikleri her yerde son derece
etkili oldular ve kalıcı dönüşümler gerçekleştirdiler. Çin, Hindistan, Ortadoğu
ve Anadolu ile Kuzey Avrupa’da tarihe iz bırakan eylemler gerçekleştirdiler.
Karşılaştıkları uygarlıklar içinde eridiler
ya da onları kendi içlerinde erittiler,
varlıklarını korudular ya da yok oldular. Sonuçta dünyanın çok geniş bir
coğrafyasında, gelişimi ileriye doğru sıçratan bir işlevi yerine getirdiler,
tarihin akışına yön verdiler.
Çin’de, Hindistan’da, Orta-Asya
ya da Avrupa’da eskiden beri yaşamakta olan avcı ve tarımcı halklarla, toprağın
bu yeni efendileri arasında ortaya çıkan çatışma ya da kaynaşmalar süreci; son
derece başarılı yeni ve gelişkin uygarlıkların temellerini atmış oldu. Bu
uygarlıklar, birbirine yakın bir hızla gelişti. M.Ö.500’e gelindiğinde Çin’in
Sarı Irmak boylarında, Hindistan’ın Ganj ve İndus vadilerinde, İran
yaylasında ve Ege’nin iki yakasında,
özgün ve çok gelişkin uygarlıklar ortaya çıktı.3
DİPNOTLAR
1
“Dünya Tarihi” Prof. William H.Mc Neill, İmge Kit., 5.Bas.-1998,
sf.374
2
“Türk Tarihinin
Ana Hatları” Kaynak Yay.,
2.Basım-1996, sf.40
3
“Dünya Tarihi”,
Prof. William H.Mc Neill, İmge Kit.,
5.Bas.-2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder