Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği
gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir.
İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de
kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel
başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü,
hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası
ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da
dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu
yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama
gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları,
bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Partilerin
Ortaya Çıkışı
Türkiye’de Partilerin yönetim düzeni içinde yer alıp günümüzdeki
konuma gelmesi, Batı’da başlayan ve son iki yüz yılı kapsayan bir süreç içinde
olmuştur. Siyasi partilerin, ortaya çıkışları, gelişip siyasete yön vermeleri,
19.yüzyıl Batı kapitalizminin gereksinimlerine ve gelişim isteğine uygun düşer.
“Demokrasi” nin kurulup geliştirilmesi amacıyla değil, sınıf savaşımını
yürütmek için kurulmuşlardır. Batı Avrupa’da çok sert geçen sınıf
çatışmalarının ürünüdürler.
Türkiye partileri ise, Batı’dan ayrımlı olarak, toplumsal
düzenin doğal sonuçları olarak değil, Batıya benzeme isteğinin ürünleri olarak
ortaya çıkmıştır. Genel olarak yapay ve öykünmecidirler. Bu
nedenle, genel bir özellik olarak, Türk toplumun gelişme isteklerine,
gereksinimlerine yanıt verememişlerdir. Ne öykündükleri Batı partileri gibi
olabilmişler ne de halk içinde güven duyulan bir güç olmuşlardır.
Türkiye’nin
Özgünlüğü
Türk toplumu, Batı’dan çok ayrımlı bir tarihe ve
geleneklere sahiptir. Özellikle katılımcılığa dayanan yönetim anlayışı, kendine özgüdür ve uzun yüzyıllar içinde
olgunlaşmıştır.
Türkler, bozulma ve güçsüzlük dönemleri dışında,
genellikle toplumun tümünü kapsayan bir katılımcılık ve dayanışma ilişkisi
içinde olmuşlar, bu ilişkiyi yönetim düzenine yansıtabilmişlerdir. Türk
tarihine ve geleneklerine uyum gösteren siyasi örgütlenmeler başarılı olmuş,
başka toplumlara benzeme çabaları Türk halkı tarafından hiçbir dönemde kabul
görmemiştir.
20.Yüzyıl başında gerçekleştirilen Müdafaa-i Hukuk
örgütleri, Birinci Meclis ve 1930 CHP’si; özünü koruyarak
gelişen, yenileşmeci örgütlerdir. Bu nedenle başarılı olmuşlardır.
Öykünme
Türkiye siyasi partileri, genel bir özellik olarak,
kitleleri yeterince örgütleyememiş; parti çalışmaları, halktan kopuk, dar
kümelenmelerin etkinliği olarak kalmıştır.
Cumhuriyet’ten önce ülkedeki parti etkinliklerinin hemen
tümü, yalnızca İstanbul ve Selanik çevresinde toplanmış, özellikle Anadolu
halkıyla herhangi bir bağ kurulmamıştır. 1919-1938 arası, 20.Yüzyıl’da halk
örgütlenmesinde başarı sağlanan tek dönemdir.
1945 sonrasındaki çok partililik ise, denetim
altında tutulan, halka kapalı öykünmeci bir parlamentoculuk ve
siyasi yabancılaşma dönemidir. Bu dönemde, halktan uzaklaşılarak Batı’ya
bağlanılmış ve ulusal varlığa büyük zarar verilmiştir.
Siyasi çözülme ve
yabancılaşma o denli yoğundur olmuştur ki, Türkiye’de yönetime gelmek isteyen
parti başkanları, Washington ya da Brüksel’e gitmek ve Batı’ya kendilerini
kabul ettirmek zorunda kalmışlardır. Partiler, meşruiyetlerini Türk ulusunun
varlığında ve Kurtuluş Savaşı’nda değil, Batı merkezlerinin onayından
aramışlardır.
Para
ve Siyaset
Türkiye’de siyaset artık, parası olmayan insanlar için
yapılması olanaksız bir eylemdir. Küresel güçlerle bütünleşen büyük sermaye,
akçalı (mali) ilişkiler ve basın gücüyle siyasete tümüyle egemen olmuş; ulusal
devlet, önemli oranda, kendisini yok edecek dış bağlantılı kadroların eline
geçmiştir.
Bu durum akçalı ve siyasi güç sahiplerine, üzerinde
özgürce hareket edebilecekleri geniş bir alan yaratmıştır. Küresel güç,
işbirlikçi sermaye ve politikacı ekseninde sağlanan birliktelik, yoksul ve
örgütsüz kılınan halkın politikadan uzak tutulmasını sağlamıştır. Politikanın
işlevi, artık, halkın ve ulusun çıkarlarının savunulması değil, çıkar elde etme
amacıyla uluslararası güç merkezleriyle kurulan yakınlık ve onlara verilen
hizmettir. Burada söz konusu olan, siyasi demokrasinin bilinen işleyişi değil,
paranın egemenliğidir.
Dışa
Bağlılık
Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği
gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri
Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok
sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır.
Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet
kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB
programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar.
Ekonomiyi ve iletişim gücünü ele geçiren uluslararası
sermaye, işbirlikçileri aracılığıyla siyasi düzeni denetim altına almış,
partiler üzerinde kesin bir egemenlik kurmuştur. Parti yöneticilerinin pek
çoğu, elde edilmiş elemanlar ya da küresel güçlere karşı direnemeyecek
yetersiz kişilerdir. Bu nedenle; parti izlencelerinde (programlarında), seçim
bildirgelerinde ne yazılırsa yazılsın, seçim meydanlarında ne söylenirse
söylensin, yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen izlenceleri
uygulayacaklardır. Partiler artık, ülkenin ve halkın sorunlarını çözmenin
değil, yönetimdeki bozulmanın araçları durumuna gelmiştir.
“Çok
Partili” Tek Parti Düzeni
Türk halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da
beş yılda bir önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime
getirmiştir. Son yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP;
hükümetlerde yer almış ve tümü aynı politikayı uygulayarak, halkın sorunlarını
gidermek yerine daha da ağırlaştırmıştır.
Bu durum gerçekte, son yirmi yılla sınırlı da değildir.
1919-1938 dönemi dışında, Tanzimat’tan günümüze dek, Türkiye’de sürekli
olarak Batı yanlısı politikalar uygulanmıştır. 19.Yüzyıl sonundaki Prens
Sabahattin’in ademimerkeziyetçiliği ile AKP’nin Kamu Reformu Yasası
arasında niteliksel bir ayrım yoktur. 20.Yüzyıl başındaki Hürriyet ve
İtilaf’ın liberalizmiyle, bugünkü Gümrük Birliği uygulamaları ayrımlı
değildir.
Yaşananların kaçınılmaz sonucu, ülke sorunlarının sürekli
artmasıdır. Bu tür politikalar Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıttı; Türkiye
Cumhuriyeti bugün büyük çekince altındadır. Siyasi ve ekonomik sorunlar,
giderek çözümü güç ulusal sorunlar durumuna geliyor. Siyasi partiler ve
yöneticileri; artık, halkın saygı duymadığı, çıkar peşinde koşan, güvenilmez
kişilerdir. Toplum katında, sevgi ve güvene dayalı bir saygınlıkları yoktur.
Partiler kendilerini, katılımcı işleyişe sahip,
demokrasiye inanan örgütler olarak göstermek isterler. Ayrımlı bir yönetim
seçeneğini içinde barındırmayan, bu nedenle sonucu değiştirmeyen seçimler, bu
tür partiler ve temsil ettikleri güçler için “demokrasinin” tek
göstergesidir. Parti yöneticileri, sermaye sözcüleri ve medya, konuyu sürekli
bu biçimde dile getirir. Ancak, gerçekte hiçbir parti, demokratik işleyişin
hiçbir kuralını, hiçbir zaman işletmez.
Parti
Başkanları
İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle
bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin
milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere
getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü
temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı
olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Bu tür ilişkiler yazılı ya da sözlü buyruklarla
yürütülmez. Parti başkanı, dışarının kendisinden beklediği uygulamaları bilir
ona göre davranır. Halk, önüne konulan sandığa oy atmaktan başka bir şey
yapamayan edilgen bir kalabalık durumuna getirilmiştir. Kime oy verse sonuç
değişmez ve sandıktan her zaman benzer nitelikte insanlar çıkar. Çünkü yönetime
gelebilecek tüm partilerin genel başkanları aynı şeyi yapmış ve Batıcılığı
tek doğru kabul eden insanları aday göstermiştir. Halkın ya da onu temsil
edecek aydınların Meclis’e girmesi
olanaklı değildir. Birkaç aykırı örnek, genel durumu değiştirmez.
Değişmez parti egemenleri olan genel başkanlar, “demokratça”
açıklamalar yaparlar, her düşünceye saygı gösteriyor görünürler. Ancak, bu
yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte, en küçük bir eleştiri ve tartışmaya bile
katlanamazlar. Bu tutum, yaptıkları işin niteliğinden kaynaklanan bir
davranıştır.
Halkın değil, oligarşik yapıların çıkarlarını
savunmaları, onların, parti ve meclis kümesi (gurubu) üzerinde deliksiz bir
egemenlik kurmasını zorunlu kılar. Bunu ne denli başarırlarsa, bağlantılı
oldukları çevrelerde o denli değer kazanırlar. Aday yapıp, halka seçtirdikleri
milletvekillerine söz geçiremediklerinde, hemen ortaya çıkan genel başkan
adaylarından birine, koltuklarını kaptıracaklarını bilirler.
Yapaylık
Böyle bir ortamda katılımcılığın, düşünceye saygının,
ilkeli çalışmanın ya da tartışmanın kuşkusuz yeri yoktur. Gösterişli
kurultaylar, parti içi seçimler, genel başkanın belirlediği kişilerin
onaylanmasından başka bir değeri olmayan, göstermelik işlerdir.
Bu nedenle, günümüz siyasi partileri, partiden çok aşiret
ya da tarikat türünden feodal yapılara, parti başkanları da bu yapıların
reislerine benzer. Küreselleşmeci ideologların, yeni-feodalizm adını
vererek yücelttikleri böylesi bir ortam içinde, küresel egemenliğin ana ereği
olan ulus-devlet çıkarları, parti politikalarında doğal olarak yer almaz,
tersine devlet, bilinçli bir biçimde etkisizleştirilir.
Olması
Gereken
Türkiye’de ülke yararına siyaset yapmak isteyenler,
toplumun tarihsel, toplumsal, ekonomik ve kültürel özelliklerini tam olarak
bilince çıkarıp, örgütlenmeli ve örgütlerini bu özelliklerle bütünleştirmeyi
başarmalıdırlar. Çağdaşlık, gelişkin olana benzemeğe çalışmak değil, kimliğini
koruyarak günün gereklerine yanıt verecek biçimde geliştirmektir. Toplumu
tanımak, koşullarını ve gelişimini bilmek, onu değiştirip geliştirmenin ön
koşuludur. Topluma yabancı kalan bir siyasi örgüt, ne denli ileri ve çağdaş
görünürse görünsün, etkili olma şansına sahip değildir.
Her toplum; yapısına, gelişim düzeyine ve geleneklerine
uyum gösteren bir siyasi yapılanma içinde olmak zorundadır. Kişisel ya da
kümesel istekler, gerçeklerden kopuk zorlamalar ya da başka toplumlara
özenmeler, başarı şansı olmayan girişimlerdir.
Siyasetle uğraşanların yapması gereken, iyi olacağına
inandığı kişisel yargılarını topluma kabul ettirmeğe çalışmak değil, toplumun
gelişme isteklerini saptayıp, bu istekleri bütünlüğü olan bir izlence durumuna
getirerek uygulamaktır. Bunun için kitleleri örgütlemek ve halktan kopmadan ona
öncülük etmek gerekir.
Hiçbir toplumsal düzen sonsuz değildir. Ortaya çıkar,
gelişir ve karşıtına dönüşerek ortadan kalkar. Bu; nesnel, önlenemez ve
yinelenemez evrensel bir süreçtir. Siyasetçinin görevi, hangi süreç yaşanıyorsa
ona uygun davranmak, toplumu, koşulları oluşmuş bir ilerlemeye yöneltmektir.
Koşulları oluşmayan hiçbir toplumsal dönüşüm gerçekleştirilemez. Ancak,
koşulları oluşan her toplumsal dönüşüm de kendiliğinden gerçekleşemez. Bunun
için insan eylemine gereksinim vardır. İnsan eylemi, yani siyasi örgütlenme,
toplumsal dönüşümler için gerek ancak yetmez şarttır. Yeterlilik, doğal sürecin
tamamlanmasıdır.
Aydınlar
Türk aydınları, gördüğü ağır
baskının sonucu olarak, toplumsal koşullara uygun ve ulusal gereksinimlere
yanıt veren bir örgütlenmeyi gerçekleştirememiştir. Bir kısım aydın,
Türk toplumunun özgün yapısını kavrayamamış, öznel yargılarla devinerek
(hareket ederek), yaşamdan kopuk bir siyasi davranış içine girmiştir.
18.Yüzyıldan sonra Batı’nın artan gücü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
çözülüşü, yaygın ve kalıcı bir kimliksizleşme sorunu yaratmış, kendine güven
yitirilmiştir. Ekonomik ve kültürel çöküşe neden olan Batı, bilgisiz ve
bilinçsiz bir ortam içinde, yıkımın değil, kurtuluşun aracı olarak görülmüştür.
Çağdaşlık adına Batıcılığa, din adına Arapcılığa
ve özgürlük adına etnik ayırımcılığa dayanan siyasi kümeler, bu
görüşün ortaya çıkardığı oluşumlardır. Tanzimat anlayışındaki partiler, tekke
ve tarikatlar, bölücü örgütler, tümü birden Batıyla uzlaşan, kimi zaman Batı tarafından
kurulan ve Türkiye’ye karşı kullanılan yapılanmalardır.
Önderin
Önemi
Türk toplumunda önder önemlidir. Devlet ve ordu
başkanlarına ya da halk içinden çıkan doğal önderlere büyük saygı gösterilir,
buyruklarına istekle uyulur. Halk, öndere görevinde başarılı olması için
her türlü desteği verir, ona son derece saygı gösterir. Ancak, önder de
halkı düşünmek, sorunlarını çözmek zorundadır.
Gösterilen saygı ve bağlılık içtendir ancak sonsuz
değildir. Halkın ve ulusun sorunlarını çözemeyen önder, gözden düşer ve
görevden uzaklaştırılır. Siyasi, ekonomik ve kültürel tüm örgütlerde, önder
örgütle, örgüt de önderle özdeşleşir. Türk toplumunda gelenek budur.
Devlette hakan, orduda komutan, tekkede şeyh, esnaflıkta ahi
büyüğü ile topluma yerleşen öndere
saygı geleneği, etkisini önemli oranda bugün de sürdürmektedir. Bu gelenek,
doğru biçimde kullanılırsa, toplum yararlarının korunması açısından önemli bir
olanaktır. Türk halkı öndere güven duyarsa, onun yetkilerini arttırır ve
onu uzun süre görevde tutar, sık sık değiştirmez.
Günümüz partilerinde, parti genel başkanları bu geleneği,
genellikle olumsuz bir biçimde kullanmakta ve buyrukçuluğu temel
davranış durumuna getirmektedirler. Bunlara göre, yalnızca parti yöneticileri
değil, ulus adına görev yapması gereken milletvekilleri de, başkanlarının
isteklerini sorgulamadan yerine getirmelidir. Bunu yapmayıp doğru bildiği yönde
davrananlar, partide barındırılmazlar.
Yapılması
Gerekenler
Ulusa hizmet etmek isteyen örgütler, dayanışmaya, yardımlaşma
ve katılımcılığa özel önem vermelidir. Her tür inanca saygılı olmanın
laiklikle olanaklı olduğunu unutmamalıdır. Haksızlıklara, adaletsizliğe ve
sömürünün her türüne karşı çıkmalı, yoksul ve güçsüzün yanında yer almalıdır.
Türk kimliğine sahip çıkmalı ancak ırkçı olmamalıdır. Etnik ayırımcılığa
karşı çıkmalı, ulusun bütünlüğünü savunmalı ve ayrılıkçılığa yol açacak olay ve
gelişmelere izin vermemelidir. Ulusal egemenlikten asla ödün vermemeli, tam
bağımsızlığı yaşam sorunu kabul etmelidir. Eğitim, çocuk ve kadın sorunlarına
öncelik vermeli, çözüm üretip uygulamalıdır. Yönetim işleyişinde yansız, adil,
tüzeye (hukuka) saygılı ve meşruiyetçi olmalıdır. Türkiye’de meşruiyetin
ancak ulusal bağımsızlıktan, Kurtuluş Savaşı’ndan ve Cumhuriyet Devrimlerinden
alınabileceğini unutmamalıdır.
Bunlar yapıldığı sürece, başarısızlık gibi bir sonuç,
asla olmayacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, Türkler’in yaşamlarında alçak
gönüllülükle ve önemseyerek uyguladığı, doğal davranışlardır. Kurtuluş Savaşı
ve Türk Devrimi, bu gerçekliğin
en belirgin göstergesi, en açık kanıtıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder